Bir önceki yazıda, Yeni Şafak gazetesinin
delifişek yazarı İsmail Kılıçarslan’ın KADEM adlı
“şımarık AK Partili kadınlar korosu”na destek vermek için kaleme aldığı yazıyı
konu edinmiştik.
İsmail, bu koronun neşretmekte olduğu dergide (Ömer
Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük İslam İlmihali üzerinden)
İslam fıkhının hedef alınmış olmasına tepki gösterilmesine bozulmuş.
Ve, dediğine göre, “âşık olup ‘pirimiz Yunus’
dediği”. boynuna “Ya ben öleyim mi söylemeyince” yazılmış bulunduğu için kaleme
sarılmak zorunda kalmış.
Sanki, avukatlığını yaptığı doç. unvanlı ilahiyatçı
başörtülü ahmak Yunus Emre’yi çok “takarmış”, çok umursarmış gibi.
Ve de sanki Yunus Emre, Ömer Nasuhi Hoca’dan farklı
düşünüyormuş, feminizmin bu topraklardaki öncülerindenmiş gibi.
*
Delifişek yazarın ilk cümlelerini bir önceki yazıda konu
edinmiştik.. Sözlerini şu şekilde sürdürüyor:
“Geçtiğimiz
günlerde Kadem’in dergisinde yayınlanan bir yazı üzerinden gelişen tartışmalar
çerçevesinde yeniden düşündüm yukarıda bahsettiğim meseleleri [din-kültür ilişkisini].
Ömer Nasuhi Bilmen Hazretlerini ‘ataerkil, erkek
egemen dil kullanmakla’ tanımlayan bu yazıdan sonra kızılca kıyamet
kopmuştu çünkü. Yazıyı yazan Esra Aslan Turan’ın ne kâfirliği kaldı ne
sapkınlığı.
“Şöyle
sonuçlara ulaştım bu tartışma bağlamında.
“Ömer Nasuhi Bilmen, yaşadığı toplum ve ait olduğu dünya
bakımından yazdıklarında da, fetvalarında da sonuna kadar haklıdır kendi
adına. O ‘modern
duruma geçiş’ yaşayan bir toplumun temsilcisi olarak elbette yaşadığı
toplumun kültüründen, değer yargılarından ve krizlerinden hareketle
gerçekleştirdi ödevini.
“Fakat tabii
şudur. Bir insanın kendi eliyle kaleme aldığı bir metni ait olduğu tarihsel
ve toplumsal bağlamlardan kopararak ‘eleştirmek’ ne kadar yanlışsa o metni ‘mutlaklaştırmak’
ve dokunulmaz kılmak da o denli yanlıştır.
“Modern
durumu iliklerine kadar yaşayan Türkiye’de en kolayı Ömer Nasuhi Bilmen’i
ve/veya benzerlerini bu modern durumun içinden kıyasıya eleştirmek ya da
ölesiye mutlaklaştırmaktır. Türkiye’de cari din dilinin gelip gelip kafasını
çarptığı paradoks tam buradadır.”
*
Önce şunu söyleyelim:
Bir yazıda “Ömer Nasuhi Bilmen
Hazretleri ‘ataerkil, erkek egemen dil kullanmakla’ tanımlanıyorsa”,
bundan, bunları yazan aptalın derdinin, ilmihaldeki ifadelerin hak ya da
batıl (Kur’an ve Sünnet’e uygun veya aykırı) olduğunu (yumuşatarak
söyleyelim, isabetli olup olmadığını) araştırmak ve anlamak olmadığı, onun
derdinin “cinsiyet” yarıştırıcılık (erkeklik ve kadınlık kavgası) olduğu
ortaya çıkar.
Senin temel varsayımlarından
biri, İslamî ilimlerin bile kültür-bağımlı olmaktan kurtulamadığı saçma iddiası
olduğuna göre, kullandığın “ataerkil”li, “erkek egemen”li dilin “kültür-bağımsız”
olduğunu kabul etmemizi herhalde isteyemezsin.
Tuhaf olan şu ki, saf ve pür İslamî
olan (ve İslam’ın kültürümüze kazandırdığı, kültürümüzün bir parçası haline
getirdiği) pratikleri kültür-bağımlı ilan eden hokkabazlar, Batılılar’a
ait olan ve dinimizle hiç alâkası bulunmayan kültür-bağımlı kavramlar söz
konusu olduğunda “Benim kültürüm böyle, benim kültürüm Batı’dan ithal dinsiz
ya da İslam-dışı kültür” demek yerine, Sulukule bilimselliği ile
şirretleşip “Ey hoca, senin yazdığın ilmihal din değil, kültür; haydi kabul
et, kabul edeceksin, kabul etmek zorundasın” diyerek cazgırlık yapıyorlar.
Bu durumda senin, bir gıdım olsun
bilimselliğin, dürüstlüğün ve objektifliğin varsa şayet, “Benim yazdıklarım
bilimsel analiz değil, Batı’nın kültür emperyalizminin Don Kişotvari amazonumsu
piyonuyum” demen gerekir.
*
Delifişek yazar, kendisini Ömer
Nasuhi Hoca hakkında hüküm ve not verecek makamda görüyor olacak ki, lutfedip
onunla ilgili olarak şunu diyor:
“Ömer Nasuhi
Bilmen, yaşadığı toplum ve ait olduğu dünya bakımından yazdıklarında da,
fetvalarında da sonuna kadar haklıdır kendi adına.”
Böylece, rüşvet-i kelam babından
ağzımıza bir parmak bal çalıyor.. Asıl niyeti ise ardından ağzımıza süreceği
acı biberi boş bulunup bal zannederek yutmamız.
Bir defa, bir ilmihalde yazılanların haklılığı,
“yaşanılan toplum ve ait olunan dünya” çerçevesinde oluşmaz.
Burada esas olan, makasıd-ı
Şerîa(t) ve Kur’an ve Sünnet’teki bildirimlerdir.. Yaşanılan
toplum ve ait olunan dünyanın burada esamisi okunmaz.
Ancak, Kur’an ve
Sünnet’te emredilmeyen fakat toplumun ve ait olunan dünyanın sürdüregeldiği
örf ve adetler, nasslara ve makasıd-ı Şerîa’ya aykırı olmamak kaydıyla
kabul edilir.. Fakat böylesi bir “kültür”, ilmihallere “dinî hüküm”
diye yazılmaz.
Eğer böyle “kültürün din haline
getirilmesi”, Kur’an ve Sünnet’e dayanmayan hurafelerin din diye
tarihsel metinlere geçirilmesi söz konusu olsaydı, “Türk Müslümanlığı
ilmihali”nde şöyle şeyler yazılıyor olurdu: “Kadınlara mirastan pay
verilmez.. Erkekler zina yaptığı zaman bazen azarlanırlar, bazen
görmezden gelinirler; kadınlar zina yaptığı zaman öldürülürler, namus temizlenir.”
Var mı böyle birşey?!
Ayrıca, “kendi adına” haklılık
diye birşey de olmaz.. Haklılık öznellik/sübjektivite üzerine kurulamaz.
Haklılığın, şahsın “kendi adı”nı aşan
bir nesnelliğinin, “delil” eksenli bir doğrulamasının bulunması
gerekir.
*
Burada “Kültür dine hiç sızmaz” diye
bir iddiamız yok..
Sızar, sızabilir..
Bu yaşandığı zaman, din tahrif ve
tahrip edilmiş olur.
Yahudilik ve Hristiyanlık’ta yaşanan
budur.
Aynı şekilde, Ehl-i Sünnet
dışı (ehl-i bid’at) İslam mezheplerinin durumu da budur.
Dinî anlayış Kur’an ve sahih
Sünnet’e dayandığı (Sünnet ehli olunduğu) zaman ortada mesele kalmaz.
Fakat kültür (özellikle de siyasal
kültür) dine dahil edildiği zaman din hem tahrif edilir hem de istismar
konusu yapılır.
Mesela Ehl-i Sünnet’in Şia
ile ihtilafının temelinde bu husus yatar..
Ehl-i Sünnet, İslamî ilimleri (“tarihsel
olayları” bir tarafa bırakıp) salt Kur’an ve Sünnet çerçevesinde
tedvin ve sistematize etmeye çalışırken, Şia ve içimizdeki (geçmişte Şia
ağzıyla konuşup Hz. Muaviye hakkında “Ben de, ben de Emevîler’den nefret
ediyorum, Muaviye’ye nasıl buğzum var bir bilseniz” diyen, fakat şimdilerde Türkiye
Cumhuriyeti’nin dış politikası Suriye ve başka meselelerde İran’ınkiyle
çelişmeye başlayınca ağız değiştiren yanar döner) emekli Şia sempatizanları, birçok
konuda sahih Sünnet’i bir tarafa bırakıp kimi doğru kimi yalan tarihsel
rivayetlere bakıp ona göre bir din anlayışı üretmeye çalışıyorlar.
Benzer bir çarpık bakış, yok Türk Müslümanlığı,
yok Türk İslamı, yok İstanbul İslamcılığı, yok Anadolu irfanı vs.
diyerek laik (siyasal dinsiz) Türkiye tipi bir İslam üretmeye çalışanlarda da
görülüyor.
Bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
okuttuğu cuma hutbelerinin muhtevası, “Türkiye Cumhuriyeti tipi din-kültür
etkileşimi” faciası hakkında önemli ipuçları veriyor.
(Maalesef “özel diyanet teşkilatı”
durumundaki birçok cemaat ve tarikat, resmî Diyanet Teşkilatı’ndan
daha kötü durumda.. Misal, Haydar Baş belasının yediği herzeler.. Mustafa
İsyanoğlu ve Cübbeli Zahmet gibi isimler Kemalistlik/Atatürkistlikte
Diyanet’i fersah fersah geride bıraktılar.)
Yine, laik (siyasal dinsiz) Türkiye
Cumhuriyeti’nin “siyasal kültür"ünün İslam’ın “şehitlik” kavramının içini
boşaltıp istismar ettiğini de belirtmek gerekiyor.
Askerimiz yaşarken “Allah yolunda,
İslam için savaşan mücahit” olamıyor, fakat ölünce şehit..
Allah için, İslam için savaşma
denilince akla “dinci terör” geliyor.. Makbul olan vatan için (bir avuç toz
toprak, bir karış taş kaya için) savaşmak.
*
Delifişek yazar İsmail şunu da diyor:
“O [Ö. N.
Bilmen Hoca] ‘modern duruma geçiş’ yaşayan bir toplumun temsilcisi olarak
elbette yaşadığı toplumun kültüründen, değer yargılarından ve krizlerinden
hareketle gerçekleştirdi ödevini.”
Allah’tan kork, bir ilmihal böyle mi
yazılır?!
Dinin esası “toplumun kültürü,
değer yargıları ve krizleri” midir?!.. Şeriat’i vaz’ eden şârî’, Allahu
Teala değil de “toplum” mudur?
Övüyor gibi görünerek sövmek, yerin
dibine batırmak böyle birşey..
Bu sözler merhum Bilmen Hoca’ya
iftiradır.
Buradaki örtük mesaj ise şu: Ömer
Nasuhi Bilmen halt etmiş, ama onu mazur görmeliyiz.
*
Delifişek yazarın bir başka iddiası:
“Bir insanın
kendi eliyle kaleme aldığı bir metni ait olduğu tarihsel ve toplumsal
bağlamlardan kopararak ‘eleştirmek’ ne kadar yanlışsa o metni
‘mutlaklaştırmak’ ve dokunulmaz kılmak da o denli yanlıştır.
Tam aksine, dinî bir metni, ait
olduğu tarihsel ve toplumsal bağlamdan kopararak eleştirmek gerekir.
Yani “Eh ne yapalım, o günkü tarihsel
ve toplumsal şartlar bunları yazmasını gerektirmiş” denilemez.
Bir ilmihale doğru ve hak olan
neyse o yazılmalıdır..
Yazacak cesaretin yoksa susarsın,
kafandan din icat etmezsin.
*
Metni mutlaklaştırma ve dokunulmaz kılmaya gelince..
Hiçbir ilmihal yazarı böyle bir
iddiada bulunmayacağı gibi, Şeriat’in ne olduğunu bilen bir kimse de, bütün fetvalara
“mutlak doğru” gözüyle bakmaz.
Bir defa, Büyük İslam İlmihali’ni
Hanefîler alır okurlar.. Bir Şafiî, Hanbelî ya da Malikî, kendi
ilmihalini okur.. Bu durum bile, metnin mutlaklaştırılmadığını ispat eder.
Bunun nedeni bazı hükümlerin içtihadî
olması, zanna dayanmasıdır..
Ancak, bir müçtehit bir başka
müçtehide itiraz ettiğinde bunu bir delile dayanarak söyler..
Müçtehit, içinde bulunduğu toplumsal
ve tarihsel şartların etkisinde kalmadan, herhangi bir nefsanî duyguya
(rekabet saikine, şöhret arzusuna, hasetçiliğe, hava atma tutkusuna, başka
alimlere duyulan kişisel antipatiye, güç-makam-mevki-servet sahiplerine yaranma
eğilimine, siyasal iktidarı memnun etme niyetine, halkın nefretinden korunma refleksine)
mağlup olmadan, salt murad-ı ilahîyi anlamak için araştırma yapar ve
kendisine doğru görünen sonucu açıklar.
Ancak, bir müçtehit, kendi içtihadı
için “Mutlak doğru budur” da demez.. “Benim vardığım sonuç bu, en doğrusunu
Allah bilir” der.
Ve kanaatinde değişiklik olduğu zaman
da “Şimdi benim için ‘Bir dediği bir dediğini tutmuyor, ikide bir yanılmış
olduğunu söylüyor, fikir değiştiriyor ‘derler, küçük düşerim, tutarlı
görünmek için eski görüşümde ısrar edeyim” demez.
Hata ettiğini düşündüğünde bunu hemen
açıklar.
O yüzden onların fetvaları
nakledilirken sıkça “kavl-i kadîm” (eski söz) ve “kavl-i cedîd” (yeni söz)
tabirlerinin kullanıldığı görülür.
*
Ümmet mezhep imamlarında bu sıdk u
sadakati, bu ihlas ve hakka bağlılık zihniyetini, ilim ahlâkını gördüğü için
onların fetvalarına itibar etmiş, böylece mezhepler teşekkül etmiştir.
Yoksa mezhepler, mezhep imamlarının “Ben
mezhep kuruyorum, talebelerim benim mezhebimi yaysınlar” demesiyle ortaya çıkmış değildir.
Önce ulema onların değerini anlamış
ve fetvalarına itibar etmişler, sonra da halk ulemaya tabi olarak söz konusu
mezhep imamlarını benimsemişlerdir.
Gâvurlardan öğrendikleri ataerkil,
erkek-egemen vs. laflarını bayrak edinerek Büyük İslam İlmihali
türünden eserlere savaş açan ahmak zırtabozlara gelince, bunların derdi ilim
yolunda ter dökerek Allahu Teala’nın rızasını kazanmaya çalışmak değil.
Bunların derdi genelde zamane
egemenlerinin suyuna giderek, moda akımları izleyerek ve yükselen
trendlerin peşine düşerek alkış toplamaktan, zevk ve keyiflerine göre bir din icat
edip dinsizlere özenerek yaşamaktan, dünyadan kâm almaktan ibaret.
Perde arkasından onları (bazen açık,
bazen örtülü yollarla) teşvik eden, yönlendiren ve kullanan derinlerin niyeti
ise dini reforma tabi tutup modernize etmek ve istismar nesnesi haline
getirmekten ibaret.
*
İsmail Kılıçarslan’ın yazısındaki
diğer ifadeler üzerinde de duracağız inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder