ŞIMARIK AK PARTİLİ KADINLAR KOROSUNUN AŞIRI UYANIK VE AYIK ERKEK AVUKATI

 




Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan’ın, KADEM adlı “şımarık AK Partili kadınlar korosu”nun medyadaki avukatı gibi kalem oynattığı görülüyor.

Geçmişte bu şımarık koroya destek vermek için İstanbul Sözleşmesi’ni savunma yolunda az mürekkep harcamadı, az alın teri dökmedi.

Bu koronun neşretmekte olduğu dergide, doç unvanlı bir haddini bilmez başörtülü ilahiyatçı akademisyen, Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük İslam İlmihali üzerinden İslam fıkhını (İslam hukukunu) hedef almış durumda.

Doğal olarak, bu densizlik tepki almış.

İsmail durur mu, söz konusu makalemsiyi aklayıp paklamak için bin dereden su getirmeye koyulmuş.

*

İsmail’in yazısının başlığı şöyle: “Bu yazıyı bu deliden başka kimse yazmaz”.

Deli dediği kendisi..

Öyle dediğine bakmayın, o yazıyı deli olduğu için değil, uyanık bir tüccar olduğu için yazıyor.

Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz.. Böyle bir yazıyı İsmail, yüksek rakımlı tepelerden kulağına “İsmailciğim, bu konuda şöyle şöyle şeyler yazsan iyi olacak” diye üfürülmeden yazmış olabilemez.. (KADEM’den sırtını o tepelere dayamış birileri “İsmail beyciğim…” diyerek de aramış olabilirler, aynı kapıya çıkıyor.)

Niçin İsmail derseniz, birincisi kalemi kıvrak; bir gazete köşesinin dar sınırları içinde deli gibi hızlı top koşturabiliyor, güzel paslar verebiliyor, göz kamaştırıcı çalımlar atabiliyor, artistik vuruşlar yapabiliyor, zor pozisyonlarda rakibin ayağından top kapabiliyor.. Rabbim yetenek deryasından vermiş de vermiş.

İkincisi de, bağlantıları, yaşı, duruşu, geçmişi, geçimi bu tür üfürmeler için onu ideal isim yapıyor.

*

Delifişek İsmail’in yazısının ilk paragrafı şöyle:

“Linçlerden linç beğeneceğim, yerden yere vurulacağım, birileri tarafından ehlisünnet dairesinin dışına itileceğim, birileri tarafından dinden çıkartılacağım, ‘Zaten biz bunun sapık olduğunu biliyorduk’ cümlelerinin havada uçuşacağı işbu yazıyı yazmaya karar vermemin ‘delilik’ten başka izahı yok. Bir kere âşık olup, ‘pirimiz’ demişiz Yunus’a. Dolayısıyla Ya ben öleyim mi söylemeyince’ demekten gayrısı yazılmamış boynumuza.”

Görüldüğü gibi, İsmail çalım atmayı çok iyi biliyor..

Önce etrafına bir kale duvarı inşa ediyor, zırhlarını giyiyor.. Saldıracağı kişilerin elindeki “linç, Ehl-i Sünnet’ten sapmayla ve dalaletle/sapıklıkla suçlama” gibi silahları topluyor, onları silahsızlandırıyor.

Ardından da yaptığının delilik olduğunu söyleyerek mağduriyet, fedakârlık, hasbî delikanlılık, karşılıksız fedakârlık bayrağını göndere çekiyor..

Sonra da, dükkânının kapısına “Yunus’un Yeri” tabelasını törenle asıyor..

Pîr Yunus’un dervişi olduğunun düşünülmesini sağlıyor.

Deli değil “âşık” olduğunu ilan ediyor.

Ancak bu delifişek, aşıklık sarhoşu değil, aşıklık ayığı.. Çok uyanık, çok ayık aşık.

Fakat neye aşık olduğu hususu biraz kafa karıştırıyor.. KADEM’e mi aşık, KADEM’in Kadın Araştırmaları Dergisi’ne mi, bu dergideki kadın araştırmalarına mı, Büyük İslam İlmihali üzerinden İslam hukukuna saldıran densiz doç.’un yazısına mı, onu kestirmek güç..

En hoşu da Yunus gibi “Ya ben öleyim mi söylemeyince” diyor olması.

KADEM’in avukatlığını yapmamasıyla, dergisindeki mesajlara ilan-ı aşk etmemesiyle ölmesi arasında nasıl bir ilişki var, çözemedim.

*

Delifişek yazarın bu laubali paragrafını şu cümleler izliyor:

“Daha önce bir bağlamda söylemiş idim. Cümle şu: ‘Din, kültür değildir ama kültürsüz din olmaz.’”

Birkaç yüzyıldır kullanılan kültür kavramının yüzlerce tanımı var.. Din kültür müdür, değil midir meselesi, kültürü nasıl tanımladığınıza bağlı.. 

Öyle tanım vardır ki, o tanım çerçevesinde “Din, kültürdür” demek uygun düşebilir.. Yine, belirli bir tanım çerçevesinde “Kültürsüz din olur” diyenler de çıkabilir..

Her neyse, bu bahsi geçelim, çok önemli değil.. Yazar sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Yani kabaca şudur. Din, bir ‘kültür’ önerisi ile gelmez. Vahyin bir yöntem olarak hitap ettiği toplumun kültürünün içinden konuşuyor olması, dinin bir kültür vazettiği anlamına gelmez. Dinin ürettiği kültür, bu aşamanın bir sonucu olarak ve insanlar eliyle ortaya konulur. ‘Din kültürü’nü birinci elden oluşturanlarsa elbette vahyin pratize edicisi, öğreticisi peygamberlerdir.”

Bu lafların başı ile sonu farklı telden çalıyor.. Makam uyuşmazlığı var.

Bugün kültür denilince aklımıza gelen anlam çerçevesinde düşünürsek, dinin kültür vaz’ etmediğini söylemek mümkün değildir.

Mesela selamlaşma bir kültür meselesidir ve din bunu vaz’ etmiş, nasıl selamlaşılacağını öğretmiştir.

Yemek adabı bir kültür meselesidir.. Din, yemekten önce ve sonra ellerini yıkamayı, yemeğe besmele ile başlayıp hamd ile bitirmeyi, sağ elle ve önünden yemeyi vs. öğretmiştir.. Bunların hepsi kültüre girer.. (Allah rahmet eylesin, yıllar önce Mehmed Emin Er Hoca İslâm Dergisi’nin merkez bürosuna gelmişti ve Esad Coşan Hoca’nın babasını ziyaret etmek istediği için onu Hafız Halil Necati Efendi’nin evine götürmüştüm.. Birlikte yemek yerken Mehmed Emin Er Hoca “Yemek sırasında üç şey lâzımdır” demişti, “zikir, fikir, şükür. Zikir, yemeğe besmeleyle başlamak; fikir Allah’ın yaratıp rızık olarak lutfettiği bu nimetler üzerinde düşünmek, şükür ise yemekten sonra Allah’a hamdetmektir”.)

Dinin ürettiği kültür”den ve “din kültürü”nden söz ediyorsan, dinin kültür vaz’ ettiğini kabul ediyorsun demektir.

Kılıçarslan’ın sözleri için “sapıklık” demeyeceğim.. Fakat, zikirsizlik, fikirsizlik/düşüncesizlik, kültürsüzlük ve mantıksızlık olduğunu söylememe lütfen izin versin.

*

Kılıçarslan bu girizgâhın ardından şunu söylüyor:

“Müslümanların dinin etrafında oluşturduğu kültür, giderek dinin bizatihi içine de sızmış elbette zamanla. Bu, kaçınılmaz bir süreç olarak böyle gelişmiş. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Anlaşılmayacak taraf ise insanların ‘Benim kültürüm böyle’ demek yerine ‘Benim dinim böyle’ deme noktasına çok hızla gelmeleri olmuş. Eh, din, kültüre tahakküm kurabilen bir kavram olduğu için insanlar ‘daha güçlü olan’a meyletmiş. Aslını isterseniz bu bile oldukça anlaşılır bir davranış. Onaylanmayacak ama anlaşılabilecek bir davranış.”

İsmail’in bir “din sosyoloğu” edasıyla paraladığı bu edebiyat kendi karışık kafasının ürünüyse oturup akıl fukaralığı için ağlasa yeridir.

Yok, bu fikir görünümlü zırvaları başka birileri kulağına fısıldadıysa, onu fena “işletmişler”. (Süleyman Soylu’nun tabiriyle fena “keklemişler”.)

Eğer insanlar (dinin aslına dahil olmayan) kültürü din olarak sunabiliyorlarsa, “Benim kültürüm böyle” demeleri gerekirken “Benim dinim böyle” demeye başlayabiliyorlarsa, bu, “kültürün dine tahakkümü” olur, İsmail’in zannettiği gibi “dinin bir kavram olarak kültüre tahakkümü” değil.

Eğer din, bir kavram olarak kültür üzerinde tahakküm kurabilseydi, kültür, öyle olmadığı halde kendisini din olarak gösteremezdi.

Görüldüğü gibi, İsmail’in ne söylediğinden, ne yazdığından haberi yok.

Ancak, onun böyle anlamsız ve saçma, gerçeklikle bağını koparmış bir din-kültür ayrımı yapıyor olması sebepsiz değil.. Bu noktada, ne yaptığının gayet iyi farkında..

Böylece, gerçekte dinin bir parçası olan pratikler, kültür adı altında dinin dışına itiliyor.

Din, budanıyor.

*

Bu noktadan sonra İsmail’in daha bir heyecan ve coşkuyla edebiyat paralamaya başladığı görülüyor:

Bugün fıkıh, tefsir, hadis, hatta akaid gibi temel dini ilimlerin gelişim çizgisine baktığımızda bunların ‘kültürden bağımsız’ ilerlemediğini de görürüz derhal. Hayatınızı sadece Müslümanların yaşadığı bir şehirde geçiren bir müfessirseniz tefsirinizi ona göre, kâfirler tarafından varoluşunuza yönelik bir tehdidin altında yaşıyorsanız tefsirinizi ona göre yazarsınız. Bu, neredeyse kaçınılmaz bir gerçekliktir. Deniz kenarında yaşıyorsanız denizden elde edilen canlılarla ilgili geniş bir fıkhi değerlendirmeniz olur, bozkırda yaşıyorsanız tarımsal üretim fıkhı çalışırsınız. Zira kültür ihtiyacı, ihtiyaç çıktıyı belirler.”

Olmamış, gene olmamış..

Delifişek yazar “Kültür ihtiyacı belirler” yerine “İhtiyaç kültürü belirler” dese daha doğru birşey söylemiş olurdu.. Ama konumuz bu değil.

Görüldüğü gibi, “Bugün fıkıh, tefsir, hadis, hatta akaid gibi temel dini ilimlerin gelişim çizgisine baktığımızda bunların ‘kültürden bağımsız’ ilerlemediğini de görürüz derhal” diyor.

Bu, “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” bahsi gibi anlamsız ve sonuç üretmeyecek bir tartışma..

Fıkıh, tefsir, hadîs, hatta akaid kültürden bağımsız olmuyor, fakat kültür bunlardan bağımsız oluyor, öyle mi?

Bu neyin kafası İsmail?

Ne içtiysen KADEM’dekilere de söyle de onlar da içip mutlu olsunlar.

Hadîsin kültürden bağımsız olmaması” ne demektir İsmail?

Hadîsleri Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem söylememiş, kültür üretmiş öyle mi?

Tamam, hadîs diye rivayet edilen uydurmalar da var, fakat bütün hadîsler böyle mi?

Senin yaklaşımına göre, “hadîs usulü”nün de “kültür bağımlı” olması gerekiyor, ve böyle bir “hadîs usulü”nün, kültür-bağımlı olduğu için,  uydurmaları baş tacı yapması, en azından dert etmemesi gerekirdi.

Halbuki, hadîs usulü ilmi, senin o kültür dediğin şeye bu noktada savaş açmıştır.

*

İkinci cümleye gelelim..

Hayatınızı sadece Müslümanların yaşadığı bir şehirde geçiren bir müfessirseniz tefsirinizi ona göre, kâfirler tarafından varoluşunuza yönelik bir tehdidin altında yaşıyorsanız tefsirinizi ona göre yazarsınız”mış.

Evet, bazı ayetleri tefsir ederken, içinde yaşanılan zaman ve mekân, tarih ve coğrafya bakışınızı etkileyebilir.. Fakat bu, çok az sayıda ayet için söz konusu olur.

Ayrıca, tarihin ve coğrafyanın etkisi tek yönlü olmaz.. 

Mesela, “varoluşa yönelik bir küffar tehdidi altında yaşıyor” olmak, her tefsir yazarının aynı “çıktı”yı üretmesine yol açmaz.

Böyle bir durumda bazısı, kâfirlerle mücadele konulu ayetlere daha fazla vurgu yapar, cihat kavramını öne çıkarırken, kimisi de küffardan korkusundan ona yaranmak için bu tür kavramları sulandırmaya, “İslam barış dinidir” diyerek işi geçiştirmeye çalışabilir.

Bir Elmalılı tefsiriyle Süleyman Ateş tefsiri aynı mı?!

Öte yandan, farklı coğrafya ve devirlerde yazıldıkları halde birçok tefsirin birbirinin neredeyse kopyası ya da tekrarı olduğu görülüyor.

Deniz kenarındaki fakih”e gelelim.. İstanbul da sonuçta deniz kenarı, deniz şehri.. Kırsal bölge değil.. İstanbul fakihleri ile diyelim ki Şam, Bağdat, Konya, Fergana, Delhi, Medine ve Mekke fakihleri arasındaki fark o kadar büyütülecek birşey midir?

Matüridiyye ve Eş'ariyye farklı coğrafya ve çağlarda neden birçok alim tarafından aynı şekilde benimsenmiştir?

Belirli bir tarih ve coğrafya belirli bir kültürü ve dolayısıyla o kültüre bağımlı din anlayışını üretiyorsa, niye aynı bölge ve devirlerde ayrı mezhepler, farklı anlayışlar, değişik görüşler ve eğilimler ortaya çıkmış, aralarında mücadele yaşanmıştır?

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah.. Delifişek yazarın turplarının büyükleri heybede..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

EVLİLİK YAŞI, ŞERİAT, DENİZ BAYKAL, METİN AKPINAR, CEM GARİPOĞLU VS. VS..

Eski MİT’çi Yılmaz Tekin , haftalık   Aktüel   dergisinin 29 Aralık 2004 - 4 Ocak 2005 tarihli 36’ncı sayısında yayınlanan röportajında “top...