İSLAMCILIK, DEVLET, REJİM, MİT




Bir önceki yazıda, Yahya Konuk takma adıyla yayınlattığı Bosna'dan Afganistan'a Cihadın Mahrem Hikayesi adlı kitabıyla tanınan Bülend Tokgöz'ün Gençliğimi Şahitliğe Çağırıyorum (İstanbul: Ark Kitapları, 2016) adlı kitabında dile getirdiği "İslamcılıktan kopuş" gerekçesini tartışma konusu yapmıştık.

Yazarın fikirleri, yaşamış olduğu hayatı gibi dağınık ve düzensiz. Çelişki ve tutarsızlıklarla dolu. Bununla birlikte kitabı düzenli sayılır, iyi bir anlatıcı. 

"Allah Teâlâ'ya ihanet edebilirim, ettim de, ..., ama milletime hıyanet edemez, onun hukukunu ihlal edemezdim" demiş olduğunu (s. 24) bir önceki yazıda aktarmıştık.

Kitabın ilerleyen sayfalarında ise şöyle diyor:

"Benim sıdkım [sadakatim, bağlılığım] mihraklara, mahfillere, kudret sahiplerine, şeyhlere, isimlere, şunlara bunlara değil, önce rabbim olan Allah Azze ve Celle'ye sonra da dediğim gibi ümmetime ve insanlığa idi." (s. 361)

Böylece, kitabın sayfaları ilerlerken sadakatinin adresi de millet olmaktan çıkıyor ümmet haline geliyordu. Hatta bütün bir insanlık.. Bu durumda vatanın yerini de herhalde bu ümmete "mescid kılınmış olan yeryüzü", "Allah'ın geniş olan arz'ı" alıyor olmalıydı. 

Buna bağlı olarak İslamcılığı da tüyleri yolunmuş kanadı kırık bir kuş misali kör topal, ağır aksak da olsa geri dönüyor:

... Benim İslamcılarla derdim İslamcılık sebebiyledir, İslamcılıkla derdim de ana başlıklar halinde bunlardır. Yoksa dışarıdan bakıldığında, ben kendim öyle tarif etmesem de, beğensek de beğenmesek de hâlâ İslamcıyız.... (s. 362)

*

Yazar maceralı bir hayat yaşamış.. Bosna'dan Afganistan'a kadar farklı yerlerde silahlı çatışma ya da cihadın içinde bulunmuş, hem Ankara hem de İstanbul'da farklı "İslamcı" gruplarla teşrik-i mesaisi olmuş, 28 Şubat'ın ardından arkadaşlarıyla yasadışı bir örgüt kurmuş, buna bağlı olarak (Çeçenistan direnişini destekleme adına Türkiye’deki Rus temsilciliklerine yönelik) birtakım başarısız bombalama teşebbüslerinde bulunmuş, yakayı ele verip MİT'in sorgu odalarından ve Emniyet işkencehanelerinden geçmiş, bu arada hiç içine girmediği Fethullahçılarla da polis teşkilatında tanışmış, ve hapishanede gün saymış.. 

Çok okumuş, çok tartışmış, çok konuşmuş, çok dinlemiş.. "Çok yaşayan değil çok gezen bilir" hesabı farklı coğrafyalarda ve farklı mahfillerde gezip dolaştığı için bilmediğimiz pekçok malumat edinmiş. 

"Arayan Mevla'sını da, belasını da bulur" fehvasınca belaları genellikle kendisi davet etmiş ya da üzerine gitmiş. Bu yüzden de yaşamış olduğu birçok trajik ya da dramatik olay bir tür kara mizah görüntüsü veriyor. 

Bununla birlikte saf bir yanı bulunduğu için insan ona acımadan da edemiyor.

*

MİT'teki sorgusu sırasında ona söylenen bir sözü ilginç buldum: "Kim bilir belki sen de İsmet Özel gibi bir gün değişirsin, ha?" (s. 418)

Demek ki, İsmet'teki değişim(ler) hoşlandıkları birşeymiş.

Bir de, bir MİT'çiyle aralarında geçen şu konuşma:

- Ben aslında İstanbul'a üniversiteye geldiğimde eski çizgimden tamamen kopmuştum. Kitaplara kapanıp kendimi ilme verecektim ama bırakmadınız. Başörtüye, Kur'an eğitimine, İslam'ın tüm sembollerine fütursuzca saldırdınız. Bunlar işgal ordularının bile yapmakta zorlanacakları şeylerdi ama ısrarla yaptınız. En küçük bir muhalefet denememizi bile amansızca bastırdınız. Sayenizde ben yeniden eski çizgime döndüm, İslamcılaştım. Sebep sizsiniz.

- Biz? Biz kim?

- Rejim?

- Biz rejim değiliz ki.

- Nesiniz?

Rejim ayrı, Devlet ayrı.

- Ne ayrı, aynısınız işte!

- Hayır hayır. Bu tür şeyler olur, çok fazla abartma bunları, geçicidir, yarın başka şeyler olur. Devlet, başka. (s. 416-7)

*

Bu "devlet ayrı, rejim ayrı" hikâyesini Mehmet Şevket Eygi Millî Gazete'de yazıp duruyordu. 

"Devlet cevherdir, rejim arazdır" diyordu. (Mesela insanı cevher kabul edersek, gençliği arazdır. Gelip geçer.)

Aslında cevher ve araz kavramlarıyla düşünülürse, devletin de araz olduğunu söylemek gerekir, cevher ancak insanlar (halk, millet) olabilir. Devletler de "Bir varmış, bir yokmuş" hesabı gelip geçicidirler. Dünyada insanlıkla yaşıt devlet var mı?!

Fakat, insanlar da cevher sayılmazlar, çünkü kalıcı değildirler, geçip giderler. Mesela bu topraklarda şu anda, 1900 yılının insanlarından hiç kimse yaşamıyor. O günkü insanlarla bugünün insanları, o günün milletiyle bugünün milleti tamamen farklı. Aynı milletten söz etmemizin nedeni birtakım kurumların aynen devam ediyor oluşu, aynı dilin konuşulması.. 

Irmağa aynı ırmak deriz fakat akan su hiçbir zaman aynı su değildir. 

Evet, devlet itibarî bir kavramdır. Pratikte sadece insanlar vardır. Devlet, gerçekte yönetici zümre demektir (siyasetçiler ve bürokratlar). Devlet, sadece zihnimizde olan bir kavramdır, soyutlamadır. Bu yüzden, "Devlet ayrı, rejim ayrı" demek anlamsızdır. Devlet, rejimin ta kendisidir. 

Türkiye'de yaşanan şu: Devlet (yönetici zümre, siyasetçiler ve bürokratlar), rejimden daha hızlı değişiyor. "Mahkeme kadıya mülk değildir" fehvasınca gelen gidiyor.

Fakat onların zihniyet ve yönetim üslubundaki, yönetim anlayışındaki (rejimdeki) değişim çok çok yavaş. 

*

Kitaba dönelim..

Yazar, nasıl tutuklanndığını ve sorgulandığını ayrıntılı bir biçimde anlatıyor.

Arkadaşlarıyla bir yasadışı örgüt kurmuştur.. Adı büyük ve haşmetlidir, örgüt.. Ancak sayıları bir elin parmaklarını bulmamaktadır. Sağdan say dört kişi, soldan say yine aynı.

Başlangıçta bir eylem nedeniyle iki kişi tutuklanmışlardır, yazar, arkadaşının kendisini ele vermiş olduğunu düşünür. Arkadaşı ise ona, “Beni tutukladıklarında herşeyi biliyorlardı, seni ele veren ben değildim” der.

Okuyalım:

Dört kişi, dört kişilik deliğe tıkılmış on kişinin yanına sokuşturulduğumuzda dünyaları yıkılmış, kara bahtlarına lanet okuyan insanlar değildik. … Sevkimiz yapılana kadar bu fare deliğinde nöbetleşe uyuyacak, bize ayrılan bir ranzadan ibaret hayat sahamızda başımıza gelen şeyi yorumlamaya çalışacaktık.

Koğuşun televizyonundaki bir görüntü en büyük sualimize bence yeteri kadar net bir cevap veriyordu. İran Reisicumhuru Hatemî, Rusya’ya tarihî bir ziyaret gerçekleştiriyor, Putin’le milyar dolarlık anlaşmalar imzalıyor, iki ülke adına yeni bir paktın temellerini atıyordu. Biz işte bu yüzden yakalanmıştık. Bu ittifakı sabote etmek için. Rus hedeflerini İran’dan aldıkları talim ve talimatla vuran bir İslamcı hücre düşünsene. İran-Rus yakınlaşmasını MİT bundan daha iyi sabote edecek kaç vesile daha bulabilirdi? Her şeyi bozmaya yetmezdi ama düşmanlarının karşılıklı güvenlerini ne kadar bozabilirse o bir kazanımdı.

MİT, bizi buna yarayacak ifadeler vermemiz için almıştı. Zillettin’in ifadeleri İran istihbaratından ders aldığı kabulünü içermesi hasebiyle bu işe zaten biçilmiş kaftandı. Ne var ki senaryonun vuruculuğu için benim en azından oyuncu kadrosu içinde olmam şarttı. Bu bakımdan MİT beni ajanlaştırmak, pasifize etmek veya başka bir maksat için değil, doğrudan kodese tıkmak için yakalamıştı. İstenen ifadeleri vereyim veya vermeyeyim, şöyle böyle İrancı bir arka planı olan grubun Rus hedeflerine saldırmış olması gerçeği az buçuk da olsa işlerine yarayacaktı. …

Bütün bunlardan emin olarak böyle bir zamanlamayla bu operasyonu yapmaları için ellerinde çok güçlü istihbaratın olması gerekirdi. Nitekim Zillettin kendisine olan güvenimi geri toplamak için tekrar be tekrar aynı şeyi söylüyordu:

- Valla abi, ekmek Kur’an çarpsın, beni aldıkları gün her şeyi biliyorlardı. Masanın üzerindeki dosyayı net gördüm, üzerinde senin ve kardeşinin resmi vardı. Daha ilk gün. Bana ilk günden seninle ilgili sorular sordular. Her şeyi biliyorlardı. Nereden biliyorlardı, bilmiyorum. Beni daha ziyade Hizbullah ve İran’la ilgili sorguladılar. Sizi ben yakalatmadım, hepimizi başka biri yakalattı. Ama kim?..

… Biri işimizi önceden vermişti. MİT’le iş pişiren biri çıramızı yakmıştı. (…)

Küçük örgütümüzde büyük bir yılgınlık ve paranoya baş göstermişti. Bizim kadar küçük ve gizli bir yapıya bile sızmış idiyseler, onlardan habersiz hiç bir şeycik olamazdı, olmuyordu. Silahlı örgütlerin alayı sakalı ele vermişti, hepsi onların kontrolleri altında idi. Onların kontrolünden uzak durmak istiyorsan silahtan uzak durmalıydın. Ne şeytanı gör ne Lahavle çek!..

Bu komplocu zihne belki başka tür bir komplocu zihinle karşılık veriyordum ama bunun bugün de doğru olduğuna kailim. Diyordum ki: Evet, silahlı yapılara sızmaya çalışıyorlar, silahsız yapılara ise sızmışlar. Gizli örgütlere sızmakta bu kadar beceriklilerse, ki öyleler, açık yapılarda vaziyet nasıldır? Devlet kumarı sevmez. Oynayacak olduğunda masaya koyduğu kendi bekası olmaz. Bizim gibileri kontrol etmek ister, vakıfları, dernekleri ise mutlaka kontrol eder. …

Seneler boyunca bizi yakalatan casusun kim olabileceği üzerinde düşündüm durdum. Cevabı tam on iki sene sonra buldum. Beni bu delikte ziyarete gelen tek arkadaşım, casus işte oydu. Kardeşimle gelmişti, günün anlam ve önemine uygun bir kostüm seçmiş, yeşil bir parka giymişti, mazgaldan peşi sıra bakarken dünyada en sevdiğim insanın o olduğunu düşünmüştüm. Keşke oğlum ölmese idi de dışarıda onun yanında büyüse, onun gibi biri olsa idi.. Casus oydu. (s. 455-7)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...