ÇAKMAKİZM'İN (İSLAM'SIZ MÜSLÜMANLIĞIN) YOL HARİTASI

 


Evet, Bediüzzaman Said Nursî, Sırr-ı İnnâ A’taynâ Risalesi adlı kitabında (İstanbul: Derin Tarih Kültür Yayınları, 2016) Mustafa Kemal, İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak'ı bir "üçlü" olarak ele alıyor ve Fevzi'nin üçüncüleri olduğunu söylüyor (Eser, Derin Tarih dergisinin Ocak 2016 tarihli 46’ncı sayısının hediyesidir): 

“Üçüncüsü (Fevzi) zahiren İslamiyet taraftarı ve bir derece iman sahibi olarak kendini gösteren fakat ehl-i iman onun sûrî (şeklî, özden yoksun, sözde) diyanetine (dindarlığına) aldanıp, dizginleri öteki gaddarların eline verdiğinden o Fevzi dahi o cinayette hissede (hissedarlıkta) İsmet’e nisbetle … hisse alır.” (A.g.e., s. 37.)

Demek istediği şu: Ehl-i iman, Müslümanlar, Fevzi'nin dindarlığına aldanarak, dizginleri onun birlikte hareket ettiği Mustafa Kemal ile İsmet'e vermekte beis görmediler.

"Dindar Fevzi de yanlarında olduğuna göre, onlarla birlikte hareket ettiğine göre sıkıntı yok" diye düşündüler.

Aldandılar.

Her ne kadar Fevzi, Kemalizm adına yapılan icraatın fikir babası veya teşvikçisi değildiyse de, yapılanlara itiraz etmediği için onların halk nezdinde meşruiyet kazanmasının aleti oldu.

"Bakın Fevzi Paşa gibi elinden Kur'an düşmeyen bir adam itiraz ediyor mu?.. Etmiyor!.. Demek ki sıkıntı yok!" denildi. 

Böylece Fevzi, Mustafa Kemal ile İsmet'in "cinayet"inin ortağı olmuş oldu.

*

Fevzi Çakmak'ın, dindar bir insan olarak, yapılanlara itiraz etmesi gerekirdi.

Tabiî o dönemde birşeylere itiraz etmek kolay değildi. İnsan canı sudan ucuzdu.

Mesela birşeylere karşı çıkan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey, "tesadüfen" Atatürk'ün muhafızı Topal Osman Ağa tarafından tuzağa düşürülüp boğdurularak öldürülmüştü.

Diğer milletvekilleri bu olaydan gerekli dersleri çıkarmışlardı.

Zaten Atatürk de, Yunan'ın denize dökülmüş olmasının getirdiği cesaretle "İhtimal bazı kafalar kesilecektir" diye konuşmaya başlamış durumdaydı.

Blöf yapmıyordu. 

"Hakimiyet (egemenlik) ... hiç kimseye ilim icabıdır diye müzakereyle (fikir alışverişiyle), münakaşa (tartışma) ile verilemez, hakimiyet ... kudretle ve zorla alınır" diyordu.

Yani "Hayatta en hakiki mürşit ilimdir" mottosu aptalları aldatmak için söylenen bir avcı yemiydi.. "Hayatta en hakiki mürşit, Zorba Hurşit"ti.

Egemenlik panayırında ilmin değil "İhtimal bazı kafalar kesilecektir" diyen zorun borusu ötüyordu.

İskilipli Atıf Hoca'nın darağacındaki görüntüsü, her tür nutuktan daha etkileyici ve ikna ediciydi.

"Herşey, Fevzi Çakmak da yaşarken oluyor"du.

Kâzım Karabekir gibi isimlerin İzmir Suikasti davasında ipten nasıl kılpayı kurtulduklarını, İsmail Canbolat gibilerin ise 10 yıl hapse itiraz ettikleri için "Beğenmediniz mi, o zaman alın size yağlı ip!" denilerek asıldıklarını görmüştü.

Dindar Fevzi herşeyin farkındaydı ve bedel ödememek, emekli edilip Kâzım Karabekir gibi süründürülmemek için "zamanın ruhu" karşısında boyun eğmişti.

*

Ancak, bunun farkında olması Fevzi'nin dünyasını kurtarsa da ahireti için yetmiyor, vebalini azaltmıyordu. 

En azından susması, kenara çekilmesi ve Kemal ile İsmet'in sessiz suç ortağı olmaması gerekirdi.

Bunu Mehmed Akif yapmış, soluğu Mısır'da almıştı.

Başının kıymetini bildiği için Kemal hakkında olumsuz bir çift laf bile söylemiyordu, fakat "Selamet der kenarest" diyerek kaçıp gitmişti.

Kemal hakkında konuşmak, Sultan Abdülhamid'e "herif" diye diklenmeye, sövüp saymaya benzemiyordu.

Abdülhamid'in Topal Osman Ağa gibi muhafızlarının bulunmadığını, onun, tahtını başına geçirmek için teşkilat kuranları "suikast" davalarıyla astırmak gibi kataküllilerinin olmayacağını biliyordu.

*

Abdülhamid'in kitabında suikast, zehirleme, uyduruk davalarla astırma, kafa kesmeyle tehdit edip susturma, kılık kıyafet için adam asma (Mesela şapka muadili bir fes yada sarık için adam kesme), İstiklal Mahkemesi adıyla idam mangası oluşturma yoktu.

Dolayısıyla Abdülhamid'e aslan parçası cesur yürek yazar ve şairler kahramanca posta koyabilirler, ona tuzak kurup faytonunu ve pekçok vatandaşı havaya uçuran ermeni teröristi bile "Ey şanlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın / Attın, yazık ki, yazıklar ki vurmadın" diyerek övebilirlerdi.

Abdülhamid'in bunu yazan densiz Tevfik Fikret gibileri suikast davasına iliştirip ipe göndermek bir tarafa, "terör işbirlikçisi, propagandacısı" diyerek hapse bile attırmayacağını biliyorlardı.

Dolayısıyla kendilerine fikir hürriyeti tanımayan despot Abdülhamid'e rahatça sövebilirlerdi.

Kemal Atatürk içinse ancak "Kâbe Arab'ın olsun / Bize Çankaya yeter!" türünden şiir adı verilen tapınmalarda bulunulabilirdi.

Memlekete tapınma ve kulluk hürriyeti, putperestlik özgürlüğü onun sayesinde nihayet gelmişti.

*

Mehmed Akif gibi susmayı tercih eden bir başka isim, Ankara'ya davet edilip âlâ-yı vâlâ ile karşılanan Bediüzzaman Said Nursî idi..

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin aksine önceden istihbaratı bulunmadığı için Ankara'dakiler hakkında hüsnüzanda bulunmuş, fakat keskin zekâsı ve mütebahhir ilmi ile hemen durumun farkına varmıştı.

Bu yüzden Ankara'yı terk edip Van'a gitmiş, uzlete çekilmişti.

Fakat Kemal Atatürk, Sultan Abdülhamid değildi.. 

Bediüzzaman, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi Mısır'a kaçıp gitmediğine göre, ondan yakasını kurtaramazdı.

Bu yüzden onu sürgün ve hapislerle süründürdüler. 

Oysa, siyasî konularda konuşmayı bırakmış durumdaydı. 

Fakat değil mi ki "iman hakikatleri"ni anlatıyordu, imansızlığın ve laikliğin (siyasal dinsizliğin) tellallığını yapmıyordu, Ali Rıza ile Zübeyde'nin oğluna tapmıyordu, o, bir tehlike ve tehditti.

Susturulmalıydı.

Bu yüzden, sürgün ve hapis yetmiyormuş gibi defalarca zehirlendi. Fakat ölmedi.

Şeyh Es'ad Erbilî rh. a. onun kadar şanslı değildi. 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KAPLAN'IN ÜFLEDİĞİ KAVAL VE KOYUN SÜRÜSÜ

  Risale-i Nur  talebesi gazeteci-yazar  Mustafa Kaplan,  “sufizm” konulu “beyanname”leri için şöyle bir yeni açıklama yapmış: Dünyânın çoba...