2010 yılı sonlarıydı.
O zamanlar Rıhle diye bir dergi vardı.
Bu dergiyi çıkaran Daru’l-hikme
diye de bir dernek..
Ebubekir
Sifil ve Hakan Talha Alp gibi isimler burada ilim taliplerine dersler
veriyorlardı.
Bunların bir de e-posta grubu vardı.
İlim ehli insanlardır, bunlardan istifade edebilirim diye üye
olmuştum.
Fakat, o grupta yapılan bazı paylaşımlara bakınca, “iyi saatte olsunlar”ın, “üç harfli derin varlıklar”ın burada
cirit atmakta olduklarını fark etmiştim.
Bu üç harfli derinlerin söz konusu platformda reklamını
yaptıkları isimlerin başında eski komünist yeni Türk ırkçısı İsmet Özel, turfanda Kemalist Dücane Cündioğlu ve felsefeci Prof. Teoman Duralı geliyordu.
Teoman Duralı’nın da üç harflilerin gözdesi olduğu
anlaşılıyordu.
*
Bugüne gelelim..
Yeni
Şafak'ın 7 Aralık 2022 tarihli bir haberi şöyle:
Bir yıl önce aramızdan ayrılan Prof.
Dr. Ş. Teoman Duralı için (Cumhurbaşkanlığı) İletişim Başkanlığı’nca “Kutadgu
Bilig’in Peşinde Bir Filozof: Vefatının Birinci Seneidevriyesinde Ş. Teoman
Duralı Uluslararası Felsefe-Bilim Sempozyumu” düzenlendi. İki gün boyunca
sürecek sempozyumda, dersleri, konferansları, televizyon söyleşileri, şiir ve
hatıralarıyla ortaya koymak istediği derin düşünceleri ayrıntılı olarak ele
alınıyor. Sempozyumun ilk gününde konuşan İletişim Başkanı Fahrettin Altun,
“Teoman Duralı, Türk düşünce dünyasının zenginliğidir. Onu bütün dünya tanısın
istiyoruz” dedi.
İnternetteki bir sitede bir yazar, söz konusu
sempozyumu tanıtırken Duralı için
"Büyük alimdi" değerlendirmesini
yapmış bulunuyor.
Alim değildi, “büyük alim” hiç değildi. (İslamî ilimler alanında.)
İlla da büyük sıfatı kullanılacaksa (İslamî ilimler alanında) "Büyük cahildi" diyebiliriz, cahillerin büyüklerindendi.
Müslüman değildi demiyorum, bu konuda hükmü Allahu Teala verecektir, fakat
alim değildi.
*
Biz tekrar 12 yıl öncesine gidelim.
Söz konusu e-posta grubuna birşeyler öğrenmek,
istifade etmek için katılmıştım, fakat orada yapılan paylaşımlara bakınca, kimi paylaşımcıların birşeyler öğrenmesi gereken kişiler oldukları kanaatine varmıştım.
O yüzden, bazı konularda hatırlatmalarda
bulunmaya başlamıştım.
O sırada Rıhle Dergisi Teoman Duralı ile de bir röportaj yapmış bulunuyordu.
Bu yüzden, Ocak 2011’de Darulhikme’nin e-posta grubunda Teoman Duralı’yla ilgili değerlendirmelerimi paylaşmıştım.
Bunun üzerine söz konusu platformda icra-yı sanat eyleyen üç
adet “üç harfli”, bana karşı
saldırıya geçmişlerdi.
Bunlardan biri, bir paylaşımında, benim Teoman Duralı’ya getirdiğim eleştirilere cevap vermek yerine “istihbaratçı”
kurnazlığı ve ağzıyla bana karşı şu sözleri sarfetmişti:
Siz kaç
kişisiniz?"Yazarlık-eleştirmenlik-allamelik" yaptığınız diğer mail
grupları hangileri? Daru'l-Hikme mail grubunu seçmenizin özel bazı nedenleri
var mı? Sahi siz-küstahça büyüklenmenin dışında birden fazlaysanız da sizler ne
işle meşgulsünüz? Her yazıya-yoruma "çöküp" bir yerlerinden
"manuplasyona" uğratıp, alabildiğince uzun ve agresif yazılar yazmaya
bu kadar vakti nereden buluyorsunuz? Kendinizi bu işe memur etmenizin
"tatminsizlikten" başka bir nedeni var mı? Teoman Duralı,İsmet
Özel,Dücane Cündioğlu saldırganlığının asıl başka nedenleri var mıdır?
Bunlar "sistem"
için çok tehlikeli olan ve manuplasyona kapalı,üretken ve "moderniteye
meydan okumanın" başını çeken insanlar. Burası aynı karşı duruşun
neredeyse merkezi haline gelmiş Daru'l-hikmenin bir paylaşım alanı.
Sizdeyse Selefi geçinip
"protestanlık kaktırmaya çalışan" bazı "Virüs taramasından
geçmeliyiz." diye velvele koparmaya kalkan uyanıkların fikirleriyle
örtüşen " Felsefenin o dönemde İslam
açısından tehlikesi, özellikle metafizik alanındaki değerlendirmelerin
"""KELAM VE TASAVVUFA SIZMASIYLA""" ortaya
çıkmıştır." gibi cümlelere çok fazla rastlanıyor.
(Kelam ve tasavvufun itikad
ve toplumsal-bireysel hayattaki merkeziliği düşünülürse sızma bir felaket
vurgusu olur.Alevilik ve sünniliğin keskin çizgilerle ayrılmışlığıysa bu
felaketi çoktan ortadan kaldırmışken bu "sızma" felaket tellallığı da
ne oluyor?Bu ifadeyi biraz açar mısınız,bakalım altından bir şey çıkacak
mı?Türkiye'de ve dünyadaki Sünni İslamın temel sorunu kurumların zalimler ve
gafiller eliyle despotça yok edilmesi ve sağlıklı ve derinlikli bir
eğitim-öğretimin yapılması çabasına dönük kurumsallaşmanın engellenmesi.Daru-l-Hikme
bunun için de var değil mi?)
Ve bir yığın
"malumatfuruşlukla" sıvanmaya çalışılmış bir dünya manuplasyon. Koskoca ve çok değerli bir mülakat
sizin acip abes sığ manuplasyonlarınızla saptırılacak değil gerçi. Büyüklenmenin
şiddetiyle tavana yapışık yazdığınızı düşündüğüm siz "Say'a" yakışan aslında çok daha zarif cümleler vardı
,ama kendimi bu işe memur edecek değilim,iflah olmaz enaniyetiniz ve
küstahlığınızla uğraşmaya vaktim de yok.Zaten uğraşmaya da değmezsiniz.Bakınız
yine cevap vermeye yeltenip,kalkışmadım.Yine sizi apaçık suçladım. Birileri
birilerine "Çüş ulan deve!"
demesini de bilmeli ve denmesi gereken yerde de çekinmeden demeli.
*
Bu paylaşımın açık ve örtülü mesajları, üslubu ve mantığı,
karşımdaki insanların “derin”
mahfiller adına çalıştığını belgeliyordu.
Benim gibi birine “Siz kaç kişisiniz?” diye soruyorsa bir kimse (ya da kimseler), bunun açıklaması ancak şu olabilirdi: Bunu yazan kişi ya da kişiler, bir ekip halinde çalışmaya ve aynı takma ismi kullanmaya alışkın birileri olmalıydılar.
Diyelim ki takma bir isim ürettiler, birkaç kişi birden bu ismi
kullanarak ekip halinde çalışma yapıyor olmalıydılar.
Aksi takdirde, muhataplarına böylesi bir suçlamada bulunmak akıllarının
ucundan bile geçmezdi.
Bana bu suçlamayı yönelterek, kendilerine yönelecek benzer kuşkuları benim üzerime çevirmeye
çalışıyor, fakat bu arada kendilerini deşifre ediyorlardı.
Sıradan bir insan, böylesi bir tartışmada karşısındakine asla
“Siz kaç kişisiniz?” diye soramazdı, böyle bir komplo teorisi üretemezdi.
Böylesi bir paranoya
sergileyemezdi.
Ve yine, sıradan bir insan, tartıştığı kişi veya kişilere, bana
o platformda yaptıkları gibi, “Sen
paranoyaksın, paranoid şizofrensin, hastasın, tedavi olman lazım, tımarhaneye
gitmen lazım” diye karşılık vermezdi.
*
Nitekim ben, o üç harflilere bu üslupla ve bu şekilde karşılık
vermemiştim.
Böylesi bir üslubun gerisindeki saik ya da motivasyon, salt amatör Teoman Duralı sevdası ya da fanatizmi olamazdı.
Bu üslup bir profesyonellik
gerektiriyordu.
Karşımda, asıl benim “Siz kaç
kişisiniz?” diye sormamı gerektiren bir ekip faaliyeti vardı.
Bunların bana yönelttiği “ ‘Yazarlık-eleştirmenlik-allamelik’
yaptığınız diğer mail grupları hangileri?” sorusu, bu adamların faaliyet
gösterdikleri tek e-posta grubunun Darulhikme’ninki olmadığını ortaya
koyuyordu.
Kendilerindeki kusurları başkalarına bilinçli biçimde atfedenlerin genellikle ajanlar olduğunu çoktan öğrenmiş durumdaydım.
*
Demek ki insanlara akıl öğrettikleri başka mail grupları da
vardı. İşleri güçleri, meslekleri ya da görevleri buydu..
Bana yönelttikleri şu soru, daha bir aydınlatıcıydı: “Daru'l-Hikme mail grubunu seçmenizin özel bazı nedenleri var mı?”
Anlaşılıyordu ki, bunların söz konusu mail grubunu seçmeleri “özel” nedenlerden yani “özel görev”den
kaynaklanıyordu.
Ayrıca, “manipülasyon”
ve “tatmin” kavramlarının kullanılması,
paylaşımı yapan şahsın çalıştığı odak hakkında yeni ipuçları veriyordu:
“Her yazıya-yoruma ‘çöküp’
bir yerlerinden ‘manuplasyona’ uğratıp, alabildiğince uzun ve agresif yazılar
yazmaya bu kadar vakti nereden buluyorsunuz? Kendinizi bu işe memur etmenizin ‘tatminsizlikten’ başka bir nedeni var
mı?”
Evet, böyle diyordu..
Anlaşılıyordu ki manipülasyon ve kışkırtıcı agresiflik bunların uzmanlık alanıydı.
*
Ben insanları ne bir
cemaate, ne bir partiye, ne bir gruba, ne de belirli bir siyasal teşkilata ya da harekete
çağırıyordum.
Bir izleyici/takipçi kitlesi oluşturmak, taraftar toplamak gibi
bir derdim yoktu.
Sadece ilmî doğruları yazmıştım.
Daha doğrusu, insanların üzerine yanlışları boca edenler
karşısında susmayı veballi görüp bazı uyarılarda bulunmuş, bunun üzerine
saldırıya uğrayınca cevap vermek zorunda kalmıştım ve böylece söz uzamıştı.
Yalan yanlış yazıları mail grubuna sürekli gönderip insanları
manipüle edenler aslında kendileriydi.
Ancak, bu yaptıklarının “tatmin”le
de bir ilişkisi yoktu, onlarınki can sıkıcı bir “özel görev”di.
Ve, kendileri açısından sorun olan insanlara “tatmin” eksenli suçlamalar yöneltmek de,
vazgeçemedikleri taktiklerinden biriydi.
*
Şu lafları da ilginçti:
“Teoman Duralı, İsmet Özel,
Dücane Cündioğlu saldırganlığının asıl başka nedenleri var mıdır? Bunlar ‘sistem’ için çok tehlikeli olan ve
manuplasyona kapalı, üretken ve ‘moderniteye meydan okumanın’ başını çeken
insanlar.”
Şunu biliyordum: Bu isimlerin “sistem” ile bir alıp veremedikleri aslında yoktu.
Tam aksine, baştan beri, Müslümanların bir şekilde “sistem”i benimsemesine yarayacak söylemler
geliştirmişlerdi.
Mesela, İsmet Özel, “hidayete erince” Müslüman gençleri lüzumsuz
konularla meşgul edip durmuş, kendisinde hiçbir zaman “Şeriat” vurgusuna rastlanmamıştı.
Komünizm tehlikesine karşı İslâm’ın Batı tarafından bir dereceye
kadar hoşgörüyle karşılandığı Soğuk Savaş döneminde aniden İslâm’ı keşfetmiş ve
“particilik” yapmaya başlamıştı.
İslâm’ın bir medeniyet olarak savunulması çabalarını sabote
etmek için de “Üç Mesele”si (daha doğrusu Üç Masal’ı) ile medeniyet aleyhtarlığı yapmıştı.
Nedense bu vatandaşın “İslâmî” kelimesine karşı bir alerjisi
vardı. İslâmî edebiyat konusunda düzenlenen bir sempozyumda, “İslâmî edebiyat olmaz” diyebilmişti.
Ne zaman ki Soğuk Savaş bitmiş, “dünya sistemi” yeni tehdit
olarak İslâm’ı seçmişti, bu defa bu şahıs “zamanın
ruhu”na uygun olarak, Erbakan’ın Millî
Görüş çizgisinden Türkçülüğe yatay
geçiş yapmıştı.
Eleştiriyor göründüğü Akparti’ye karşı da, “İslâmî” kelimesine
alerjisi olduğu için, Şeriatçılığı ve ümmetin birliğini değil, Türkçülüğü
savunmuş, bu şekilde adres şaşırtmaya uğraşmıştı.
*
Birileri İsmet Özel’i nasıl gündemde tutacaklarını da iyi
biliyorlardı. Mesela birisi, “İsmet Özel’in anakronik Türklük yaklaşımına bir
eleştiri” başlıklı bir yazı kaleme almış, eleştiriyormuş
gibi yapıp allayıp pullamıştı.
İsmet Özel’in hurafelerinin, İslâm’ı benimsemeyen Batıcı ve
ateist Türkler nezdinde zaten bir kıymeti yoktu, fakat onun “düşünce
dünyalarını tahrip etmek istediği” kesim esasen bunlar değildi.
Özel’in amacı, müslümanlardaki “Kur’an ve Sünnet” merkezli
müslümanlık anlayışını Türklük kavramıyla ekseninden kaydırıp “devletçi” hale getirmekti.
Önce, “Türk eşittir müslüman” tekerleme ya da
safsataıanı tekrarlayıp duracak, zamanla, zaten yanlış olan “Türklük eşittir müslüman” hurafesini de
unutacaktık. Böylece aklımızda sadece Türklük kalacaktı.
O arada, bu sinsi oyunun bir sonucu olarak
Müslümanlık kavramı “gümbürtüye gidecekti”..
Bir de bakacaktınız ki, sırat-ı müstekîmden,
istikametten, Şeriat’ten, İslâm’dan,
ümmet-i Muhammed’den (s.a.s.) söz
eden insanlar gitmiş, yerlerine Türkçülük
yapanlar gelmiş..
Şeriat konusundaki hassasiyetiyle bilinen Nakşbendî
tarikatı şeyhi Prof. Dr. M. Esad Coşan hocanın varislerinin çok kısa bir sürede
“Bozkurtlara oy ver, yol ver” diye Türk musikisi eşliğinde halay çekmeye
başladıkları görülmemiş miydi?!..
*
İsmet Özel’in akademik versiyonu gibi yazıp çizen Teoman Duralı ise, Özel’den daha bilgili
olmakla birlikte daha etkisizdi.
Felsefeci olması onun Özel kadar kolay saçmalamasına engel
teşkil ediyordu.
Zihnindeki felsefî prangalar, cesurca mantık hatası
sergilemesine mani oluyordu. Fakat onun da derdi son tahlilde İslâm değildi.
Devletçi bir çizgisi vardı.
Dücane ise, bu iki isme göre daha kalitesiz olmakla birlikte, Müslüman
gençlere daha büyük zarar vermiş bulunuyordu.
Her şeyden önce, İbn Arabî, vahdet-i vücud, aşk, meşk derken işe
şehevî bir boyut katmış bulunuyordu.
İslâm’ı da, tasavvufu da, İslâmî ilimleri de ha bire
sulandırıyor, şirazesinden çıkarıyordu.
Dücane’nin sürekli “gelenek”
kavramına vurguda bulunması, “modernizm”
aleyhtarlığı yapması ve “tasavvuf”
edebiyatı paralaması, insanların ondaki “virüs”ler karşısında savunma
mekanizmalarını çalıştırmalarına engel oluyordu.
Bu yüzden de, verdiği zarar, o yıllarda, önceki iki isme göre
daha fazla oluyordu.
İşte bana saldıran üç harflilere göre, bu isimler “manuplasyona kapalı” idiler.
Peki hangi manipülasyona?..
*
Cevap belliydi..
Mesela İsmet Özel’i hiç kimse Şeriat yönünde manipüle
edemiyordu, “Türklük” davasını kazık gibi savunmaktan onu hiç kimse alıkoyamıyordu.
Dücane de, İbn Arabî’de iyi bir “damar” yakalamış bulunuyordu.
Bazı mutasavvıflar, her ne kadar bu söyledikleri de lüzumsuz
olsa bile, mecazî aşktan ilâhî aşka
doğru gidişten söz ederken, Dücane gibiler tam tersini yapıyor, ilâhî aşkla
söze başlayıp sonra mecazî aşka yelken açıyordu.
Evet, aslında Dücane gibi isimler, tasavvuf adı altında gerçek
tasavvufu katlediyor, aşk edebiyatı maskesi altında laubaliliği
yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı.
Feyz aldıkları kaynak onlar açısından “sağlam”dı: İbn Arabî..
Adamda herşey vardı. Firavun imanı
bile..
Havuz başı hocası Adnan Oktar da ondan feyz almış, kitaplarındaki saçmalıkları alıntılamak
suretiyle “maddenin gerçekte mevcut
olmadığına” dair bir kitap yazmış, diğer kitaplarına da bu saçmalığı
serpiştirmişti.
Cündioğlu ve Oktar gibi adamlara Cüneyd-i Bağdadî ya da Haris-i Muhasibî tasavvufu yaramıyordu..
Bunların tasavvuftan anladığı sadece İbn Arabî lafazanlığıydı.
İşlerine bu geliyordu.
Durum buyken bir üç harfli bana “Teoman Duralı, İsmet Özel,
Dücane Cündioğlu saldırganlığının asıl başka nedenleri var mıdır? Bunlar ‘sistem’ için çok tehlikeli olan ve manuplasyona kapalı, üretken ve ‘moderniteye meydan okumanın’ başını
çeken insanlar” diye soruyordu.
Böylece, Darulhikme’nin mail grubuna üye olan insanları manipüle
etmeye uğraşıyordu.
*
Bunlar, “sistem”,
“modernite” vs. diyerek icat ettikleri yel değirmenleriyle müslümanları
yıllarca uğraştırıp durmuş, ümmetin gerçek sorunları üzerinde kafa
yormalarına fırsat vermemeye çalışmışlardı.
İsmet Özel, sosyalist Wallerstein’dan çaldığı “dünya sistemi” kavramıyla kafa karıştırıp durmuş, onun alternatifi olarak da “Türklüğü” sunmuştu.
Müslümanlığın bile adını Türklük olarak
değiştirme hokkabazlığını sergileyebilmişti. Ona göre, müslümanın cihad edenine Türk deniliyordu.
Ayet-i kerimede geçtiği gibi “Ben müslümanlardanım” dediğiniz zaman, İsmet Özel’e göre cihad
kaçkını hale gelmiş oluyordunuz. “Elhamdülillah Türküm” demeliydiniz.
Böylece, İslâm tahrif edilmiş oluyordu.
Göz göre göre hem de..
Bunu yapan kişi, aklını
yitirmiş bir zavallı değildi, milleti akılsız yerine koyan bir abrakadabracıydı..
Ne paranoyaktı, ne de paranoid şizofren.. Cin fikirliydi..
*
Aynı isimler eliyle ne idüğü belirsiz bir “moderniteye meydan okuma” icat edilmiş, müslümanlar doğru dürüst
tarif bile edemedikleri modernite ile savaş için tonlarca mürekkep israf
etmişler, uzun nutuklar atmışlar, onların önüne bu kavramları “yem” olarak
atanlar da bu zavallı komedyayı kenardan izleyip kıs kıs gülmüşlerdi.
Şimdi de aynı şeyi Darulhikme’nin e-posta grubunda yapıyorlar,
benim basit bir müdahalemi bile gürültü ve patırtı ile geri püskürtmeye
çalışıyorlardı.
Evet, bu tartışmanın ardından Darulhikme’nin grup üyeliğinden
ayrılmış, meydanı üç harflilere
bırakmıştım.
Onların istediği de buydu..
Ne ilk ne de son sürgünümdü bu.
*
Söz konusu üç harfliye şöyle
cevap vermiştim:
Cevap
vereyim:
“Siz kaç kişisiniz?"
Tek
kişiyim. Beni tanıyanlar, bugüne kadar, hiçbir yazım için başkasından yardım
almadığımı bilirler.
“Yazarlık-eleştirmenlik-allamelik" yaptığınız diğer mail
grupları hangileri?”
Başka yok..
“Daru'l-Hikme mail grubunu seçmenizin özel bazı nedenleri var
mı?”
Darul Hikme
grubuna aylar öncesinde üye olmuştum. Nedeni, buranın, ilme saygı duyduğunu ve
ilim erbabı ile taliplerinden oluştuğunu düşünmemdi. İstifade edeceğimi
düşünmüştüm.
“Sahi siz-küstahça büyüklenmenin dışında birden fazlaysanız
da sizler ne işle meşgulsünüz?”
Bu ifadeler
terbiyesizlik.. Büyüklenmekten Allah’a sığınırım. Ne işle meşgul olduğumu, beni
tanıyanlar biliyorlar. Sana söylemek zorunda değilim. Ama, önce sen kim
olduğunu, ne işle meşgul olduğunu açıklarsan, belki ben de açıklamayı kabul
edebilirim.
“Her yazıya-yoruma "çöküp" bir yerlerinden
"manuplasyona" uğratıp,alabildiğince uzun ve agresif yazılar yazmaya
bu kadar vakti nereden buluyorsunuz?”
Geçmişteki
meşguliyetlerimden dolayı on parmak yazan biriyim. Her anlamda hızlı yazdığımı
söyleyebilirim. İfadelerim edebi olsun diye üzerinde fazla durmam, meramımı
anlatan cümleleri yazıp geçerim. Yazılarımın fazla vaktimi aldığını söyleyemem.
“Kendinizi bu işe memur etmenizin
"tatminsizlikten" başka bir nedeni var mı?”
Bu ifade
de, terbiyesizlik ve edepsizlikten başka birşey değil.. Aslında, bu mail
grubuna üye olmaktan pişmanlık duymaya başlamış bulunuyorum. Çünkü, layık
olmayan ve ehil olmayanlarla konuşmak vakit israfıdır. Ancak, sesini çıkarmayan
iyi niyetli üçüncü kişilerin var olduğunu düşünmem, yazmama neden oluyor. Bu
cahilce soru için şunu söylemek gerekiyor. Hadis-i şerifte, bildiği bir ilmi
gizleyene kıyamet gününde ateşten gem vurulacağı bildiriliyor. İsterdim ki,
burada benim düzelttiğim hususları bir başkası düzeltsin. O zaman susardım.
Bunu göremediğim için yazıyorum.
“Teoman Duralı,İsmet Özel,Dücane Cündioğlu saldırganlığının asıl
başka nedenleri var mıdır?”
Neden
olarak yazdıklarım yetmez mi?! Başka neden aramanı hangi nedenler gerektiriyor,
önce buna bir cevap ver..
“Bunlar "sistem" için çok tehlikeli olan ve
manuplasyona kapalı,üretken ve "moderniteye meydan okumanın" başını
çeken insanlar.”
Bunlar
sistem için tehlikeli olmak bir tarafa, bence, sistemin arzu ettiği türden
yazıp çizen adamlar. 28 Şubat sürecinde DGM’de yargılandım. Genelde bu tür
yargılananların medyada haberi çıkar, tanınırlar. Benim için hiçbir yerde tek
satır çıkmış değil. Erbakan hükümetinin yıkılmasının ardından Fatih Çekirge
gibi adamlar için çıkarılan basın affı sayesinde kurtuldum. Doğu Perinçek, bir
yazımdan dolayı beni mahkemeye verdi. Duralı’yı katmayayım ama, İsmet Özel ile
Cündioğlu, boş yazarlığın zevk ü sefasını sürmekten başka birşey yapmadılar.
Onların zevk ü sefasında gözüm yok, onların olsun, ama kimin ne olduğunu biz
gayet iyi biliyoruz..
“Burası aynı karşı duruşun neredeyse merkezi haline gelmiş
Daru'l-hikmenin bir paylaşım alanı.”
Ben böyle
düşünmüyorum. Ama, Darul Hikme şayet İsmet Özel ve Cündioğlu ile aynı safta
ise, gerçekten burada olmak istemem..
“Sizdeyse Selefi geçinip "protestanlık kaktırmaya
çalışan" bazı "Virüs taramasından geçmeliyiz." diye velvele
koparmaya kalkan uyanıkların fikirleriyle örtüşen " Felsefenin o
dönemde İslam açısından tehlikesi, özellikle metafizik alanındaki
değerlendirmelerin """KELAM VE TASAVVUFA
SIZMASIYLA""" ortaya çıkmıştır." gibi cümlelere çok fazla
rastlanıyor.”
Bu cahilce
lafların neresini düzelteyim ki.. Bir defa, protestanlıkla milliyetçilik
birbiriyle ilişkilidir. 2002 yılında BBP’lilerin Hür Gelecek adlı haftalık gazetesinde yazıyordum. Yazılarımı,
Yazıcıoğlu’nun yazılarından hemen sonra, ilk sırada yayınlıyorlardı. Ancak,
onlara milliyetçilik konusunu değişik boyutlarıyla (bu arada protestanlıkla)
ilişkisi bağlamında anlatınca, bir başka yazarın (Dr. Şehsuvaroğlu) hakaretine
maruz kaldım. Bu yüzden, 9-10 ay sonra yazmayı bıraktım. Bir yıl sonra tekrar
yazmamı istediler; bu defa Şeriat’in önemine dair yazdığım yazılar yüzünden bir
ay sonra yine aynı kişinin hakaretine maruz kaldım ve yaptıklarının
terbiyesizlik olduğunu söyleyerek bıraktım. Protestanlıkla milliyetçilik
ilişkisini ortaya koyan bir yazımı ayrıca gönderiyorum. Ancak, “Bu işte bir
protestanlık var” şeklindeki yaklaşım da İslamî değildir. İslamî bakış açısı,
“Bu iş Kur’an ve Sünnet’e uygun mu?” sorusuna cevap arandığında ortaya çıkar.
“Kelam ve tasavvufun itikad ve toplumsal-bireysel
hayattaki merkeziliği düşünülürse sızma bir felaket vurgusu olur.Alevilik ve
sünniliğin keskin çizgilerle ayrılmışlığıysa bu felaketi çoktan ortadan
kaldırmışken bu "sızma" felaket tellallığı da ne oluyor?Bu ifadeyi
biraz açar mısınız,bakalım altından bir şey çıkacak mı?”
Soru
yönelten bir insanın biraz daha müeddeb olması gerekir. Kelama, yabancı
kavramlar sızmıştır. O yüzden mesela İbn Haldun, Mukaddime’de, kendi dönemi için, artık kelama gerek kalmadığını,
salt inanç esaslarının, itikad meselelerinin öğretilmesinin yeterli olacağını
söyler. Fakat ondan önce, İmam Gazalî, İhya’nın birinci cildinin başında, kelamın bu niteliğini
açıklamıştır. Daha önce Hadis Ekolü ve İmam Ahmed bin Hanbel gibi isimler ise,
kelama tümden karşı çıkmışlardır. Bu konuda İmam Gazalî ve İbn Haldun gibi
düşünüyorum. Kelam başka birşey, itikad
esasları başka birşeydir. Kelam, statik değil, dinamik bir ilimdir. Dogma
değildir. Belki bu ifadeleri daha açmak gerekiyor. Ama şu anda yazasım
gelmiyor. Yukarıdaki selefilik meselesine gelince, selefiyim diyenlere karşı
kategorik bir karşı duruşu yanlış buluyorum. İbn Abidin gibi ulemanın şeyhi
olan Halid-i Bağdadî hazretleri “Mektubat”ında
(Umran Yayınları) bazı kelam meselelerini ele alıyor ve kendisinin aslında
itikatta selefî olduğu halde, bu tür meselelere girdiği için Eşarî olduğunu
söylüyor. İtikatta selefî olunabilir..
Ancak bununla kastım, İbn Teymiyyecilik değil.. Şahsen, İbn Teymiyye’nin,
selefîliği savunsa bile, konuları ele alış biçimi bakımından selefî olmadığı
kanaatindeyim. Mesela, Teoman Duralı’nın
ileriye sürdüğü “varlığın ezeliliği” konusunda İbn Teymiyye de epeyce şey
söylemiştir. Halbuki selefîlik (selefin
tutumu), bu tür konuları tartışmamaktan ibarettir. Kader meselesinde de
aynı durum söz konusudur. Kader konusunda selefî tutum, “Bu bir inanç meselesidir, müslümansan inanırsın, müslüman değilsen sen
bilirsin” deyip kestirip atmaktan ibarettir. Bu meseleyi tartıştığınız
zaman, selefî olmaktan çıkarsınız; o zaman da ya Eşarî ya da Matüridî
kelamcılarının yazdıklarına itibar etmek, bugünün insanı için en salim yol
olabilir. Tasavvuf konusunda da, selefî bir tutuma sahip olunabilir; felsefî
tasavvuftan uzak durursunuz. (Muhasibî’nin bir kitabını Faruk Beşer, Selefî Tasavvuf adıyla tercüme
etmişti. Daha önceki bir mesajımda belirttiğim gibi, İbn Haldun, takva
mücahedesini Muhasibî’nin er-Riaye’sinde,
keşf mücahedesini ise Kuşeyrî’nin eserinde anlattığını söyler. İhya ve er-Riaye karşılaştırıldığında, İmam Gazalî’deki Muhasibî
etkisi açıkça görülür. Zaten ondan, isim vererek iktibaslar da yapmaktadır.
Böyle olmakla birlikte, İmam Ahmed bin Hanbel, takva mücahedesi olarak
adlandırılan böylesi bir tasavvuf yorumuna bile tepki göstermiştir. Bu yüzden,
onun çağdaşı olan Muhasibî’nin, vefat ettiğinde, sadece dört kişi tarafından
cenazesi kaldırılmıştır.) Fakat, fıkhî
mezheplerde selefî olmanın, bugün için, dört mezhepten herhangi birine ittiba
etmek veya onu taklid etmektan başka bir yolunun olmadığı kanaatini taşıyorum.
Ya da, mutlak içtihat seviyesinde olmanız gerekir. Bu zamanda bu çapta insanın
çıkacağını da sanmıyorum. Ancak, bu selefîlik eleştirilerinde bir çifte
standart söz konusu.. Mesela, İbn Teymiyye’nin birtakım hataları, İbn Arabi’ninkilerle
kıyaslandığında daha ehvendir. (Bu konuda bir yazı göndereceğim.) Fakat, İbn Teymiyye’ye hırsla saldıranlar, İbn
Arabi’nin hatalarını görmezden geliyor. Bence ikisini de görmezden
gelmeyelim. Şahsen, İbn Teymiyye’yi, İbn Arabi’ye tercih ederim.
“Ve bir yığın "malumatfuruşlukla" sıvanmaya çalışılmış
bir dünya manuplasyon.Koskoca ve çok değerli bir mülakat sizin acip abes sığ
manuplasyonlarınızla saptırılacak değil gerçi.”
Bu ifadeler
büyük talihsizlik. Muhtemelen değerlendirmelerimi okumamışsınız. Duralı yanlış şeyler söylemeseydi de
malumatfuruşluk yapmak zorunda kalmasaydım keşke.. Fakat, size şunu söylemek
zorundayım, dinî konular böyle laubaliliğe ve tarafgirliğe gelmez.. Ancak
delillerle ve malumatla konuşmanız gerekir. Cehaletfuruşlukla gideceğiniz bir
yer yoktur.
“Büyüklenmenin şiddetiyle tavana yapışık yazdığınızı düşündüğüm
siz "Say'a" yakışan aslında çok daha zarif cümleler
vardı ,ama kendimi bu işe memur edecek değilim,iflah olmaz enaniyetiniz ve
küstahlığınızla uğraşmaya vaktim de yok.”
Yazdıklarımın
yanlış olması beni üzerdi.. Yanlış şeyler yazmaktan Allah’a sığnırım. Tutumum
size büyüklenme olarak geliyorsa, bunu ortadan kaldırmak benim için mümkün
değil.. Duralı’yla ilgili
değerlendirmelerimdeki büyüklenme içeren bir tek ifademi naklederseniz, sizden
özür dileyeceğim.. Hayır, hayal dünyasında yaşıyorsunuz. Yukarıdaki
“Anlarsın ya” türü ifadelere gelince, edebsizlik olarak bu tarz bir üslup
yeter.. İnsan olan, bu üslupta konuşmaz.. Ve, gerçekten ilim ve edebin bulunduğu bir ortamda bu üsluba da yer yoktur.
Sözlerime saçma diyebilirsiniz.. Ancak, saçma olduğunu, mantıken ispat etmeniz
gerekir. İspat etmeden saçma derseniz, bu, sizin terbiyesiz olduğunuzun delili
olur ancak. İsmet Özel’in görüşlerinin saçma olduğunu söylerken, bunu
ispatlıyorum. Kişiliğimle ilgili değerlendirmeler yapmanız ise, ayıptır,
çirkindir.. Ayrıca, psikologların ve psikiyatristlerin kullandığı bir terim
var, onu da size hatırlatayım: Yansıtma (projection). Bazı insanlar, kendilerindeki
kusuru başkalarına izafe ederler. Mesela cimri insanların genelde şöyle
konuştuğu görülür: “Herkes kendisini düşünüyor, kimse başkasını düşünmüyor.”
Bundan kastı aslında kendi cimriliğini meşrulaştırmaktır. Herkes kendisini
düşünüyorsa, bu da mecburen öyle yapacaktır, yapmalıdır, böyle davranmakta
mazurdur. Böylece kendisindeki kötü vasfı başkalarına yükler. Sizin bu
büyüklenme iltifatınız da bana bunu düşündürdü.
“Zaten uğraşmaya da değmezsiniz.Bakınız yine cevap vermeye
yeltenip,kalkışmadım.Yine sizi apaçık suçladım.”
Aferin,
böylece büyüklenmemiş oluyorsunuz. Uğraşmaya değmediğimi düşünüyorsanız, lütfen
benimle uğraşmayın. Ben aynı şeyi Cündioğlu vs. için söylemiyorum. Tenezzül
etmeyip cevap vermemeniz de, sizin büyüklüğünüze yakışan birşey...
“Birileri birilerine "Çüş ulan deve!" demesini de
bilmeli ve denmesi gereken yerde de çekinmeden demeli.”
Bu
cümlelerin muhatabı ise, bence bu mail grubunu yöneten kişi veya kişiler...
Birileri bu üsluba dur demeyecek mi, merak ediyorum.
*
Teoman Duralı ile ilgili
paylaşımlarıma gelince..
Sonuncusu şöyleydi:
Teoman Duralı’ya haksızlık
etmiş olmayayım diye, Rıhle’de
yer alan mülakatını okumuş bulunuyorum. Bu e-posta grubuna gönderdiğim ilk
mesajımda Duralı’nın eleştiri konusu yaptığım ifadelerinin söz konusu mülakatta
yer alıyor olduğunu gördüm.
Duralı felsefeci olduğu
için, özellikle bilim felsefesi, hukuk felsefesi ve ahlâk felsefesi
bağlamındaki değerlendirmeleri kayda değer nitelikte.. Bununla birlikte,
İslam-felsefe ve kelam-felsefe ilişkisi konusunda söylediklerinin yetersiz olduğu
görülüyor. Burada Duralı’nın
katıldığımız görüşlerine değil, hatalı bulduklarımıza dair düşüncelerimizi
aktarmaya çalışacağız. Bu, bütün görüşlerini reddediyor olmamız anlamına
gelmiyor. Eleştirmediğimiz tüm düşüncelerini kabul ettiğimiz anlamına da...
Duralı’nın mülakatı iki bölüm halinde aşağıdaki linklerden okunabilir.
http://www.rihledergisi.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=211&Itemid=166
http://www.rihledergisi.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=212&Itemid=167
Duralı’nın felsefeci olması
itibariyle özellikle “kelam” ilmi bağlamında değerlendirmeler yaptığı
görülüyor. Fakat bu noktada hem genel olarak kelam, hem de kelam-felsefe
ilişkisi konusundaki bilgi eksikliği kendisini gösteriyor. Tipik bir örnek,
cüzi irade – külli irade ayrımı konusunda söyledikleri.. (Ancak, bu noktada
Türkiye’de, kelamcılar dışında hemen herkesin aynı hatayı yaptıklarını
vurgulamak gerekiyor.)
Duralı şunları söylüyor:
“... Biz burada şunu görüyoruz: Bizim cüzî bir irademiz var ve
ondan sorumluyuz. İnsan olmanın başta gelen manası sorumluluk… Bir tarafta
görev; öbür yanda sorumluluk var…”
Başka bir yerde de şu
açıklamayı yapıyor:
“... Mesela, bu nasıl meydana gelmiştir? Bunun meydana gelme
mekanizması nedir? Bunu açıklarsın, açıklarsın sonra iş öyle bir noktaya gelir
ki orada “bu iş bu noktada bitiyor. Bundan ötesini bilmiyorum” dersin. Bunun
ötesi, küllî iradenin sahasıdır.”
Böylece, cüzî irade kulun
iradesi, küllî irade ise Allah’ın (c. c.) iradesi olmuş oluyor.
İşte bu cüzî-küllî ayrımı,
kelama, felsefeden (felsefenin bir bölümü olan mantıktan) geçmiştir..
Tikel-tümel meselesi...
Konunun anlaşılması için
önce şu açıklamayı yapmak gerekiyor: Aristo’dan itibaren mantıkçılar, küllî
kavramların tabiatta var olmadığını, ancak cüzlerin mevcut olduğunu
söylemişlerdir. Mesela, genel olarak “insan” kavramı küllîdir; küllî olduğu
için de zihnîdir; dış dünyada mevcut değildir. Bu kavram sadece insan zihninde
vardır. Buna karşılık küllî insan kavramının cüzleri olan Ahmet, Mehmet ise,
tabiatta mevcuttur.
Müslümanlar Yunan
felsefesiyle tanışınca, bu tür mantık terimleri de itikadî meselelere dahil
edildi. Böylece cüzî irade - küllî irade ayrımı ortaya çıktı. Burada küllî
iradeden kastedilen, genel olarak insanda bir iradenin var olmasıdır. Ancak bu,
gerçek hayatta ya da dış dünyada cüzî irade olarak kendisini gösterir. Yani bu
ayrımdaki küllî irade de yine insanın iradesidir. Cüzî irade, belirli bir
olayda fiilen kendisini gösteren iradedir. Ancak insanın iradesi salt bu olayda
kendisini gösteren iradeden ibaret değildir; bunun ötesinde genel bir iradesi
mevcuttur ve bu küllî irade olarak adlandırılır.
Bu ayrımın esas itibariyle
bu anlama geldiğini, Mustafa Sabri Efendi’nin “İnsan ve Kader” adıyla tercüme edilmiş bulunan kitabını okuduğumda
öğrenmiştim. Prof. A. Saim Kılavuz’un Ensar Neşriyat’ta çıkan İslam Akaidi ve Kelam’a Giriş adlı
kitabında da mesele bu şekilde anlatılıyor. Buna karşılık, “Emali Şerhi” diye üç ciltlik kitap
yazmış olan birinin meseleyi Duralı gibi yanlış anlattığı görülüyor.
Aslında, aynı zamanda Eski
Yunan felsefesini vs. öğrenmeyen biri, geçmişteki kelam eserlerini tam ve doğru
anlayamaz. Çünkü, kullanılan kavramların kökenini bilemez. Bu, İbn Arabî tipi
felsefî tasavvuf için de geçerlidir. Bu
kitaplarda yazılan birçok şey İslam dışı kültürlerden alındığı halde, o köklere
vakıf olmayan biri, bunları sanki vahiy kaynaklıymış gibi okumakta ve yanlış
kanaatlere sahip olmaktadır. Ya da bunların paha biçilmez keşif ve kerametler
olduğunu sanmaktadırlar. Bu cüzî-küllî meselesi de böyle..
Gerçekte, insanın iradesi
ile Allah’ın iradesi arasındaki ilişki cüz-küll ilişkisi değildir. Aslında
Allah’ın iradesi yanında insanın iradesi yoktur. İnsanın iradesi bulunmakla
birlikte, Allah öyle irade ettiği için insan irade sahibidir. Yoksa, Allah’ın
iradesi karşısında insanın hiçbir iradesi söz konusu olamaz.
Duralı’nın kelam ve itikadla
ilgili başka ifadeleri de var. Mesela şöyle diyor:
“İnsan, Allah’a giden yolu doğuştan bilemez… Hatta Allah’ın
varlığını da bilemez.”
Buradaki ilk cümle,
Duralı’nın (aşağıya alacağımız) başka ifadeleriyle çelişiyor. Duralı hocaya sorulsa, muhtemelen Matüridî olduğunu
söyleyecektir. Halbuki, Matüridiyye mezhebine göre, kendilerine tebliğ
ulaşmayan kişiler bile akıllarıyla Allah’ın varlığını bulabilir, bulmalıdır
(Allah’ın adını bile bilmeden, sadece varlığını ve birliğini). Eşariyye’ye göre
ise, böyle bir mükellefiyet yoktur. [Fakat onlara göre de akıl Allahu Teala'nın varlığı ve birliğini tek başına gösterir, fakat akıl, "Biliyorsun, o halde imanla yükümlüsün" hükmünü veremez. Bu yükümlülük peygamber tebliği ile oluşur. Matüridiyye'ye göre sorumluluk için peygamber tebliği ve teklifi şart değildir.]
Duralı’nın aşağıdaki
ifadeleri ise, “İnsan, Allah’a giden yolu doğuştan bilemez” ifadesiyle
çelişmektedir:
“Başlangıçtan itibaren, Hz. Peygamber ve özellikle Hz. Ali ile,
İslam’da üç dayanak kabul edilmiş: Allah’ı zâhiren tebliğ… Bir dâhilî tebliğ
var… Hepimizin içindeki vicdan dediğimiz hadise. Birebir Allah’la konuştuğumuz,
muhavereyi yürüttüğümüz araç vicdandır. Yunancada monolog (tek kişilik konuşma)
dedikleri şeyden bahsediyoruz ki bu aslında diyalogdur. Yani içimizde bir
nefsimiz var ve bir de Allah’ın sesi var. Allah’la olan konuşmamız her an ve
her ortamda yürüyen bir muhaveredir. Bu da her an yaptığımız bir şeydir. Çünkü
Allah, bir hükümdar, bir genel müdür, bir başöğretmen vb. bir şey değil ki ona
şunu sorabilirim şunu soramam gibi bir durum söz konusu olsun. Ne varsa biz
onunla hasbıhâl içerisindeyiz. “Her çocuk fıtrat üzere doğar” meselesi budur
yani insanın Allah’la sürekli yürüttüğü bir muhavere vardır.”
Aslında, her çocuğun İslâm fıtratı üzerine doğması, Duralı’nın
sözünü ettiği anlamda bir iç muhavere değil, insanın hakkı kabul etmeye yatkın
biçimde doğması anlamına gelmektedir. “Allah’la sürekli yürütülen bir
muhavere”den söz etmek, çok cesurca bir ifade... İnsanın nefsi insana birtakım
şeyler söyler.. Şeytanın da vesvesesi vardır. Ayrıca meleklerin ilhamı da
olabilir. Cenab-ı Allah’tan gelen ilham (kalbe doğuş) da belki söz konusu
olabilir. Fakat Allah ile sürekli yürütülen bir muhavere sözü aşırıdır.
Duralı, sözlerini şöyle
sürdürüyor:
“Zahirî tebliğ ise Kur’ân’dır… Vicdanın en üst kesiti akıldır.
İnsan belli bir zihin seviyesine geldikten sonra Allah ona başka türlü hitap
etmeye başlıyor. ... Burada akıl, Allah’ın dediklerinin anlaşılması ve
kavranması manasına gelmektedir. İbn Sina’ya göre bu aslında Kur’ân’ın en
önemli tefsiri manasındadır. Bizim bakî kalacak ölümsüz tarafımız aklımızdır…
Ebedî yaşayacak olan, akıl kesimimizdir.”
Böylece akıl, vicdanın en
üst kesiti haline geliyor. Aynı zamanda vahyin anlaşılması ve kavranması
oluyor. Aslında vicdanla aklı belki de ayırmak gerekir. Dekart’ın dikkat çektiği bir nokta var: Aklı olmayan bir insan kötü
eylemleri için mazurdur, fakat vicdanı körelmiş bir insan mazur olmaz. Aklın
olmayışı, mükellefiyeti kaldırır. Buna karşılık, vicdanı körelmiş bir insan
cinayet işlediğinde, onun vicdanında herhangi bir sızı olmaması, onu masum ya
da mazur hale getirmez. Bu açıdan, vicdan ile aklı aslında ayırmak gerekir.
Bununla birlikte, aklın vicdanı da kapsayacak şekilde bir tanımını yapmak mümkün
olabilir. Fakat âkil baliğ olmaktan kastettiğimiz şey, vicdan meselesi
değildir. “Bizim bakî kalacak ölümsüz tarafımız aklımızdır… Ebedî yaşayacak
olan, akıl kesimimizdir” sözü ise, sanki cismanî haşri reddeden bir
anlayışı yansıtıyor gibi. Gerçekte Duralı’ya bu noktada, tam olarak neyi
kastettiği sorulmalıydı.
Duralı devam ediyor:
“Kur’ân ve akıldan sonra üçüncü husus hadistir. Buradaki
sıralamanın önemi yok. İsterseniz bu sıralamayı “Kur’ân, hadis ve akıl” olarak
da alabilirsiniz. Şüphesiz en başta Kur’ân vardır. Fakat ondan sonra hadis ile
aklın yerini değiştirebilirsiniz. Bu üçlü sacayağı çelişmiyor…”
Bu “üç dayanak” sıralaması,
Duralı’nın Kelam bilmediğini ortaya koyuyor. Bunlara dayanak değil de, daha
önceki mesajlarımda dile getirdiğim şekilde, “bilgi edinmenin yolları” olarak
bakmak daha tutarlı olur. Kelam alimleri bu konuyu çok daha efradını cami,
ağyarını mani bir şekilde formüle etmiş bulunuyor.
Duralı’nın şu
ifadeleri de dikkat çekiyor:
“... çok erken bir çağda İslam, dışımızdan iki medeniyetin
doğrudan etki alanına girmiştir. Biri İran ve İran üzerinden gelen Hind
medeniyeti, öbürü de Yunan medeniyetidir. Büyük filozofumuz –hakikaten en
büyüklerinden kabul edebiliriz- Bîrûnî bunun tahlilini yapıyor ve diyor ki:
“Hind’den ve İran’dan duyguyu ve Bâtıniliği; Yunan’dan ise aklı aldık.” Bu iki
kutbu, İslam tarihi bağdaştırmaya çalışmıştır. Bîrûnî ve sonrasında Gazzâlî’ye
göre –ki en büyük adamımız da odur– İslam düşüncesinin çatısını kuran adamdır.
Akıl önem itibariyle duygu ve Bâtınîliğe çok ağır basmaktadır. Akıl,
hâkim/hükmedici durumdadır. Hatta şöyle diyebiliriz: akıl, müstebittir; dediğim
dedikçidir. Bu arada bir karışıklığa yol açmasın diye belirtelim ki burada
Bâtınîliği, Frenkçede “mistikliklik” dedikleri anlamda kullanıyoruz. Burada özellikle
“tasavvuf” demiyoruz çünkü mistiklikten çok etkilenen tasavvuf olduğu gibi
Gazzâlî’nin inşa ettiği çok sarih/müsbet diyebileceğimiz, aklın emrinde yürüyen
bir tasavvuf da var. Ama daha çok, zamanla, benim başta bahsettiğim Bâtınilik
dediğim manada yürümüştür. O ikinci türdeki tasavvuf biraz kenara itilmiştir.
Tasavvuf, bilhassa on yedinci yüzyıldan itibaren o çekiciliğini ve cazibesini
kaybediyor.”
Duralı, bu noktada, “Bu
dediğiniz süreci biraz daha geri götürüp Muhyiddin b. Arabî ile başlatabilir miyiz?”
şeklindeki soruya şöyle karşılık veriyor:
“Bence başlatamayız. Çünkü Muhyiddin b. Arabî’de de son derece
aklî bir yön baskındı. Biz İbn Arabî’yi çok kötü yorumluyoruz. Bilhassa
vahdet-i vücûd meselesinde İbn Arabî’ye haksızlık edildiği kanaatindeyim. Evet
vahdet-i vücud zor açıklanacak bir problem ama hemen şunu söyleyebilirim: O,
Allah’ın varlığını bunun içine sokmuyor; Yaradılmışlıkların bütününü göz önünde
tutuyor… Vahdet-i vücûd dediği bu… Allah’ın varlığı bunun dışında… Panteist bir
tarafı yok… Bunu çok net olarak söyleyebiliriz. Bunu böyle telakki etmek, kötü
yorumlama ve anlamama sonucudur.”
Duralı’nın Biruni’ye
dayanarak yaptığı tasavvufla ilgili değerlendirmeleri büyük ölçüde doğru
olmakla birlikte, İbn Arabi konusunda açık bir yanılgı içinde.. Gerçekten de
tasavvufa, dışardan pekçok şey sızmıştır. İmam-ı Rabbani, Mektubat’ta, babasının kendisine,
özetle, şunu söylediğini aktarır: “İslam’daki
sapık fırka ve akımların çoğu tasavvuf yüzünden ortaya çıkmıştır.” Marifetname’de da tasavvufî akımların
on iki ayrı fırka oldukları, on birinin sapık olduğu vurgulanır. Sahih bir
tasavvuf geleneği bulunmakla birlikte, onların da, kimi zaman sapık anlayışları
savunmaya başladıkları görülebilmektedir.
İbn Arabi’nin vahdet-i
vücuduna gelince; aslında bu konuyla ilgili yazımda (Vahdet-i Vücudçuluk Çıkmazı) ondan yaptığım alıntıda görüleceği
gibi, ifadeleri kendi içinde çelişkili. “Vücud”, varlık demektir. Vahdet-i
vücud ise, varlığın birliği.. Allahu Teala’ya “Vacibül Vücud” (Varlığı zorunlu
olan) denilmesi buradan geliyor. Vahdet-i vücud tabirindeki vücud, mutlak anlamda vücud olduğu için,
Duralı’nın dediği gibi, “O, Allah’ın varlığını bunun içine sokmuyor;
Yaradılmışlıkların bütününü göz önünde tutuyor… Vahdet-i vücûd dediği bu…
Allah’ın varlığı bunun dışında” denilemez. Fakat İbn Arabi’nin kitaplarındaki
yanlış laflar bu konuyla sınırlı da değildir.
Duralı şunları da söylüyor:
“Mesela Hz. Peygamber (s.a.v) sabah geliyor bakıyor ki Hz. Ali
(r.a) evin önündeki kerevette uyuyor. “Yâ Ali, sabah namazını ne yaptın?”
diyor. Hz. Ali “aaa unuttum” deyince Hz. Peygamber “nasıl unuttun?!” diyor. Hz.
Ali “Allah öyle istedi uyuya kaldım” diyor. “Allah isteseydi uyanırdım” demeye
getiriyor. Hz. Peygamber (s.a.v) müthiş kızıyor… Öfkesinden kendi baldırına
vuruyor ve dönüp gidiyor. Çok güzel bir tepki bu… Çok insanî bir şey yani.
Buradan şunu anlıyoruz: Kendi şahsî hatalarını tutup da Allah’a
yüklemeyeceksin. Tabii Hz. Ali de Hz. Peygamber (s.a.v) gibi çok insan bir
adam. Zaaflarını saklamıyor… Son derece açık bir insan. Zaten öyle olduğu için
başına bütün bu belalar geliyor. Siyasî bir adam değil; çok açık oynuyor. Tek
hatası, devlet başkanı olmaya soyunmaktı. Çünkü onun mizacında bir adam siyaset
yapamaz. Samimî, saf bir insan. Neyse…”
Kaynaklara bakmak lazım,
fakat hatırladığım kadarıyla, Hz. Ali’ye sorulan namaz, teheccüttü... Yine
hatırladığım kadarıyla Hz. Ali, “Allah isteseydi uyandırırdı” gibi bir şey
söylüyor. Peygamber Efendimiz de (s.a.s.), “İnsan çok tartışmacıdır” veya
“İnsan tartışmaya çok düşkündür” gibi bir anlama gelen bir söz söyleyerek
gidiyor. Fakat rivayetlerde müthiş kızması diye birşey yok.. Böyle
hatırlıyorum. Ancak, Duralı’nın sözlerinin, daha önce benim değerlendirme
konusu yaptığım şekilde sadece bir kısmı alındığında, Hz. Ali’yle ilgili görüşünün
eksik yansıtıldığı ortaya çıkıyor. Gerçekten de Hz. Ali, hile vs. yapma
anlamında siyasî davranmıyordu.
Duralı’nın bazı ifadeleri
ise, gereksiz bir hassasiyete dayanıyor:
“Mesela “Allahu ekber ne demektir?” diye sorulduğuna “en büyük
Allah’tır” deniliyor… Hayır, yanlış. “en büyük Allah” diyemezsin. Çünkü en
büyük dediğinde bile bir karşılaştırma yapmış oluyorsun. Allah öyle, varlıkları
karşılaştırdığınızda en büyüğü manasında olamaz… Biricik büyük, tek büyük,
eşsiz büyük denebilir belki. Çünkü ölçü yok… Ölçü veremezsiniz."
“En büyük Allah” (veya Allah
en büyüktür) demekte herhangi bir yanlışlık yok.. Zaten Allahu ekber ifadesinin
başka bir karşılığı yok. Arapçası bu anlamda.. Burada karşılaştırma yapmak
yanlış olmaz.. Nitekim Yusuf Suresi’nde Hz. Yusuf’un, kendisinden rüya tabir
etmesini isteyenlere, “Tek Allah mı daha iyi, yoksa birçok tanrılar mı?”
anlamına gelen bir karşılaştırma sorusu yönelttiği görülüyor. Duralı’nın Allahu
Teala’yı yüceltme konusundaki hassasiyeti iyi olmakla birlikte, gereksiz.. Karşılaştırmama değil, şirk koşmama
anlamında hassasiyet önem taşır. Bu tür bir karşılaştırmama hassasiyetini
her konuda ve daima sürdürmek de mümkün olmaz. Nitekim. Duralı, sözlerinin
devamında, farkında olmadan Allahu Teala ile ruhu karşılaştırıyor, hatta hissedilmeleri
bakımından birbirine benzetiyor.
“Bu manada da Allah mantıkla kuşatılamaz… Zaten kuşatılabilse
Allah olmaz. Mesela Allah’ı tarif edemezsiniz. Çünkü ancak akıl yoluyla bir şey
tarif edilebilir. Ben her şeye akılla yaklaşabilirim ama Allah’a ve ilahî
olanlara, mesela ruha akılla yanaşamam. “Herşey ilahidir. Şu madde de Allah
yaratığıdır” diyeceksiniz… Ama madde benim aklıma uygundur. Maddeyi ben
açıklayabiliyorum. Allah benim aklıma uymayacak bir takım şeyler yaratmıştır…
Ruh bunlardan biridir… Bu bakımdan ona yanaşamam. Ama hissederim… Allah’ı da
hissediyorum. Bu çok önemli bir noktadır.”
İlk ifadeleri gayet güzel..
Ancak, Allahu Teala’nın bilinmesinde aklın bir rolü vardır, fakat bu rol
sınırlıdır. Akıl, ancak Allahu Teala’nın varlığını ve birliğini anlayabilir;
sıfatlarını, isimlerini vs. ise, ancak Allah’ın bildirmesiyle öğrenebiliriz.
Bunları da tam olarak kavrayamayız. Hz. Ebu Bekir’in ifadesiyle, “İdrak
edemeyeceğini idrak etmek de bir idraktir.” Yani, Allahu Teala’nın akılla anlaşılamayacağına da yine aklın kendisi
karar vermektedir. Böyle bir aklî temeli vardır. Allah’ın varlığı da, akıl
yürütmeyle anlaşılabilen birşeydir. Allahu Teala, aklı, kendisinin varlığını ve
birliğini anlayacak şekilde yaratmıştır. O yüzden Kur’an’da, Allah’a şirk koşanların akıllarını kullanmadıkları
belirtilir. Yine akılla, peygamberlerin peygamberliğini anlarız. Mesela, İslam
uleması şunu söylemektedir: “Allah, sahte peygamberlere (mucize ve keramete
benzer) olağanüstülükler vermez, fakat tanrılık iddiasında bulunanlara
verebilir. Çünkü akıl, onların tanrı olmadığını gösterir, fakat aynı şey
peygamberler için söz konusu değildir.” Bu yüzden tarih boyunca hiçbir sahte
peygamber olağanüstülük gösterememiştir. Buna karşılık tanrılık davası ile
ortaya çıkanlar gösterebilir. İşte burada aklın rolü ortaya çıkmaktadır. Ancak,
vahdet-i vücud meselesi gibi konularda Allahu Teala hakkında akıl ile birtakım
sözler söylemek, sonu felaket olan bir uçurumdur. Orada aklın herhangi bir rolü
olamaz.
Duralı’nın şu ifadeleri de
sorunlu:
“Ateist felsefe mantıksızdır. Çünkü “Allah yoktur” dediğimde
zaten Allah’ı kabul etmiş oluyorum. “Birisi bana Ebubekir bey nerede” diyor ve
ben de “yoktur” diyorum… Ebubekir bey var olmalı ki ben “yok” diyorum. Bir şey
yoksa ondan bahsedemeyiz. ... “Allah yoktur” dediğimde bu, “Allah var ki
anıyorum ama inkâr ediyorum” anlamına gelir. Buradaki inkâr, psikolojik bir
şey… Ontolojik bir hadise değil.”
Bu ifadeler, mantıksızdır.
Mesela, Allah’tan başka tanrı yoktur dediğimde, Allah’tan başka tanrılar bulunduğunu
mu söylemiş oluyorum?!.. Ya da, “Yedi başlı dev diye birşey yoktur” dediğimde,
bundan, böyle birşeyin var olduğu sonucu mu çıkar?! Ateist felsefenin
mantıksızlığı, Allahu Teala’nın varlığını kabul etmemek için, imkânsız
kategorisine giren hususlara iman etmek zorunda kalmalarında kendisini
gösterir. Mesela dünyadaki hayatın bu şekilde ortaya çıkmasının ihtimal
hesaplarına göre imkansız olduğu, tesadüfün imkansızlığı kesindir. Fakat
ateistlerin, insanların bu imkansızlığa inanmalarını istemekten başka yapabilecekleri
birşey yoktur.
Duralı’nın şu ifadesi de
tutarsız:
“Bazı şeyler var ki onları düşünmem bana yasak… Burada örneğini
veremem çünkü düşünmem yasak…”
İnsan, kendi elinde olmadan
aklına gelen kötü düşüncelerden sorumlu değildir. “Farz-ı muhal...” diye örnek
verebilir aslında.. Günahı düşünmek ve tasarlamak, günah işlemek için plan
yapmak ise yasaktır. İnsan bunun örneğini, kendisi için değil fakat genel bir
insanlık durumu olarak verebilir. Küfür anlamına gelen düşünceler ise, insana
şeytanın vesvesesi olarak gelebilir ve bu, insanın bu düşünceleri kabul
etmemesi şartıyla, aslında iman alametidir.
Duralı’nın bir başka yanlış
ifadesi de şu:
“İffet, namus, cesaret vs. Bunların görünürde/duyulabilir bir
ölçüsü/ölçeği yok.”
Bunların gerçekte görünürde ölçüsü
bulunmakla birlikte, kesinlik taşımaz. Mesela iffetsiz biri, iffetli
görünebilir. Bu anlamda zahiren değil fakat gerçek anlamda kesin olarak
ölçülemez. Muhaddislerin sözünü ettiği şekilde adalet sıfatı için de aynı şey
söylenebilir. Bununla birlikte, adaleti zedeleyen davranışları görünmeyen
birini adil kabul etmek gerekir. Fakat bu, zahiren böyledir; işin iç yüzünü
Allah bilir.
(Ebubekir Sifil hocanın şöyle bir soru yönelttiği görülüyor: “Özellikle modern dönemde, belki biraz da batıda Hıristiyanlık karşısındaki tesbitlerden yola çıkarak, onları kes-yapıştır metoduyla İslam dünyasına taşıyarak İslam hakkında şu tarz telakkileri duymaya/okumaya başladı insanımız: “Dinin özü ahlaktır. Ahlakî ilkeler de evrenseldir… Zulüm her yerde kötüdür… Hırsızlık her yerde kötüdür… Cinayet her yerde kötüdür… Dolayısıyla din de özünde bunları vermeye çalışır. O halde dinin üstündeki o ince tülü, mesela hükümleri kaldırsanız ortaya evrensel hususlar çıkar. Din de budur.” Bu bizi şuraya götürmüyor mu? Ortak evrensel insanlık dini gibi bir iddia var. Dinlerarası diyalog çalışmalarının bir ucunda da bu var. Bu bizi böyle bir yere götürmez mi?”
Burada, Şatıbî gibi alimlerin vurguladığı bir hususu hatırlamak
gerekir: Aslında bütün dinler veya hukuk sistemleri, az ya da çok beş temel
gayeyi gerçekleştirme amacına yöneliktir: Canı, malı, dini, aklı, nesli..
Ancak, bunları kâmil anlamda koruyan, sadece İslam’dır. Yoksa, diğer dinlerde
ya da hukuk sistemlerinde de, makasıd-ı şeria diye bilinen bu amaçlara kısmen
hizmet eden hükümler mevcuttur. İkinci olarak, ahlâkî ilkelerin evrensel kabul
görmesi, hepsinin evrensel kabul gördüğü anlamına gelmez. Mesela Eskimolar’ın
namus anlayışı oldukça farklıdır. Üçüncü olarak, evrensel kabul gören
hususlarda bile, bunların önlenmesi için alınacak tedbirler konusunda evrensel
mutabakat mevcut değildir. Dördüncü olarak, dinin ne olduğu, bu şekilde akıl
yürütme ile ve sosyolojik durumdan hareketle değil, Kur’an ve Sünnet’ten hareketle belirlenebilir.)
Duralı’nın şu ifadeleri de
tartışmaya açık:
“Müslümanlık çok zor bir iş… İbadeti zordur… Muamelatı zordur…
Herhalde dinlerin en zorudur.”
İslam’ın bazı hükümlerinin
nefse ağır geldiği söylenebilir, fakat zor olduklarını söylemek doğru olmaz.
Gerçekte İslam, kolaylık dinidir. Eski ümmetlerdeki ağır yükler İslam’da
yoktur. Bununla birlikte, ahir zamanda dini yaşamanın zorlukları var.. Fakat
bu, dinden kaynaklanmıyor, din düşmanlarından kaynaklanıyor.
Duralı’nın şu ifadeleri de
sorunlu:
“Benim bildiğim kadarıyla Allah’ın en mühim iki vasfından biri
Rahmân-Rahîm oluşudur diğeri ise “Rabblığı”dır.”
Allahu Teala’nın vasıfları
konusunda bu şekilde akıl yürütmek doğru değil; bu tür konular ancak Kur’an ve Sünnet’in bildirmesiyle
bilinebilir. Delil getirmek gerekir.
Duralı’nın ifadelerinin
devamı da sorunlu:
“Allah rahimliğini, insanda kadına veriyor. Bu bakımdan anne
anlamında kadın İslam’da erkeğe üstündür. Bu, Hz. Peygamber’le başlayan,
Mevlânâ ve İbn Arabî ile devam eden bir husus.”
Bu ifadeler yanlış.. Allahu
Teala’nın Rahîm ismi, ahirette sadece müminlere merhamet etmesi anlamını taşır.
Rahman oluşu itibariyle de, bu dünya hayatında merhameti umumîdir. Bu
yüzden, “Allah rahimliğini, insanda kadına veriyor” ifadesi doğru
değildir. Burada rahim kavramı doğru kullanılsaydı bile, salt kadından söz edilmesi
yine isabetli olmazdı.
Şu sözler de sorunlu:
“Gerçi İslam’da her şey mukaddestir. Mukaddes olanla olmayanı
birbirinden ayıramazsın. Bizde sekülerlik diye bir şey yok… Dinî bir siyasî
sınıf yok. Ama ilahî menşeli olması bakımından her şey kutsallık üzeredir.”
Herşey kutsal ve mukaddes
değildir. Mesela Şeytan’ı da Allah yaratmıştır, ama kutsal değildir. Domuz,
içki vs. kutsal değildir.
Şu ifadeler de, kavram
kargaşasının ürünü:
“Rahim çok mühim bir hadisedir. Bu rahim mevzusu yüzünden çok
kavga etmişimdir. Pusulasını şaşırmış bazıları rahime “döl yatağı” diyorlar.
“Sen döl yatağından olabilirsin. Ben rahimde gelmeyim” derim öylelerine. Sen
nerden gelirsen gel… Bu senin bileceğin bir şeydir ama benim yerim rahimdir.
Durduk yerde söylenen bir laf değildir “rahim”.
Bunlar farklı şeyler..
Pekala döl yatağı da denilebilir..
Şu ifadeler de sorunlu:
“Öbürü de rabblığın mürebbiye olan tecellisidir. İlk
öğretmenimiz bize formel/biçimsel bilgi vermiyor; yaşamanın akışı içindi bizi
terbiye ediyor.”
Yani Rahîm ismi kadında, Rabblik
ise mürebbide (öğretmende) tecelli ediyormuş... Mürebbiliği bu şekilde ele
almak yanlış anlamalara ve hatalı yorumlara yol açabilir. Tevbe Suresi 31.
ayetteki Meryemoğlu İsa’nın (a.s.), haham ve rahiplerin rab edinilmeleri
uyarısı dikkate alınmalıdır.
Aşağıdaki ifadeler de, “din”
teriminin anlamının tam bilinmemesinden kaynaklanıyor:
“İdeoloji felsefeden gelir. Felsefenin dinleştirilmesidir. Nasıl
ki din hayatımızın her köşesine ve bucağına müdahilse ve bunu Allah adına
yapıyorsa –zaten dinin asıl iddiası Allah’tan geliyor olmasıdır–. O bakımdan
ben “İslamcılık” terimine şiddetle karşıyım. Din, müellifi Allah olan bir
düzenin insana tercümesidir. İslamcılık ise bunun ideolojileştirilmesidir.
Nasıl ki biz “Muhammedî” değilsek, Musevî ve İsevî yanlış deyimlerse aynı
şekilde İslam’ı İslamcılık olarak veremezsiniz. Bu, dini insanileştirmek
demektir. Dinin müellifini insan konumuna indirgemek demektir. İslamcılık, çok
çağdaş bir fikirdir. Her şey ideolojileştirildi. Oysa bizim temel iddiamız
nedir? Biz dine dayanmaktayız… Dine yaslanmaktayız. Din ise Allah’tan geliyor.
Dinin asıl müellifi Allah Teâlâ’dır.”
Din kavramının Arapça’daki
asıl anlamı başka, Şeriat’teki terim anlamı başkadır. Bugün halkın din
kavramına yüklediği anlam da farklıdır. Duralı,
din kavramına, halkın bildiği anlamda yaklaşıyor. Din kavramı en temelde
mükâfat ve ceza anlamlarına gelir. Fatiha’daki “Din gününün sahibi, hâkimi”
ayetinde de bu anlamı taşır. Yani, mükafat ve cezanın verildiği gün... Yusuf
Suresi’nde “Yusuf a.s.’ın kardeşinin” hırsızlık suçundan alıkonulması
meselesiyle ilgili olarak da, aslında “Melik’in dinine göre” bunun mümkün
olmadığı belirtilmektedir. Burada din,
hukuk sistemi ve kanunlar anlamına gelmektedir. Yani, genel anlamda din,
ed-dîn değildir. Din kavramına Arapça’daki ve Kur’an’daki anlamıyla yaklaşırsak, mesela Türkiye’nin anayasası ve yasaları, bu devletin dinidir. Bunları
yürekten, gönülden benimseyenlerin dini, bu anayasa ve yasalardır. (Bir
fıkıh ıstılahı olarak din ise, Allah’ın vahiyle bildirdiği hükümler bütünüdür.)
İslamcılık terimi ise, müslümanlar tarafından icat edilmiş değildir. İslamcı tabiri, İslam’ı sadece uhrevî
konular, ibadetler ve birtakım gönüllü ahlakî davranışlarla sınırlandıran
kişilere karşı aslında onun aynı zamanda bir hukuk sistemi ve bir dünya görüşü
olduğunu söyleyenlere, İslam karşıtları tarafından takılmış bir yaftadır.
Osmanlı’nın son döneminde İslamcı diye bilinen kişilerin hiçbiri, “Ben
İslamcıyım” diye ortaya çıkmamıştır. Duralı’nın “Din, müellifi Allah olan
bir düzenin insana tercümesidir. İslamcılık ise bunun
ideolojileştirilmesidir” şeklindeki ifadeleri gereksiz.
Duralı hoca, konuşmasının
sonlarında yine bir kelam ve itikat meselesine değiniyor:
“En baştaki sorunuza gelirsek, “bizde, baştan itibaren
felsefeyle İslam arasında kavga var mıydı?” diye sordunuz. Hayır, bu bizim
çağdaşçılarımızın bilmeden, cahilce dile getirdiği bir iddiadır. Bizde,
İslam’la felsefe arasında bir çatışma olmamıştır. Gazzâlî, Meşşaî felsefeciler
zümresini, dini inkâr ediyorlar diye değil; boylarından büyük işlere
giriştikleri için tenkit etmiştir. Zekeriya er-Razî’yi bir yana koyarsanız,
“varlık ezeli midir değil midir?”sorusunu soranlara Gazzâlî, “bunu soramazsın”
diyor ki bence haklıdır da. Çünkü sen bunu çözemezsin. Çözemeyeceğin soruları
felsefede soramazsın. Aynı şeyi Gazzalî’den bin yıl sonra Kant söylemiştir.
Akılla çözebileceğimiz bir şey değil çünkü. Dine aykırılığı konuşulmuyor orada…
Zaten dine aykırılığı da bence söz konusu değil; ben “varlık ezelidir” de
diyebilirim. Varlık yaratılmadan önce ne vardı? diye soracaksınız. Allah’ın
yaratma fiili, ezelî bir şey. Biz ona bir zaman sınırı koyamayız ama Allah her
varlığı yaratmaktadır.”
Öncelikle burada,
felsefeden neyin anlaşıldığını dikkate almak gerekiyor. Gazalî döneminde, daha
doğrusu birkaç asır öncesine kadar, felsefeden bugünkü anlamda konular değil,
bütün aklî bilimler anlaşılıyordu. Mesela matematik, fizik, kimya, mantık,
hendese, psikoloji, devlet idaresi, tıp vs., felsefenin kapsamına giriyordu.
Fakat sadece bu değil, metafizik de felsefenin kapsamı içindeydi. Bunun yanı
sıra, retorik vs. gibi edebiyat konuları da yine felsefecilerin ilgi alanı
içinde kabul ediliyordu. Bu yüzden İmam Gazali, el-Munkızu min ed-Dalal’de, felsefenin bazı bölümlerine karşı
çıkmamak gerektiğini belirtir. Felsefenin
o dönemde İslam açısından tehlikesi, özellikle metafizik alanındaki
değerlendirmelerin kelam ve tasavvufa sızmasıyla ortaya çıkmıştır. Aynı
şekilde, Aristo mantığının konuları da, yukarıda geçen cüzi-külli ayrımında
olduğu gibi, kelam konularına dahil oldu. Mesela, klasik mantık kitaplarını
okuyan biri, Allah’ın ne cevher ne da araz olduğunu okur. Bu iki kavram da,
felsefeden (Yunan) kelama geçmiştir. Günümüzde bu kavramlar ortadan kalkmış,
yerini kuantum fiziği almıştır. Ama kelam kitapları genelde hâlâ yerinde
saymaktadır. Felsefeyle İslam arasında kavga var mıydı sorusunun cevabı bir
tane değil. Şayet matematikten söz ediyorsanız, böyle bir kavga yok. Ama
metafizik söz konusu olduğunda, böyle bir kavganın bulunmadığı söylenemez. İmam
Gazalî Tehafüt’ü boşuna
yazmamıştır.
Duralı’nın “Zekeriya
er-Razî’yi bir yana koyarsanız, ‘varlık ezeli midir değil midir?’ sorusunu
soranlara Gazzâlî, ‘bunu soramazsın’ diyor ki bence haklıdır da. Çünkü sen bunu
çözemezsin. Çözemeyeceğin soruları felsefede soramazsın. Aynı şeyi Gazzalî’den
bin yıl sonra Kant söylemiştir. Akılla çözebileceğimiz bir şey değil çünkü.
Dine aykırılığı konuşulmuyor orada… Zaten dine aykırılığı da bence söz konusu
değil; ben ‘varlık ezelidir’ de diyebilirim” şeklindeki sözleri ise, çok
önemli bir kelam tartışmasına işaret ediyor. Burada, alemin kıdemi meselesi
ortaya çıkıyor.
Aslında Duralı, Allahu
Teala’nın akılla kavranamayacağı konusunda yaptığı uyarıları da bu noktada
unutuyor. Varlığın (burada kainat kastediliyor) ezelî olması fikri, Yunan düşüncesinden
İslam felsefecisi olarak bilinen İbn Sina gibi isimler vasıtasıyla İslam
düşüncesine (daha doğrusu müslümanların zihin dünyasına) taşınmıştır. İşte
burada, aklın bu konuları çözemeyeceğini hatırlamak gerekmekte ve “Varlık
ezelidir” gibi laflardan uzak durmak gerekmektedir. Varlık ezeli değildir,
hâdistir, sonradan yaratılmıştır. Buna karşılık, felsefeciler, Duralı’nın
sözlerinin devamında geçtiği gibi, “Ama Allah’ın yaratıcılık sıfatı ezeli değil
mi; yaratılanlar ezeli değilse, yaratma sıfatı nasıl ezeli olabilir” anlamına
gelen sözler sarfedeceklerdir. Burada
mesele aklın değil, imanın alanına girmektedir. Akledemeyeceğini akletmek,
idrak edemeyeceğini idrak etmek gerekmektedir. İnsan, Allah’ın sıfatlarının
künhüne vakıf olamaz, onların niteliğini aklıyla çözemez. Varlık ezelidir iddiası, aslında varlıktan bağımsız bir zaman
düşüncesine sahip olmaktan kaynaklanmaktadır. Zamanı da Allah yaratmıştır.
Allah, zaman ve mekandan münezzehtir. Einstein’ın zamanı uzayın (uzam)
dördüncü boyutu olarak göstermesi, zamanın uzayın yaratılışıyla başladığı fikri
bu açıdan önem taşıyor. Zaman ve mekan (uzay) bir bütündür. Zaman, mekanla
birlikte başlamıştır. Zaman yokken bir
ezelilikten söz etmek, varlık ezelidir demek abestir. Allahu Teala ise zaman ve mekandan münezzehtir. Varlık ezelidir demek,
Yaratan ile yaratılan arasındaki farkı unutmak anlamına gelir.
Duralı’nın ve İsmet Özel’in
Türk kavramıyla bir ırkı kastetmemesi meselesi ise, Türk kavramının inançsal bir karakter kazanmasıyla ilişkilidir. “Ne
mutlu Türküm diyene” sözü de böyle bir anlam taşıyor. “Ne mutlu Türk olana”
denilmiyor. Müslümanım dediğiniz zaman müslüman olur gibi, Türküm dediğiniz
zaman Türk oluyorsunuz. Bu, ulusçuluğun
dinin yerini alması anlamına geliyordu. Anayasa’daki “Devletin dini, din-i
İslam’dır” maddesinin kaldırılması ve laikliğin getirilmesinden sonra, tıpkı bir din gibi insanların
benimseyebildiği bir Türklük tanımı geliştirildi. Fakat bu, tutmadı. Laik
bir Türklük tanımı istenen sonucu vermeyince, şimdi İslam’la özdeşleştirilen
bir Türklük tanımıyla, birilerinin kendilerini Türk ilan etmesi sağlanmaya
çalışılıyor olabilir.
Bu noktada Duralı’nın
çelişki de sergiledi görülüyor. Mesela Yahudiler’i
dini kendi tekellerine almaya çalışmış olmalarından dolayı suçluyor. İslam’ı
Türklüğün bir vasfı haline getirmeye çalışmak daha mı farklı birşeydir?! Bu,
yahudiler gibi din tahrifçiliği yapmak değilse, nedir peki?
Allah’tan korkmak gerekiyor.
*
Darulhikme’nin e-posta grubunda yukarıdaki ifadeleri
paylaşmıştım.
Görüldüğü gibi Duralı İslamcılığa vurmayı da ihmal etmemişti.
Cahilliğinden mi yapıyordu bunu, yoksa derin projenin akademideki temsilcisi (ajanı, acentası) mıydı, bilemem.
En iyi ihtimalle bir şaşkındı.. Sadece cahil değil, ne yaptığını bilmeyen bir gafil.. En iyi ihtimalle.
Ancak, söz konusu platformda üç harflilerin ona canhıraş biçimde sahip çıkmış olmaları "en iyi ihtimal"i zayıflatıyordu.
*
Gerçekte İslâm’ın
protestanlaştırılması ya da yahudileştirilmesi türünden isimlendirmeler yerine
batılı taklit, kâfirlere benzeme ya
da bid’at gibi kavramları kullanmak daha
doğrudur.
Bununla birlikte, yıllardır İslâm’ın protestanlaştırılmasından
söz edenlerin bir kısmının, şimdi, kendi kavramsal modelleri çerçevesinde İslâm’ı yahudileştirenler olarak ortaya
çıktıklarını belirtmek gerekiyor.
Çünkü, İslâm ile Türklüğü
özdeşleştirme çabası, tam da Yahudilik’te olduğu gibi dini belirli bir
ırkın tekeline vermekten başka birşey değil.
Ancak, gerçekte mesele çok daha karmaşık.. Çünkü, Protestanlığın
bizzat kendisi de bir tür Hristiyanlığın
yahudileştirilmesi faaliyetidir.
Bu, iki açıdan böyledir: Birincisi, Protestanlık, Yeni
Ahid’in (İncil) yanı sıra Eski Ahid’i (Tevrat) de referans almaya başlamıştır.
İkincisi, Protestanlık, Avrupalı kavimlerin kendi tekellerinde
ayrı birer Hristiyanlık icat etmelerinin önünü açmıştır: Kiliseler ve din millîleştirilmiştir.
Benzer şekilde İncil de çevirileri vasıtasıyla
millîleştirilmiştir.
Bu yüzden, bir taraftan protestanlaşma eleştirisi yapıp diğer
yandan da “Müstakim Türklük” vs. icad edenler, “Müslümanın kâfirle cihad
edenine Türk denir” türünden gülünç vecizeler uyduranlar için, “Ol mahiler ki
derya içreler, deryayı bilmezler” demek gerekiyor.
*
Aslında Teoman Duralı’nın görüşlerini bu kadar ayrıntılı biçimde tartışmak
istemiyordum.
Başta kısaca bir değinip
geçmiştim.
Ancak, bir başka üç harfli
bana cevap sadedinde şu paylaşımı yapmıştı:
Seyfi bey!
gönderdiğiniz yazıların büyük bir kısmını okudum. Bu üslup da ki yazılara
-matlup olarak kabul etmememize rağmen- aşinalığımız vardır(Elhamdülillah).
Şaban T. Durali hocanın "ilmi yetkinliğini" tasvip ediyor olmanız
sizin adınıza mühim bir gelişme olsa gerektir. Yalnız; "İngiliz-yahudi medeniyeti"
kitabına atıfta bulunmanız ve "batı felsefesine yönelik eleştiri ve batı
düşüncesiyle ilgili değerlendirmeleri nazar-ı itibara alınabilir mealinde ki
ifadeleriniz hocanın; "Omurgasızlaştırılmış
Türklük" kitabında ve "Rıhle
dergisine" verdiği mülakatında ki fikir ve tespitlerine bigane kaldığınız,
tasvip etmediğiniz anlamı taşımıyor mu? Hocanın geliştirdiği fikir ve
tespitleri katagorize ederek -hakkaniyete muadil- davranmadığının farkında
mı'sınız? Hocanın, "Omurgasızlaştırılmış Türklüğü" izah edip,
eleştirdiği fikirlerini geliştirerek, "Omurgalı Türklüğün"
mustakimliği ve kaçınılmazlığı merhalesine yaklaşmasından pek hoşnut
olmadığınız intibaını veriyorsunuz. Bunun farkındasınızdır her halde! Bir de
hocayı "entelektüel" olarak tasvif etmişsin. Bizim nezdimiz de;
-piyasada mebzul miktarda bulunan- "entelektüel nitelendirmesiyle"
takdim edilen tiplerin hiçbir "kıymet-i harbiyesi" yoktur. Ancak;
"Muhakkik, İlim ve Hikmet Erbabına" itibar ederiz. Öyle biline...
"Vahdet-i
Vucut" meselesisini erbabına havale ederek, -uzun uzadıya- yazdığınız
eleştirilere geçelim. Günümüzden 16. sene önce(1994. yılında) yayınlatmaya
muvaffak olamadığınız -bu kadar İsmet Özel düşmanının arz-ı endam ettiği bir
vasatta yayınlatamama iddianızda da bir gariplik olsa gerektir!- yazınızı
"bil vesile" takdim etmeye kalkışmanızın sebeb-i hikmeti nedir? Üstat
"Kalın Türk" kitabının son
kısmında der ki; "Kişinin İmanı da, Türklüğü de GEVREYEBİLİR, bu halin
güçlendirilmesi matluptur, iyidir." Görünen o ki; Üstat bu zaman zarfında
"İmanını ve Türklüğünü" geliştirip, güçlendirmiş. Maalesef sizde
"matlup olmayan" bir ruh hali üzre yerinde saymışsınız. Müstefid
olmanız ümidiyle Üstadın "son dönemlerde yazdığı" bir makalesini
(geniş malumat www.ehlimekke.com 'da;) iftiharla takdim ediyorum. Kalın
sağlıcakla...
"TÜRKİYE'DE
KİM, NEREDEN NEREYE GELDİ?" İsmet Özel
Türkiye'de
kim, nereden nereye geldi?...
(merdivenşiir
dergisi- Eylül-Ekim 2006- Sayı:10)
*
E-posta grubunda görev icabı
bulunduğu izlenimi veren bir şahsın İsmet Özelcilik yapması benim için
şaşırtıcı değildi..
Özel’in, Türkiye’deki İslâm
anlayışını sulandırma dışında bir
hizmetinin bulunmadığını çok iyi biliyordum.
Onun solculuğu bırakıp Müslümanların
safına geçtiği sıralarda Türkiye için öncelikli tehdit Sovyet yayılmacılığıydı.
Bu yüzden, onun gibilerin
“hidayete ermesi”, derin güçler ve onun sözünü çok ettiği “dünya sistemi” için önemsiz birşeydi.
Komünizmin çöküp İslâm’ın
tek alternatif haline geldiği bir zamanda ise, Türklük’ten söz ederek ırkçılığa yatay geçiş yapmıştı.
Komünizm sempatizanlığının
Türkiye’de revaçta olduğu 1970’li yıllarda İsmet Özel’in İslâmcıların safına
geçmesi, onun haddinden fazla önemsenmesine ve şımartılmasına yol açmıştı.
Solcular arasında
önemsenmeyen biriyken, İslâmî kesimde ona “büyük İslâm düşünürü” muamelesi
yapılır olmuştu.
Ancak, bu “düşüncesiz
düşünür”, hiç de yeri ve zamanı değilken “Üç Mesele”si ile teknoloji
aleyhtarlığı yaparak Müslümanları lüzumsuz bir konuyla meşgul etmişti.
Ayrıca medeniyet kavramını
hedef almış, bir İslâm medeniyetinden söz eden herkesi ürkütmüştü.
Türklüğü de, Türkiye’yi de,
Türkiye’deki siyasal partileri de aşan koskoca bir “medeniyet”in yerini, onun “Üç
Masal”ında, gayrimedenî ve teknoloji konusunda taş devrini savunan bir ucube
alıyordu.
Bin 400 yıl öncesine ve
hatta Hz. Adem’e uzanan bir tarihin yerini, 1970’lerde başlayan bir köksüzlük
işgal ediyordu.
İsmet Özel’in “büyük İslâm
düşünürlüğü” işte böyle birşeydi. Bu kahve dövücünün hınk deyicileri de, İsmail
Kara gibi dirayet bakımından zayıf
rivayet ehli ile solcu özentisi
kompleksli gençlerdi.
Soğuk Savaş bitip Batılılar kızıl tehlikenin yerine yeşil rengi oturtunca da, bizim İsmet Özel,
yandan çarklı vapurunu birden bire “kalın
Türklük” limanına doğru pupa yelken koşturmaya başlamıştı.
Bu “kalın döneklik”,
ardındaki kompleksli güruhun bir bölümünü eli böğründe bırakmış, dönme
kabiliyeti gelişmiş olanların da birden bire Türklüğün faziletlerini keşfetmeye
başlamalarına yol açmıştı.
Şimdi, söz konusu e-posta
grubunda, benden, İsmet Özel’le onun “dava arkadaşı” Teoman Duralı’nın “müstakim Türklük dalaveresinin” ehemmiyetini
takdir etmem isteniyordu.
Bu dalaverenin ehemmiyetini
takdir etmiş, bu çirkin toplum mühendisliği projesini hazırlayanların kimler
olduğunu anlamıştım elbette.
Söz konusu ajana cevap
verirken, mesajına eklediği İsmet Özel’e ait yazıdaki ifadeleri de tartışma
konusu yapmıştım:
İlk
mesajımda, düşüncelerinizi seviyeli bir şekilde ifade etmiş olmanızdan duyduğum
memnuniyeti belirtmiştim. Şimdi ortaya çıkan seviyesizlik, doğal olarak,
memnuniyetimi ortadan kaldırmış bulunuyor.
Son mesajım
oldukça kısa ve netti. Dua, davet (çağrı) ve dava kelimelerinin aynı kökten
geldiğini belirtmiş ve sadece bir ayet-i kerime meali aktarmıştım.
Öyle
anlaşılıyor ki, ayet-i kerime canınızı sıktı.. Biraz daha canınız sıkılacak
ama, şunu söyleyeyim, ancak Allah’a çağıranların yanında yer almak isterim. “Müstakim Türklük” diye uyduruk ve batıl bir
davanın peşine düşmekten ise, Allah’a sığınırım.
Ne diyordu
Osman Gazi, oğlu Orhan Gazi’ye: “Bizim
davamız, Allah’ın sözünü yüceltme (ila-yı kelimetullah) davasıdır; kuru
cihangirlik kavgası değildir.”
Bu müstakim
Türklük vs. davalarının iki açıklaması olabilir: Birincisi, böylesi iddiaları ortaya atanlar, neyi savunduklarını
bilmeyen kafası karışık insanlardır. İkincisi,
bu sahte davalar, sahih İslâmî düşünce
hareketlerini, statükonun ve resmî ideolojinin değirmenine dolaylı olarak su
taşıyan sulandırılmış hareketler haline getirmek için planlanmış birer toplum mühendisliği projeleridir.
Müstakim
Türklük davası yaygaralarının hangi kategoriye girdiğini bilemem... Muhtemelen
birincisidir.
Şimdi
gelelim ifadelerinize.
“Şaban T. Durali hocanın ‘ilmi yetkinliğini’ tasvip ediyor
olmanız sizin adınıza mühim bir gelişme olsa gerektir.”
Bence siz
önce, Durali değil, Duralı olduğunu öğrenmelisiniz. Önceki mesajınızda da bu
şekilde yanlış yazmıştınız. Duralı’yı okumuş olduğunuzdan da emin değilim..
Devam
ediyorsunuz:
“Yalnız; ‘İngiliz-yahudi medeniyeti’ kitabına atıfta bulunmanız
ve batı felsefesine yönelik eleştiri ve batı düşüncesiyle ilgili
değerlendirmeleri nazar-ı itibara alınabilir mealinde ki ifadeleriniz hocanın;
‘Omurgasızlaştırılmış Türklük’ kitabında ve ‘Rıhle dergisine’ verdiği
mülakatında ki fikir ve tespitlerine bigane kaldığınız, tasvip etmediğiniz
anlamı taşımıyor mu? Hocanın geliştirdiği fikir ve tespitleri katagorize ederek
-hakkaniyete muadil davranmadığının farkında mı'sınız? Hocanın, ‘Omurgasızlaştırılmış
Türklüğü’ izah edip, eleştirdiği fikirlerini geliştirerek, ‘Omurgalı Türklüğün’
mustakimliği ve kaçınılmazlığı merhalesine yaklaşmasından pek hoşnut
olmadığınız intibaını veriyorsunuz. Bunun farkındasınızdır her halde!”
Farkında
değilim, çünkü olmayan birşeyin farkına varılamaz. Açıkçası, Türklüğün
omurgalısı ya da omurgasızı arasında ayrım yapmak için yazılmış kitapları boş ve gereksiz buluyorum. Şimdi birisi
çıkıp omurgalı Kürtlük ve omurgasız Kürtlük diye ayrım yapıp, kendince omurgalı
Kürtlüğü savunursa, buna alkış mı tutacağız?!. Kürtlükten bahsetmek, son
tahlilde Kürtçülüktür; Kürtçülüğün de omurgasızı ile omurgalısı bence birdir.
Bu, Türklük için de geçerlidir.
Kavramlar
meselesinin önemini uzun uzun anlatmıştım. Anlaşılıyor ki, okumamış ya da
anlamamak için çaba sarfetmişsiniz.
Bakın,
kullandığınız kelime ve kavramlar, bir hedefe ulaşmak için kullandığınız taşıt
ve vasıtalara benzer. Şayet bir gemiye binerseniz, varacağınız hedef ancak bir
liman olabilir; bir havaalanına ya da tren istasyonuna ulaşma şansınız yoktur. Türklük kavramıyla da varacağınız yer,
dönüp dolaşıp ırkçılık bataklığı olacaktır. Giderken seyrettiğiniz güzel
manzaralar sizi aldatabilir, fakat bataklığın kokmuş çamuruna gömüldüğünüzde o
manzaraların bir faydası olmayacaktır.
Duralı’nın
“Omurgasız Türklük” kitabını
okumadım, okumayı da düşünmüyorum. Rıhle dergisindeki mülakatından
da haberim yok. Görsem muhtemelen okurdum. Bu platformda gördüğüm kısa bir
söyleşisiyle ilgili değerlendirmelerimi yazmıştım. Bundan önce, onun en son, Yeni
Şafak’ta çıkan bir söyleşisini okumuştum. Duralı için şunu
söyleyebilirim: İslamî bilgisi yetersiz.
İbn Arabi’yi falan da anlamış değil. Kullandığı kavramlar da yanlış.. “İslam’ın iyi tarafı vahşetiymiş”.. Bunu
özel bir anlamda kullanıyor, fakat yine de yanlış.. İslam’ın esası, temeli,
tevhiddir. Tevhid, Allah’a davete (davaya) adı ne olursa olsun beşerî kirleri
bulaştırmamayı da tazammun eder. İslam kelimesinin kendisi bir defa barış
anlamı taşır ve vahşetle ilgisizdir.
Devam
ediyorsunuz:
““Bir de hocayı "entelektüel" olarak tasvif etmişsin.
Bizim nezdimiz de; -piyasada mebzul miktarda bulunan- "entelektüel
nitelendirmesiyle" takdim edilen tiplerin hiçbir "kıymet-i
harbiyesi" yoktur. Ancak; "Muhakkik, İlim ve Hikmet Erbabına"
itibar ederiz. Öyle biline...”
Entelektüel
değil diyorsanız, varsın öyle olsun. Fakat ne muhakkiktir, ne de ilim ve hikmet
erbabıdır.. İlim ve hikmet bu kadar ucuz mu?! Duralı İslamî ilimler adına ne
bilir?!.. Onunla ilgili mesajımda ifadelerinin yanlış olduğunu göstermiştim..
Devam
ediyorsunuz:
“Günümüzden 16. sene önce(1994. yılında) yayınlatmaya muvaffak
olamadığınız -bu kadar İsmet Özel düşmanının arz-ı endam ettiği bir vasatta
yayınlatamama iddianızda da bir gariplik olsa gerektir!- yazınızı "bil
vesile" takdim etmeye kalkışmanızın sebeb-i hikmeti nedir?”
Sebeb-i
hikmeti, İsmet Özel’in de nedense Türklük davası ile ortaya çıkmış olmasıdır.
Nasıl yayınlanmadığını söyledim. Aslını öğrenmek gayet kolay; Kenan Çamurcu’ya
sorabilirsiniz. Bunu bile düşünemediniz mi?! Daha sonra iki başka dergiye daha
gönderdim, onlar da yayınlamadı. Sebep aslında aynı.. Fakat aslında şunu
sormanız gerekirdi: Neden İsmet Özel, yazımı Kenan Çamurcu kendisine
gösterdiğinde tepki koydu, yayınlanmasına engel oldu? Şayet düşüncelerine güveniyorduysa, eleştirimizin yayınlanmasına engel
olmaz, karşılık olarak bir cevap yazardı. Neden bunu yap(a)madı da,
yazımınız yayınlanmasına engel oldu?
Sence bunda
bir gariplik yok, değil mi?..
Devam
ediyorsunuz:
“Üstat "Kalın Türk" kitabının son kısmında der ki;
"Kişinin İmanı da, Türklüğü de GEVREYEBİLİR, bu halin güçlendirilmesi
matluptur, iyidir." Görünen o ki; Üstat bu zaman zarfında "İmanını ve
Türklüğünü" geliştirip, güçlendirmiş. Maalesef sizde "matlup
olmayan" bir ruh hali üzre yerinde saymışsınız.”
Başkalarının
ruh hali üzerinde yorum yapmak, aslında, daha önceki mesajlarımda dile
getirdiğim şekilde, cevap verme noktasında ortaya çıkan aczin sonucudur. Ben de senin ruh halin hakkında bir sürü şey
söyleyebilirim, fakat bunu çirkin buluyorum. Çirkinleşmede sana ortak olmak
istemiyor, seni çirkin üslubunla başbaşa bırakıyorum.
Ancak,
kitabının adına bakılırsa, İsmet Özel de bir “kalın Türk”.. Onun görüşleriyle
ilgili yazılarımı “bütünüyle” okursanız, onun gerçekten kalın (kafa dahil her bakımdan kalın) bir Türk olduğunun
ispatlandığını görürsünüz.
Senin
üstadının, Türklüğünü geliştirip güçlendirmesine gelince... Bir Kürt de,
Kürtlüğünü geliştirip güçlendirmeye çalışınca ortaya neler çıktığını işte
görüyoruz..
Gelelim
İsmet Özel’in “iftiharla sunduğun” yazısına...
Özel şöyle
diyor:
“1908 yılı bazı bakımlardan dönüm noktasıdır. Bir yeni dönemden,
Türkiye'nin sistem içinde az gelişmiş bir ülke olarak yer aldığı tarihi
gösteren başlangıçtan söz edebiliriz. Bilhassa o tarihten sonra ülkemizde
"az gelişmiş ülke aydınları" zuhur etti. Onlara "münevver"
denirdi. Münevverler iştigal sahası olarak kendilerine öyle yerler seçtiler ki,
çok geçmeden Türkiye "az gelişmiş aydınlar ülkesi" haline geldi. Okur
yazarların omuzları üzerinde Türkiye'ye dünya sistemi içinde yer açan "uhuvvet"
reformları yükseldi. Enverland'a Enver İmlâsı geldi. Neler olduysa, iyi-kötü
yapılan her şeye aydınlar ön ayak oldu. "Taraflar vardı; tarafların
birbiri arasında Türkiye'yle irtibatları bakımından fark yoktu."
"Benden sonra tufan" anlayışıyla hareket ettiklerini tahmin etmek
kolayınıza gelebilir. Hayır, öyle yapmadılar. Hepsi, "batan geminin
mallarına müşteri bulmakla" meşgul oldu. Anlaşılan, epeyce büyük bir gemi
batmıştı. 12 Eylül 1980 askerî darbesi Türkiye'de aydının yerine getirdiği vehm
olunan işlevi paçavraya çevirdi.”
Yukarıdaki
ifadeler, bir İsmet Özel klasiği.. İsmet Özel’i İsmail Kara, en özgün İslamcı
düşünür ilan etmişti.. Hayır, İsmet Özel, Türkiye’deki İslamcılık olarak
adlandırılan düşünce akımının en büyük şarlatanıdır. Aslında, daha önce
gönderdiğim yazılarda, fikir olarak boş olduğunu, Allah’ın izniyle,
matematiksel bir kesinlikle göstermiştim.
Fakat İsmet
Özel, bundan daha fazla birşeydir.. Hiçbir zaman risk almaz.. Yazıp
söyledikleriyle bir yandan üst perdeden atıp tutar, fakat tehkileli sulardan
acaip bir kurnazlık ve ustalıkla uzak durur..
Kurnazca
Enver’den bahsediyor.. Peki Mustafa Kemal nerede?.. Bu kurnaz, Mustafa Kemal
hakkında ne düşünüyor?... Bugün ortada Enver imlası yok ki... Enver’e Mustafa
Kemal de karşıydı, hatta en büyük rakibiydi...
Vatandaş,
1908’de başlayan Meşrutiyet’i diline doluyor, oradan ustaca 1980’e atlıyor..
Daha önce gönderdiğim yazılarda geçtiği gibi, İsmet Özel, aptalların sayıca çok olduğunu düşünüyor. Nasıl olsa,
sayıca çok olan bu aptallar, onun kurnazlığının farkına varmayacaktır.
Kaldı ki,
1908 gerçekte bir başlangıç değil, bir sonuçtur.. Adam, bunu da bilmiyor veya
bilmezden geliyor..
Özel’in
aşağıdaki ifadeleri ise, kendisinin aynadaki görüntüsünden ibaret. Aslında
kendisini anlatıyor:
“Çeyrek asır var ki Türkiye gemisi yüzer görünüyorsa, bu görüntü
"Lumpen Intelligentsia"(batı özentisi güruh) yakıtıyla
sağlanabiliyor. Sistemin bile isteye türettiği, doğrudan veya dolaylı olarak
"yetiştirdiği" bu insanlar kendilerine ister akademik çevrelerde,
isterse basın-yayın piyasasında yer açmış olsunlar, "samimi oldukları
konuda ciddiyetlerini koruyamıyorlar; bir şekilde ciddiyet kespettikleri zaman
ise samimiyetlerinden söz etmek mümkün değil." Okur-yazar takımı
"kendi etti, kendi buldu," derseniz, yanıldınız. "Ne ekmişti ki
aydın zümre, ektiğini biçmiş olsun?" Aydın zümrenin aşağı istikamette
geçirdiği değişim onların takipçileri, hayranları eliyle gerçekleşti. Bir
yükselme vuku bulsaydı sebebin aynı elden doğduğunu söyleyecektik. Çünkü
değişim için gerekli gizli güç takipçilerdedir. "İbreyi harekete onların
neyi kabul veya redd ettikleri geçirdi." Tıpkı üretim birimlerini satış
bölümünün yönlendirmesi gibi "söz piyasası da köşeyi dönmekle
şartlandırılmış takipçilerin sultasında şekillendi.”
Evet,
takipçilerin sultası...
İsmet Özel,
yaptığı şeyin farkında olduğu için, durumunu çok güzel anlatıyor:
Türkiye'de bir tavır olarak başkaldırı göremezsiniz."
Yerküre üzerinde; "Türkiye söz söyleyenden ziyade kendisine söz
dinletilenlerin etkin olduğu yegâne ülkedir." Normal olmayan bir tarzda
ilerlemesine sebep olan hususiyetlerinden birincisi budur. "Başka bütün
ülkelerde muhalefetin açtığı yolu, Türkiye'de muvafakat açar." Bu sebeple
takipçi konumunda olanları kafeslemeyi kim başardıysa Türkiye'nin hakkından gelmeyi
başaran da hep o olmuştur. Söz dinleyenlerin gücünden çekinildiği için
Türkiye'de gerçekler "malı götürenlerin" işine yaradığı kadar ve
ancak o zaman ortaya sürülür veya dökülür.”
Ancak bu
kadar güzel anlatılabilir.. Türkiye’de bir tavır olarak başkaldırı göremezsiniz..
Siz, tutup adamın laflarının boş olduğunu delilleriyle ispatlarsınız, derginin
yayın yönetmeni ise, eleştirilen kişiden izin alma ihtiyacı duyar. Neden? Çünkü
bir tavır olarak başkaldırı yok.. İsmet Özel, takipçi konumunda olanları
kafeslemeyi başardığı için, siz, sesinizi duyuramazsınız. İşte bu nedenle, yine
Özel’in söylediği gibi, “Türkiye’de gerçekler, ‘malı götürenlerin’ işine
yaradığı kadar ve ancak o zaman ortaya sürülür veya dökülür”. Malı götüren
İsmet Özel, Milli Gazete’de
niçin yazdığını açıklarken, mal götürmekle olan ilişkisini samimi bir şekilde
itiraf etmişti. Bilenler biliyor...
Devam
ediyor İsmet Özel:
“Bugün bir bunalım içindeysek, bu bunalımı takipçilerin
kendilerini "üstün nitelikten kaçma" suretiyle takipçi olma hevesine
kaptırmaları doğurmuştur.”
Evet, aynen
böyle.. Ne de olsa takipçilik kolay; kafa konforunuzu bozmanız, düşünmeniz,
kafa yormanız gerekmiyor.. Üstadınız adına sağa sola hakaret edince,
“kalın”lığınızı göstermiş oluyorsunuz.
İsmet
Özel’in yukarıdaki sözlerinin hemen ardından sarfettiği laflar ise, sadece
ellerinin değil, kafasının da titrediğini, biraz daha titreyip kendisine
gelmeye ihtiyacının bulunduğunu ortaya koyuyor:
“Artık onlar "hasm-ı câlî"(sahte düşman) terkibini
işitmez, işitecek olsa da umursamaz. Takipçi olmak soylu olmayı, bir soyu, bir
boyu olmayı gerektirir. "Takipçilikten, takipçiliğe mahsus üstün
niteliklerden vazgeçmek ise apaçık soysuzluk emaresidir." Böylesi kabuller
altında bu yazıyı titrek bir elle yazıyorum.”
Devam
ediyor İsmet Özel:
“Artık, yalnız Türkiye'de değil, bütün dünyada okur diye
adlandırılan kalabalık, yazılan şeyler "boş bir gevezelik" olmadığı
taktirde asla okumayacak olan bir güruhtur.”
Böylece,
Ali Yaşar Altındal gibilerin neden İsmet Özel okudukları da ortaya çıkmış
oluyor.
Burada da
bırakmıyor Özel:
“Yazı dünyasının hiyerarşisi kasıtlı olarak yok edildi. Beteri
de gecikmedi: Bir zamanların takipçileri "kendilerine duydukları
saygıyı" kaybettiler. Nicedir yazı dünyasına "tribünlere
oynamak" tavrı hükmediyor. Bu furya beni de sürüklesin mi? Ben bu yazıyı
yazma sıkıntısına, "Türkiye'nin güme gitmesi için uğraşanlar karşısındaki
savaşın" ne yapıp yapıp verilmesi gereğine inanmasaydım, girmezdim.”
Hiyerarşiden
kastettiği, Kenan Çamurcu üzerindeki etkisiyle yaptığı sansür türünden şeyler
olmalı.. Tribünlere oynamaya gelince, daha önce gönderdiğim yazılarda geçtiği
gibi, gerçekte İsmet Özel, “Benim
şiirimdeki siyasi terminoloji aptallar içindir” diyebilmiş biridir. Ona
göre, aptalların sayısı çok olduğu için onlara prim vermek (tribünlere oynamak) gerekmektedir. Yukarıdaki “Bu
furya beni de sürüklesin mi?” ifadesi ise, yalancılık
ve gösterişçilikten, sahte dürüstlük gösterisinden başka birşey değil..
Aslında,
Özel’in bir sonraki cümlesi, gerçekte tribünlere oynamanın da ötesinde, sansasyon
üretmeye uğraştığının itirafı niteliğinde:
“Yazdıklarımın sansasyon düşkünü düşük zevat dışında kimin işine
yarayacağını kestiremiyorum.”
Bu, Ali
Yaşar Altındallara yönelik bir iltifat: Sansasyon düşkünlüğü...
Özel’in son
cümleleri ise şöyle:
“Milliyetçilikle, milliyetçilik diye yutturulan ve semeresi
Türklerin esaretiyle sonuçlanan şey arasındaki farkı algılayamamış insanlar
nereden icazet almış olurlarsa olsunlar karanlıktır. (Murat Belge'nin Şahitliği
Caiz Değil – yazısından alınmıştır) merdivenşiir dergisi- Eylül-Ekim 2006-
Sayı:10”
Bu sözlerin ne anlama geldiği
açık.. Milliyetçiliğin iflasını kabul etmemiz istenmiyor.. Bize deniliyor ki;
bakma sen böyle olduğuna, aslında bu milliyetçilik değil, milliyetçilik diye
yutturulan birşey... Asıl milliyetçilik başka; mukaddes mi mukaddes... Sen
milliyetçilikten vazgeçme..
Yutarsanız tabiî.
*
Benim bu cevabım üzerine bir
başka üç harfli devreye girmiş bulunuyordu. Ya da aynı üç harfli başka bir ismi
kullanmaya başlamıştı, bilemiyorum.
Duralı’yla ilgili ilk paylaşımım şöyleydi:
Duralı’nın İngiliz-Yahudi Medeniyeti kitabı ile
Harun Yahya’nın Yeni Masonik Düzen
kitabının temel tezleri hemen hemen aynıdır. Birincisi biraz daha felsefî,
ikincisi ise tarihseldir. İkincisinin son kısımları güncel ve dağınıktır ve bazı
önemli hatalar içerir.
İbn Arabi’ye
vahdet-i vücud meselesinde İmam-ı Rabbani’nin verdiği cevap yeterlidir. İbn Arabi
yanlış bir görüşü savunmuştur. Daha sert cevap verenler de vardır, Allame
Taftazanî ve Aliyyül-Kari rh. a. gibi..
Duralı diyor
ki: “Biz bugün bir kavramlar
curcunası içerisinde yüzüyoruz. Dünya kadar kavram var! Herkes bir kavram
üretiyor. Bu son derece zararlıdır. Nasıl ki para çok arttığında iktisat
zayıflar/ bozulur, kavramlar da çok arttığında düşüncenin insicamı bozulur.
Mesela '' insan hakları'', ''hayvan hakları'', ''demokrasi'' vd... Bunlar
lüzumsuz şeyler. Adalet diye bir kavram var. Tarifi de muhtevası da kesin ve
sarih bir kavramdır.”
İtikadî
konularda kavram üretmek çok daha zararlıdır. Vahdet-i vücud gibi kavramların
hiçbir yararı olmamış, zararı ise hadsiz hesapsız boyutlara ulaşmıştır.
Yine Duralı
diyor ki: “Yeniçağda, bilhassa
insancıllık/ hümanizmada aklın Allah'a giden kablosu kesildi. Gazali felsefeyi
İslam'a yedirmiştir. Batıda ise Hıristiyanlık felsefeye yedirilmiştir.”
İbn Arabi
de tasavvufu felsefeye yedirmiştir. TDV
İslam Ansiklopedisi’nde Prof. Mahmut Kaya’nın İbn Arabi ile ilgili olarak
yazdığı madde bu konuyu yeterince açıklıyor. Mahmut Kaya, belirli ölçüde
medrese temeli de olan biridir.
Yine Duralı
diyor ki: “Hz. Ali'nin tek hatası,
devlet başkanı olmaya soyunmaktı. Çünkü onun mizacında bir adam siyaset
yapamaz. Samimi, saf bir insan.”
Bu da
tarihsel gerçeklere aykırı. Hz. Ali, halifeliği kabul etmeye mecbur kaldı. Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman samimi ve saf değil miydi?! Hz. Ali’nin
siyasetinin başarısızlığının başka nedenleri vardır.
Yine Duralı
diyor ki: “Ahlaklı yaşama, insanın
başarabileceği en zor iştir. Çünkü ahlak'ı yaşama, elini eteğini dünya
nimetlerinden uzak tutmaktır.”
Bu, zühddür,
ahlâk değil. Hz. Süleyman dünya nimetlerinden uzak durmamıştır, ama ahlâklıdır.
Dünya nimetlerinden uzak durduğu halde insan ahlâksız da olabilir. Mesela
bununla amacı insanları etkilemek, zahid olarak tanınmak olabilir. Bu,
sahtekârlıktır.
Yine Duralı diyor ki:
“Cahil kaldığımız ölçüde korunuyoruz. Okuduğumuz ölçüde cahil
kalıyoruz. Okumak kendi başına bir fazilet değildir. Şüphe nasıl ki felsefenin
baş şartıysa, yöntem/metod da öyle bir şeydir. Yönteme bağlı okumadığın
takdirde bu okuma hiçbir şey ifade etmez. Kafan karmakarışık olur. En zararlı
işlerden bir tanesi gelişi güzel okumaktır. Yol göstereceksiniz. Tabii yol
gösterecek adamın yol biliyor olması lazım. Bilmiyorsanız sorarlar: “Falanca
apartman, falanca sokak nerede?” derler. Adam bilmeden söylüyor ve insanlar
mahvoluyorlar. Ondan sonra dolap beygiri gibi dönüyorlar ortalıkta. Okuyacağın
kaynak özüyle, sözüyle doğru olmalı. Çok okuyan adam... Hayır, özlü okuyan
adam!... Yöntemli okuyan adam!... Her şeyde olduğu gibi yöntemin başında da
akıl vardır. Akıl da kendi başına işlemez; yolları akla gösterecek insana
ihtiyaç vardır.”
Bu sözler,
özü itibariyle kısmen doğru olmakla birlikte aşırılık içeriyor. Cahil
kaldığımız ölçüde korunduğumuz söylenemez. Ancak, hadiste belirtildiği gibi,
“İlmin bazısı cehalet, sözün bazısı yorgunluktur”. Ancak, cahil kaldığımız
ölçüde korunduğumuz söylenemez. İlim, çok önemlidir. Okumak kendi başına bir
fazilet olmamakla birlikte, Kur’an’ın
ilk emrinin oku olmasının bir hikmeti vardır. Ama, Duralı’nın söylediği gibi,
yöntem önemli. Diyor ki Duralı: Okuyacağın kaynak, özüyle sözüyle doğru olmalı.
Bu, mesela İbn Arabi’nin kitapları için de geçerli. Çok okumak tek başına
fazilet olmadığı gibi, çok yazmak da değildir. Önemli olan doğru şeyler yazmış
olmaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder