TBMM’de iki yılı aşkın bir süre müşavir olarak
bulundum.
Bir ara işim, TBMM Başkanı İsmail
Kahraman’ın konuşma metinlerini ve basın açıklamalarını kaleme almak,
başkaları tarafından yazılmış olanları da redakte etmekti.
[Hayır, onun Ankara’da tsunamiye yol açan
“anayasa ve laiklik” konulu ifadeleri benim kalemimden çıkmadı.
İstanbul Üniversitesi Rektörlüğü'nün düzenlediği
"Yeni Türkiye ve Yeni Anayasa" konulu toplantıda kullandığı
ifadeler kendisi tarafından orada irticalen söylenmiş şeylerdi..
Konuşma metninde yoktu.
O toplantıda yapacağı konuşmanın metnini bir
hukuk profesörü yazmış, ben de üzerinde bazı rötuşlar yapmıştım.
Ancak, Başkan’ın önemsiz ve kıytırık üç beş
cümlesi yüzünden Bahçeli, Kılıçdaroğlu ve Akşener adeta
çıldırmış, dişlerini gıcırdatarak “laik cihat” için kılıçlarını sıyırmış,
öfkeden kan oturmuş gözlerini belerterek sövüp saymaya başlamışlardı.
Kana susamış bir Atatürkist vampir olarak CNN
TÜRK canlı yayınına bağlanan CHP Grup Başkanvekili Engin Altay da
“Laikliği korumak için kan da dökülür. Bakın ben ne dediğimi
bilerek konuşuyorum” diyerek TBMM Başkanı Kahraman’ın kan değerlerinin
ölçümü işlemini başlatmıştı.
Başkan’ın bu tepkiler üzerine yapılan savunma
niteliğindeki basın açıklamasını yazmak bana düştü.. Sorun şu ki, yazdığım
metnin üçte birlik kısmı, özür dileyici ve geri adım atıcı bir üslup kullanılarak değiştirilmişti.
Buna
gerek yoktu.. Geri adım atması ve özür dilemesi gerekenler Bahçeli, Kılıçdaroğlu,
Altay ve Akşener'di.
*
Bu bahse girmişken,
müşavirliğimin akıbetini de anlatayım.
Bir süre sonra özel
kalem müdürü değişti.. Ben yeni geleni aramadım, o da beni..
Dahası, tek başıma
kullandığım odaya bir başka müşaviri gönderdiler.
Gelen arkadaş daha
önce milletvekili danışmanlığı yapmış, ardından TBMM
müşavirliğine atanmış biriydi.
Odamda Atatürk
resmi vs. asılı değildi.. Gelen şahsın ilk işi, tam karşıma gelecek
şekilde dört kişinin resmini duvara asmak oldu: Selanikli Mustafa (Atatürk), Cumhurbaşkanı Erdoğan, TBMM Başkanı Kahraman ve de Başbakan Binali Yıldırım.
Odam portre müzesine dönmüştü. (Biz "devletlu"ların değil Allahu Teala'nın kuluyuz.. Devlet kurumlarında odalara illa da birşey asılacaksa bu, Topkapı Sarayı'nın giriş kapısının üzerinde olduğu gibi "Kelime-i Tevhid" olmalıdır.)
Arkadaş, geçmiş
maceralarını anlatma babından bana ince mesajlar vermeyi de
ihmal etmiyordu.. Milletvekili danışmanıyken vatandaşlardan işe
yerleştirilmeleri vs. türünden ricalar almaktaydı, o da hemen MİT’e
telefon edip o kişiler hakkında gereken malumatı edinmekte ve ona göre
tavır koymaktaydı.
Evliyaullahın alametlerinden
biri, görüldüklerinde Allahu Teala’nın hatırlanmasıdır.. Bu arkadaşın bazı
ziyaretçileri geliyor, beni onlarla tanıştırıyor, onları “işadamı”
olarak takdim ediyordu.. Fakat onlar bana ne iş dünyasını ne de Allahu Teala’yı
hatırlatıyordu, MİT’i hatırlamamı sağlıyorlardı.. Aklıma sanayi, icaret, para,
ihaleler ve piyasa gelmiyordu.
Kibar ve az konuşan,
konuşturup dinlemeyi tercih eden, konuşanın sözünü kesmeyen, bilgiçlik
taslamayan, ukalalık yapmayan, efendi ve terbiyeli adamlardı.. İyi birer
dinleyiciydiler.. Halden anlayan, gün görmüş, düşünceli ve dengeli insanlar
oldukları izlenimi ediniyordunuz, fakat yine de insana Allahu Teala’yı değil,
MİT’i hatırlatıyorlardı.]
*
Özel kalem müdürlüğü
ile koordineli çalıştığım dönemde “şehit” haberleri geldiğinde ya
da terör olayları yaşandığında Başkan adına tel’in açıklaması
yazmak gerekiyordu, ve yazdığım metinlere özel kalem müdürlüğünün, “şer
odakları” vs. türünden şerli ilaveler yaptığını
görüyordum.
Oysa ben Arapça
olan şer yerine Türkçe kötülük kelimesini
kullanmayı tercih ediyordum.
Hayır, bu, Arapça’ya
bir alerjimin bulunmasından kaynaklanmıyordu.
Sebebi şeriat anlamına
gelen ve sonunda fazladan (Türkçe'de bulunmayan) bir "ayn" harfi
yer alan şer’ ile kötülük anlamına gelen
("ayn"sız) şerrin Türkçe’de, (Batı’dan apartopar
alınan Latin alfabesinin yetersizliği yüzünden) birbirine karışıyor olmasıydı.
Fakat özel
kalemin kötülük anlamındaki "ayn"sız “şer”
kelimesine karşı tuhaf bir sevgisi vardı.
Tıpkı, 12 Temmuz
2024 tarihli son cuma hutbesinde Diyanet’in “küresel şer odakları”ndan
bahsetmesi gibi.
Şeriat
anlamındaki şer’a gelince..
Diyanet’in lügatinde
bu kelime ne yazık ki yok.
*
Allahu Teala Kur’an-ı
Kerim’de şöyle buyuruyor:
“Ey iman edenler! (Peygamber’e) ‘Râinâ!’ (Bizi
gözet, birbirimizi gözetelim, gözetleşelim) demeyin; “Unzurnâ” (Bize
bak!) deyin ve dinleyin. Kâfirler için elem verici bir azap vardır.” (Bakara, 2/104)
“Râinâ!”,
Türkçe’ye geçmiş olan reaya (gözetilenler), mer’a (otlak, gözetme yeri), raiyye
ve riayet (gözetme) gibi kelimelerle aynı kökten geliyor..
“Unzurnâ”
ise nazar (bakış), nâzır (bakan, bakıyor olan), nezaret (bakanlık), manzara
(bakılan yer), muntazır ve intizar kelimeleriyle aynı gruptan..
“Râinâ!”
kelimesinin kullanılmasının yasaklanması için tefsirlerde iki neden
gösteriliyor.
Birincisi,
“râinâ” kelimesinin mufâ’ale babından olması ve müşareket (ortaklık,
işteşlik) bildirmesi. (Türkçe’ye geçmiş olan mukavele, mücadele,
muhasebe, münasebet, münazara, müşahede, münakaşa, müsabaka, muaraza ve muhakeme gibi kelimeler bu baba aittir.)
Dolayısıyla
bu kelimeden, edebe aykırı olarak, “Birbirimizi karşılıklı gözetelim, sen bizi
gözetmezsen biz de seni gözetmeyiz” gibi bir anlam çıkıyor.
İkinci
neden ise bu kelimenin Yahudiler’in lisanı İbranice’de
bir hakaret ifadesi olarak kullanılıyor olması.
*
Evet, şeriat kelimesinden
ürken ya da bu kelimeden nefret eden, ve Şer’-i şerîf (şerefli,
onurlu Şeriat) tabirini unutturmaya çalışanların kötülük anlamındaki
şer kelimesini bu kadar cömertçe kullanmaları akla yukarıdaki ayet-i
kerimeyi getiriyor.
Bu şer’siz
(şeriatsız) şerlilik (kötülük) neyden kaynaklanıyor?
Edeb, incelik,
nezaket ve hassasiyet eksikliğinden mi, yoksa (Diyanet’e
bile sızmış olan “yerli-milli şer odakları”na ait) yahudice
sinsilik ve alçaklıktan mı?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder