E-KİTAP: ZAMANIN İMAMI MESELESİ VE ŞİÎLEŞEN TARİKATÇILAR

 

https://archive.org/details/zamanin-imami-meselesi-ve-siilesen-tarikatcilar



ZAMANIN İMAMI MESELESİ VE 

ŞİÎLEŞEN TARİKATÇILAR

  

Dr. Seyfi SAY

 

 

İÇİNDEKİLER

 

ZAMANIN İMAMI, MÜSLÜMANLARIN HALİFESİNE KARŞI 4

ZAMANIN ZAMANSIZ TÜREYEN İMAMLARI 11

KRİPTO ŞİÎLERİN "ZAMANIN İMAMI" ABRAKADABRASI 17

"ZAMANIN İMAMI"NI "USÛL"ÜN (AKLIN VE NAKLİN) YOL GÖSTERİCİLİĞİYLE ARAMAK 28

“ZAMANIN İMAMI” VE ŞİÎLEŞEN TARİKATÇILIK 36

KUR’AN VE “ZAMANIN İMAMI” 43

“ZAMANIN İMAMI” YOK, “ZAMANIN İMAMSIZLIĞI” VAR 48

ZAMANIN NAYLON İMAMLARI 54

KIRAN KIRANA "ZAMANIN İMAMI" SAVAŞLARI 65

TARİKATLAR, ŞEYHTANLAR, ZAMANIN İMAMLARI, VE VAZİFELİ KİŞİLER 73

"ZAMANIN RABLERİ"NİN İRFANINDAN, NAZARINDAN, İRŞADINDAN SAKIN! 80

SÜNNET'SİZ SÜNNÎCİLİĞİN "ZAMANIN İMAMI" SAFSATASI 97

BİAT VE İNTİSAP MESELESİ 107

ŞEYHLER VE İLM-İ LEDÜN 112

NUREDDİN COŞAN’A TÂBİ OLMAK VEBALLİ MİDİR? 115

ZEHİRLİ ET 132

KEŞF, İLHAM VE GAYBÎ BİLGİ 135

MUTASAVVIFLAR VE İSTİKAMET 142

ŞERİAT VE TASAVVUF 149

*

KEŞF, İLHAM VE GAYBÎ BİLGİ

 

Şöyle diyennler var: Dinî konuları sufiler daha iyi bilirler. Onların söz ve eylemlerinde bizim bilmediğimiz hikmetler bulunur.

Öncelikle şunu belirtelim: Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e göre, bilgi sahibi olmanın yolları üçtür: Haber-i sadık (Vahiy bu kapsamda yer alır), akıl ve havass-ı selime (sağlam duyular).

Bunlarda ise insanlar ortaktır.

Bunun dışında keşif veya ilham, kesin bilgi kaynağı kabul edilmemiştir.

İmam-ı Rabbanî şöyle demektedir:

“Vahiy kat’i olup ilham zannîdir.... Bunun için, o meydanda hata dönebilir (ilhamda hata olabilir).”

(Mektubat, C. 1, çev. A. Akçiçek, İstanbul: Merve Y., s. 147.)

Yine şöyle demektedir:

“Ne ilham, haramı ve helali isbat edebilir (belirleyip sabit hale getirebilir); ne de batın erbabının keşfi farzı ve sünneti anlatabilir.” (Mektubat, C. 2, s. 1119.)

Üstelik, keşf sahibi olmak bir üstünlük sebebi de değildir. İmam-ı Rabbanî şöyle demektedir:

“... Gayblerin keşfi, bunların velayetine birşey artırmaz.... Çoğu kez, gaybî suretlerin keşfine sahip olmayan; o suretlerin keşfine sahip olandan daha faziletlidir.” (Mektubat, C. 2, s. 1217.)

“Hakikat, ehl-i hak olan ulema yanındadır.... Zira, alimlerin ilimleri, nübüvvet (peygamberlik) kandilinden alınmıştır. O nübüvvet sahibine (Hz. Peygamber’e) salât, selam ve tahiyyet.. İşbu ilimlerin esas kaynağı, kat’i vahiyle teyid edilmiştir. Ancak, sofiye zümresinden bazı zatların maarifi (irfanı), keşf ve ilhama dayanır. Hem keşifte, hem de ilhamda hata yolu bulunabilir. Keşfin ve ilhamın sağlamlığına alamet odur ki: ehl-i sünnet ve vel cemaat ulemasının ilimlerine mutabık buluna.. kıl kadar olsa dahi, aralarında bir aykırı durum olursa, doğruluk çenberinden çıkar. Asıl sağlam ilim ve açık hakikat budur. Hakkın harici (gerçek dışı) olan da, ancak dalalettir (sapıklıktır).” (Mektubat, C. 1, s. 288-289.)

İmam-ı Rabbanî'nin şu uyarıları da önem taşımaktadır:

“... Meselelerden bir meselede; ulema ile sofiye ihtilaf halinde olduğu zaman, tam bir şekilde mülahaza edilince görülecektir ki: Hak ulema tarafındadır.” (Mektubat, C. 1., s. 645)

“Sofiyenin amelleri, helal ve haram işinde senet değildir.... Burada muteber olan, İmam Ebu Hanife’nin, İmam Ebu Yusuf’un, İmam Muhammed’in kavlidir. Allah onlara rahmet eylesin....” (Mektubat, C. 1, s. 662.)

“Kulluk ve itaat makamı, ihtilafa dayalı meselelerde meşayihle (şeyhlerle) bir olup ulemaya (alimlere) karşı muhalif durmaya takat getiremez.” (Mektubat, C. 2, s. 1055.)

Günümüzün ilimsiz şeyhlerinin laflarına gelince, onların keşif ve ilham ürünü olduklarını söylemek lüzumsuz hüsnüzan olur.

*

Sûfîler genellikle nefs terbiyesi ve manevi haller ile ilgili mevzularda bilgi sahibidirler.

Bununla birlikte onların ayırıcı vasfı, şayet sahipseler, bu bilgilerinin tecrübî olması, kitaplarda yazılı olan teorik açıklamaların öğrenilmesine dayanmamasıdır.

Kitaplardaki bilgileri öğrenme bakımından sûfî olanla olmayan arasında bir fark yoktur.

Tecrübî bir bilgi olan (hale dayanan) tasavvuf, fıkhî konularda bilgi sahibi olmanın yolu değildir.

Dolayısıyla, sûfîlerin tasavvufla ilgisiz konulardaki görüşlerine ancak bunların şer’î delillere dayanması ve ait olduğu ilmin usul ve kurallarına uyması durumunda itibar edilebilir.

*

Ancak, sûfîlerin değil böylesi konularla, kendi alanlarıyla ilgili beyanları bile genellikle ihtiyatla karşılanmalıdır.

Konuyla ilgili olarak İmam Gazâlî şöyle der:

“Ne yazık ki mutasavvıfenin sözleri daima eksiktir. Çünkü onların âdeti, kendi hallerinden haber vermektir. Başkasının hallerine önem vermezler. Hallerin ihtilafı ile cevaplar da ihtilaf eder. Bu ise ilim derecesine nisbetle noksandır. Zira eşyayı olduğu gibi bilmek daha iyi ve daha üstündür. Ancak himmet, irade ve ciddiyete nisbetle de bir kemaldir. Zira herkes kendi durumunu açıklar, başkasına kıymet vermez ve onu benimsemez. Çünkü (kişinin) Allah’a giden yolu kendi nefsi, ve menzilleri, konak yerleri de kendi halleridir. Halbuki bazen kulun Allah’a giden yolu ilim olur. Her ne kadar yakınlık ve uzaklık itibariyle ihtilaf ederlerse de Allah’a giden yollar pek çoktur. Hidayetin aslında müşterek olmakla beraber, daha çok hidayete ermiş olanı (ancak) Allah bilir.”

(İhyâu’ Ulûmi’d-dîn, çev. A. Serdaroğlu, İstanbul: Bedir, C. 4, s. 76-77.)

İmam Gazâlî, eserinin başka sayfalarında konuyu daha ayrıntılı biçimde ele alır:

“… Herkes kendi vaziyetini (halini) açıklamıştır. Başkası hakkında da aynı hükmü vermek, doğru olmaz. İşte zahirî ilimlerde âlim (olan) ile sofunun [sûfînin] farkı buna göredir. Sofu ancak kendi halinden konuşur. Şüphesiz her sofu kendi haline göre cevap verir. Âlim, gerçeği olduğu gibi anlayan kimsedir. O, kendi vaziyetini (halini) örnek (esas) almaz, belki (nesnel) gerçeği açıklar. O gerçek ki, onda kimse ihtilaf etmez. Çünkü daima hak birdir. Hakkı bulamayanlar, sayılamayacak kadar çoktur…. Bunun için bunlardan (bu mutasavvıflardan, sufilerden aynı devirde yaşayan) hiçbiri diğerinin tasavvufta daha üstün olduğunu kabul etmez ve hiç biri diğerini medh ü senada bulunmaz. Belki her biri kendisinin hakka vasıl olup hakikati bulduğunu iddia eder. Zira onlar ekseriya kalplerindeki hallerin gereğine göre hareket ederler. Ancak kendi nefisleri ile meşgullerdir, başkasına bakmazlar. Fakat ilim, nuru ile parladığı zaman her şeyi kuşatır, hakkın yüzünden perdeyi kaldırarak ayrılıkları (ihtilafları) giderir.”

(İhyâu’ Ulûmi’d-dîn, C. 2, s. 616.)

Öte yandan, şu ayeti de akılda tutmak gerekir:

“(Yahudiler) Allah'ı bırakıp bilginlerini (hahamlarını); (hıristiyanlar) da rahiplerini ve Meryem oğlu Mesîh'i (İsa'yı) rabler edindiler. Halbuki onlara ancak tek ilâha kulluk etmeleri emrolundu. O'ndan başka tanrı yoktur. O, bunların ortak koştukları şeylerden uzaktır.” (Tevbe, 9/31)

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, (daha önce de aktardığımız gibi) Hak Dini Kur’an Dili’nde bu ayeti şu şekilde tefsir etmektedir:

“Allah'dan başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine rab edindiler". Allah'ın emrine, Hakk’ın hükmüne değil, onların hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah'a tapar gibi taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, açıkça Allah'ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler. Allah'ın haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler…. Onlara, Allah'ın emirlerini uygulayan, O'nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan kimseler gözüyle değil de, dinde sanki Allah gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar. Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz' etmeye, dini hükümler koymaya hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar. Onların iradelerine, heva ve heveslerine uydular.

Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatim-i Tâî'nin oğlu Adiy demiştir ki:

"Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı (ki Adiy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı), Resulullah Berâetün (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu, bana ‘Ya Adiy şu boynundaki veseni at’ buyurdu. Ben de çıkardım attım. (Surenin) ‘Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler’ anlamına olan âyetine geldi, ben, ‘Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi’ dedim. Resulullah buyurdu ki: ‘Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?’ Ben de ‘Evet’ dedim. ‘İşte bu, onlara ibadettir’ buyurdu.”

Rebi' demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğulları'nda nasıl idi?" diye Abdul'âli’ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında hahamların sözlerine aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber kitabın hükmünü bırakırlar da hahamların sözlerini tutarlardı" dedi.

Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab edinmiş olmak için behemahal ona "rab" adını vermiş olmak şart değildir. Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.

Şu halde burada din âlimlerine, ulul'emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah'ın emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi âlimleri ve yöneticileri demek olan "ahbar" ve "ruhban"a itaat etmeleri niçin muaheze olunuyor şeklinde düşünmeye gerek yoktur…. Böyle bir itaat Halık’a isyan bulunmamak şartıyla meşru olur. İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması şartına bağlıdır. İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle olan ilişkisinde, Hakk’ın emrine uygun düşmesinde ve daima Allah’ın rızasını araştırmasında, Hakk’ın ahkâmını (hükümlerini) tanıyıp kavramasında, hasılı Allah için olmasındadır. Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde yürümeyen, Allah'ın hukukuna aykırı olan, Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar süslenirse süslensin ilim değildir. Ve âlimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine bağlılıkları ile ölçülür…. Hakkı batıl, batılı hak yapmaya çalışanlar ise ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar…. Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir. Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı batılı ayırmaksızın hak ilminin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, hakkın emrine dayanmayan, ondan kaynaklanmayan şahsi görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfi fetvalarını ve iradelerini üstün tutmak, sanki onlarda Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, Allah'ın emrine aykırı olduğu açık olan (kasıtsız, kötü niyetli olmayan) hatalarına bile itaatı caiz görmek, hasılı Allah bu konuda ne buyuruyor, diye düşünmeden, Allah'ın emrine uymak gerektiğini hesaba katmadan onlara itaat dahi öyle bir şirk ve küfürdür. Allah'ı bırakıp başkalarına tapmak demektir….”


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KAPLAN'IN ÜFLEDİĞİ KAVAL VE KOYUN SÜRÜSÜ

  Risale-i Nur  talebesi gazeteci-yazar  Mustafa Kaplan,  “sufizm” konulu “beyanname”leri için şöyle bir yeni açıklama yapmış: Dünyânın çoba...