Türk medyasının saldırgan ve ağzı bozuk tipi Fatih
Altaylı, mezuniyet töreninde kılıç sallayanlar için “Bir
orduya yeni katılacak askerlerin, anayasaya ve o ülkenin kurucu değerlerine
bağlılıklarını ilan etmelerinden rahatsızlık duyanlar ancak köpektir” şeklinde
konuşmuş.
Bundan rahatsız olan ve
rahatsızlıklarını dışa vuranlar hayli fazla.. Gazeteci geçinen bu saldırgan tip
büyük bir kitleye resmen hakaret etmiş durumda..
Köpek gibi havlamış.
Buna hakkı yok..
Şöyle söyleyelim:
İstiklal Marşı’nda “Bu ezanlar ki
şehadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli”
deniliyor.
Bundan hareketle birileri çıkıp
sokaklarda vakitli vakitsiz ezan okuma etkinlikleri düzenleseler ve başka birileri de
bundan rahatsızlık duyduklarını ifade etseler, bu rahatsızlıklarını
dile getirenlere önüne gelenin “Köpekleeer” diye bağırmaları makul karşılanabilir mi?
“Ezandan rahatsızlık duyanlar
köpektir” diye konuşmaları kabul edilebilir mi?
*
Böyle bir durumda rahatsızlık duyulan
şey ezan değildir, usulsüzlüktür, lüzumsuz, arsız ve şirret gösterişçiliktir.
Memleket gâvur işgaline uğrasa, sen
de onlara karşı böyle bir eylem yapsan bu anlaşılabilir.. Fakat ülke
minarelerinde ezanlar gürül gürül okunurken böyle birşeye kalkışırsan insanlar
ezandan değil fakat senin görgüsüz ve küstah gösterişçiliğinden rahatsız
olurlar.
(Altaylı soytarısının lafını kendilerinin Twitter'daki paylaşımından kopyalayıp yapıştırmıştık.. Daha sonra paylaşımlarında "kurucu değerler" yerine "kurucu lider" tabirini kullanmaya başladıklarını gördük. Yaş tahtaya bastıklarını anlamışlar. Ekip halinde hareket edip "organize" çalışıyorlar.. Kurucu lider dedikleri Selanikli aynı zamanda yıkıcı lider.. Osmanlı İmparatorluğu'nu, ümmetin hilafet kurumunu, İsmet İnönü'nün itiraf ettiği gibi işgalci düşman İngilizler'in desteğiyle yıktı.)
*
Birilerinin tutup bu şekilde millete
kılıç sallayıp artistlik yapmalarından, gösterişçilik sanatında aşılması
imkânsız bir rekor kırmalarından rahatsız olunması tabiîdir.
Yasalara bağlılık öyle kılıç sallayıp
artistlik sergilemek, millete gösteriş yapmakla olmuyor..
O, görevinin başındayken belli olur.
Havlayan çokbilmiş gazeteci
müsveddesinin “kurucu değer” lafına gelelim.
Kendisini çok zeki zannediyor ya,
aklınca “kurucu değer” diyerek meseleyi çarpıttığında herkese sövüp sayma
ayrıcalığı kazanacağını zannediyor angut.
Dangalak, açık verdiğinin farkında
değil.
Bu ülkenin (devletin) kurucu değeri İslam’dı.. Şeriat’tı.
Bu, 1921 Anayasası’nda açık bir şekilde vurgulanıyordu..
Yasaların Şeriat’e uygun olması hükmü vardı.
Yine, 1924 Anayasası’nda da, “Devletin dini, Din-i
İslam’dır” hükmü bir kurucu değer olarak yer almaktaydı.
İstiklal Marşı’ndaki
ifadeler, kurucu değerlerin de, düşmanların da neler olduğunu ortaya koyuyor.
Sonradan birileri bu kurucu değerlere savaş açtılar.
Kurucu değerlere bağlılık göstermediler.. Tam aksine ihanet
ettiler.
Kurucu değerlerden rahatsızlık duydular.
Kurucu değerlere ihanet edilmesine karşı çıkanları, Batı’dan
aldıkları ithal değersizlikler hesabına “yok edilmesi gereken düşman” ilan
ettiler.
Böylesi kurucu değer hainlerinin yanlış yaptıklarını
söylüyoruz.. Fakat Fatih Altaylı buna razı değil..
“Onlar ancak köpektir” diye konuşuyor.
Onlara köpek dememizi istiyor.
*
Bununla birlikte, kurucu değerlere ihanet edenler,
kendilerini köpek olarak görmüyorlardı.
Tam aksine, eli kalem tutan çenebaz adamlarına “Osmanlı’da
halk kuldu, kurucu değerleri ayaklar altına alan yeni rejim onları vatandaş
haline getirdi” yollu edebiyat yaptırdılar.
Öyle miydi, bir bakalım..
Önce “kul” kelimesi üzerinde durmak gerekiyor.
Kul, “köle, hizmetçi” anlamına gelir.. Nitekim
“kul-lan-ma” kelimesi bu “hizmet” durumuna işaret eder.
“Emir kulu” tabiri de bunu ifade ediyor:
Cansız, ruhsuz, bilinçsiz ve vicdansız bir robot gibi, verilen emir/komut
doğrultusunda hizmette bulunma.
Arapça’da “kul”un karşılığı “abd”dır.. Abd da aynı
şekilde “hizmetçi, köle” (birinin hizmetinde olan) demektir. (Aynı kökten
türeyen “ibadet” de kelime manası itibariyle “kul oluş, kul olma, kulluk yapma”
anlamına geliyor.)
Mesela Abdülmuttalib ismi “Muttalib’in kölesi”
anlamına gelir.. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in dedesinin amcası
Muttalib, yeğeni Şeybe’yi Medine’den alıp Mekke’ye getirdiğinde insanlar onu
Muttalib’in kölesi zannedip böyle anmışlardı.. Sonra adı böyle kaldı,
aslında ismi Şeybe’dir.
(Kelimenin Farsçası "bende".. Tevazu olsun diye başkalarının karşısında kendisinden "bendeniz" diye söz edenler, muhataplarına "Ben kölenizim/kulunuzum/hizmetçinizim" demiş oluyorlar.. İnsanlara "efendim" diye hitap edenler de dolaylı olarak kendilerinin karşısındakinin "kulu, kölesi, hizmetçisi" olduğunu tevazuan ifade etmiş oluyorlar. Merhum Abdurreşid İbrahim Âlem-i İslam adlı hatıratında, bu dalkavukça mübalağalı tevazu gösterişçiliğinin Türkler'e İranlılar'dan geçmiş bir lüzumsuzluk olduğunu söylüyor. Bu lüzumsuzluk, Osmanlı devlet geleneğinin ve İstanbul'un kibarlık budalalığının ayrılmaz bir parçası haline gelmişti. Nitekim Samsun'a çıktıktan sonra Erzurum'a giden Selanikli Mustafa Atatürk, oradan Padişah Vahideddin'e gönderdiği 10-15 satırlık telgrafta tam beş defa "kul, köle" anlamına gelen farklı kelimeleri kullanmış bulunuyordu.)
Türkiye’de kul kelimesini kullanmaya meraklı birileri,
Osmanlı döneminde kul olan insanların Cumhuriyet’le birlikte vatandaş haline
geldiklerini ileri sürüyorlar.
Ancak, Anayasa’da “değiştirilemez, değiştirilmesi
teklif dahi edilemez” maddelerin bulunması ve (Tanrı’nın iradesinden
bahsedercesine) “kurucu irade”den söz edilmesi, bu “kul”luk ve
“vatandaş”lık meselelerinin zannedildiği kadar basit olmadığını gösteriyor.
*
Türkiye’de ne zaman bir anayasa değişikliği
konusu gündeme gelse, birilerinin bir “kurucu irade” ya
da “kurucu iktidar” lafına sarıldığını görüyoruz.
Bir devletin anayasasını yapma veya değiştirme, başka
bir ifadeyle o devletin temel siyasal yapısını belirleme iktidarına, anayasa
hukuku literatüründe “kurucu iktidar” veya “kuruculuk fonksiyonu” adı verilir.
Bazıları da bunu “kurucu irade” diye ifade ediyor.
Anayasa hukuku literatüründe kurucu iktidarın iki değişik
durumda ortaya çıkabildiği ve buna uygun olarak iki tür kurucu iktidarın söz
konusu olduğu belirtilmektedir:
“Aslî kurucu iktidar” ve “tâlî (ikincil/türevsel) kurucu iktidar”.
*
Aslî kurucu iktidar, bir
devletin anayasasının tümden yapılması
veya yeniden yapılması sürecini ifade ediyor.
Bu durum, çoğu zaman, bir ülkenin bağımsızlığına yeni
kavuşması ya da anayasal düzenin kesintiye uğraması nedeniyle bir hukuk boşluğunun oluşması hâlinde söz konusu
oluyor.
Anayasal düzenin kesintiye uğramasına neden olun
durumlar ise ihtilal, hükûmet darbesi, iç
savaş, bölünme, yabancı işgali gibi hususlar..
Böylesi kaos ve kriz durumlarında
anayasa yapımında izlenecek belirli yöntemler mevcut
olmadığından, fiilî iktidarı elinde bulunduran sosyal gücün,
bir aslî kurucu organ üretmesi söz konusu oluyor.
Ancak bu, “aslî kurucu iktidar”ın, mutlaka anayasal
düzende bir kesintinin olması hâlinde ortaya çıkması gerektiği anlamına gelmez.
Bir ülkenin, ihtiyaçlar gerektirdiği takdirde tümüyle
yeni bir anayasa yapması her zaman mümkündür.
Aksini iddia etmek, yeni bir anayasanın ancak zor kullanımını içeren kesintiler sonucunda
yapılabileceği anlamına gelir.
Bu da, hukuk karşısında hukuksuzluğa
ve haksızlığa üstünlük tanımak olur.
Halkın iradesine karşı mütegallibenin ve gâsıpların
iradesine öncelik vermek demek olur.
*
Aslî kurucu iktidarın ayırt edici özelliği olarak,
onun ortaya çıkış biçimi değil, yeni anayasayı meydana
getirirken herhangi bir pozitif (fiilen var olan) hukuk
normu ile bağlı olmaması gösteriliyor.
Bu anlamda aslî kurucu iktidar sınırsız ve hukuk dışı bir vakıa olarak kabul
ediliyor.
Çünkü aslî kurucu iktidar olgusu hukuk çerçevesi dışında ortaya çıkmakta, hukukun bir gereği olarak meydana gelmemekte, bunun hukukla
açıklanması mümkün olmamaktadır.
Bu iktidarın sınırsızlığı da
sosyolojik değil, hukukîdir.
Sosyolojik anlamda her aslî kurucu iktidar, toplumun
temel siyasal değerleri ve inançlarıyla, toplumun o andaki siyasal güç dengesi
gibi sosyolojik etkenlerle sınırlanır.
Ancak aslî kurucu iktidarı hukukî anlamda sınırlayan, daha önceden
konulmuş bir pozitif (yürürlükte olan) hukuk normu
yoktur.
Hukuk dışıdır ve hukukî anlamda sınırsızdır.
*
“Tâlî kurucu iktidar” ise bundan çok farklı olarak,
bir ülkenin anayasasının, o anayasada belirlenmiş usullere
uyulmak suretiyle değiştirilmesi durumunda söz konusu oluyor.
Evet, tâlî kurucu iktidar, hukuk çerçevesi içinde ortaya çıkan birşey.
Aslî kurucu iktidardan farklı olarak, hukuk dışında
ortaya çıkan birşey değil.
Ancak, laik demokrasiler açısından
olaya bakıldığında, demokratik ilkeler aslî kurucu iktidarın tek ve
aslî sahibinin halk olmasını zorunlu
kıldığına göre, yetkisini halktan alan bir tâlî kurucu iktidarın, (hukuka aykırı olarak darbe gibi yöntemlerle, halk iradesini yok
ederek ortaya çıkmış olan) aslî kurucu iktidarın anayasa değişikliği konusunda
koymuş olduğu kurallara mutlaka bağlı kalmasını istemek,
şeklen hukuka uygun görünse bile, gerçekte hukuku katletmek anlamına gelir.
*
Eğer “aslî kurucu iktidar”ın hukuk dışı nitelikteki anayasa yapma faaliyeti bir
süre sonra meşrû ve hukuka uygun kabul edilebiliyorsa, yani burada işin
başlangıcı ve yöntemi değil de sonuç önemliyse, “tâlî kurucu iktidar”ın
anayasayı değiştirme faaliyetinin de sonucuna bakmak gerekir.
Hazırlanan yeni anayasa halkın tasvibini almışsa,
zaten, “aslî kurucu iktidar”ın eylemi kadar meşrû ve hukuka uygun bir
tasarrufta bulunulmuş demektir. Hatta bu tasarruf, hukuka, “aslî kurucu
iktidar”ın fiilinden daha fazla uygundur, çünkü “tâlî kurucu iktidar”,
demokrasilerin esas aldığı halk tarafından seçilmiştir, halkın iradesini
yansıtmaktadır; darbeyle, halk iradesine son vererek gelmemiştir.
Böylesi bir durumda tutup millet iradesini temsil eden
tâlî kurucu iktidara karşı aslî kurucu iktidara sadakat fedailiği yapmak, laik
hukuku şeklen savunmak gibi görünse bile, gerçekte onu çiğnemektir.
Burası, laik, yani insan ürünü anayasa teorisinin
içinden çıkamadığı, tutarlılık ve mantıklılık bakımından iflas ettiği
noktalardan birini oluşturmaktadır.
*
Kurucu irade lafını kullanmak, “Kurucuların
tanrısal iradesi yanında bizim irademiz solda sıfırdır, i’rabda mahalli
yoktur, esamisi okunmaz” demek anlamına geliyor.
Cumhuriyet güya halkı kul (köle) ve
reaya (güdülenler) olmaktan çıkarmış, vatandaş yapmış.
Hayır, bu vatandaşlık,
Atatürkistlerin savunduğu şekliyle, insanları puta tapan iradesiz varlıklar
haline getirme anlamına gelmektedir.
Kurucu irade dedikleri iradeye tanıdıkları ayrıcalık ve üstünlük, onu bir
tanrı (rab) haline getirip tapmaktan ibarettir. (Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocanın Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde
Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini açıklarken belirttiği gibi, Batı’da
Hristiyanlar tarafından rab edinilen ruhban sınıfının yerini
laikleşmeyle birlikte parlamenterler/milletvekilleri aldı.)
İmdi, diyelim ki sen, Suriye’de
yaşayan bir müslümansın, Esed ailesi gibi kurucuların iradesini
“değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” esas kabul etmek zorunda
mısın?!
Bunu kabul
ettiğin zaman, sana irade sahibi bir insan denilebilir mi?
Yoksa,
kendini insanlıktan düşürüp, düşüncesiz ve iradesiz bir koyun yaptığını mı
kabul etmek gerekir?
Filistinlisin,
Gazze’desin, İsrail’in kurucu iradesini tartışamaz mısın?!
Onu Tanrı
iradesiymiş gibi onaylamak zorunda mısın?!
*
Olaya böyle
bakılırsa, Osmanlı’ya da hiç itirazda bulunmamak gerekir.
Çünkü, Osman
Bey döneminde devleti kuran 400 çadırlık aşiretin de bir “kurucu iradesi”
vardı.. O kurucu irade, Osmanlı Devleti’ne şekil verdi.
Osman Gazi
neye karar verdiyse, aşiretin tamamının tasvibi ve muvafakatı ile yaptı.
Üstelik o, Selanikli
Mustafa Atatürk’ün cumhuriyetin kuruluşu sırasında yaptığı entrika, hile ve
katakullilerin benzerlerini sergilemekten uzak durdu.
Halkına
yalan söylemedi, takiyye yapmadı, olduğu gibi göründü.
Zamana ve
zemine göre konuşmadı.. Her zaman doğru bildiğini söyledi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder