Bir
yazarın, basit bir devlet ve siyaset felsefesi anlamına gelen şu ifadeleri
yazmış bulunduğu görülüyor:
“Devlet ile rejim ayrı şeylerdir. Devlet
cevherdir, rejim arazdır. (Elma cevherdir, elmanın tatlı veya ekşi, yeşil veya
kırmızı yahut sarı, taze veya bayat, büyük veya küçük, sağlam veya ezik-çürük
olması arazdır.)
“Türkiye devleti korunmalı, bugünkü rejim
değiştirilmelidir.
“Devleti yıkmak kaosa, anarşiye, çöküşe
yol açar; düzen veya sistemi değiştirip, yerine âdil ve hak bir düzen getirmek
hem devleti, hem ülkeyi, hem de halkı güçlendirir, sağlıklı kılar.”
(https://www.milligazete.com.tr/haber/1082811/devlet-rejim-laiklik-ve-gelecegimiz)
Bu
ifadeler, birçok açıdan yanlış.
Birincisi,
“Devlet ile rejim ayrı şeylerdir” denilemez.
Şayet
devleti, modern Batılı anlayışa göre, “toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal
bakımdan örgütlenmiş millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel
varlık” olarak tanımlarsak ve onun ülke (vatan), millet (halk) ve siyasal düzen
(rejim) unsurlarından oluştuğunu kabul edersek, devlet ile rejimin ayrı şeyler
olduğunu söylememiz mantıksızlık olur.
Buradaki
ilişki, ayrılık ve farklılık ilişkisi değil, küll-cüz (parça-bütün)
ilişkisidir. Rejim, tek başına devlet değildir, fakat devletten ayrı birşey
de değildir.
Mesela
insan baş, gövde ve bacaklardan oluşur. Tek başına baş, insanın kendisi
değildir, fakat insan, “baş”tan ayrı bir şey de değildir. Başsız insan olmaz.
“İnsan ayrı, başı ayrıdır” denilemez. Tam aksine, böylesi durumlarda bazen
parça (cüz) anılıp bütün (küll) kastedilir. Mesela, “Allah korkusundan ağlayan
göze ateş dokunmaz” denildiğinde, bundan murad, insanın bütün vücududur; yoksa,
diğer azaları yanıp, gözleri yanmayacak demek değildir.
*
İkinci
olarak, “Devlet cevher, rejim arazdır” da denilemez.
Cisim-cevher-araz
ayrımı Eski Yunan’ın varlık düşüncesinin kavramsal çerçevesi durumundadır ve
Abbasîler dönemindeki tercümeler yüzünden Müslümanlar arasındaki itikadî
tartışmalara sirayet etmiştir.
Cevher
diye, mekânı olan varlığa ve cismin bölünemeyen en küçük parçasına
demektedirler.
Merhum
Aliyyü’l-Kârî şöyle demektedir:
“Rivayet edilir ki, İmam-ı Azam Ebu
Hanife’ye cisimler ve arazlar hakkındaki sözden soruldu. İmam-ı Azam, ‘Allahu
Teala Amr bin Ubeyd’e lanet etsin ki, bunun hakkında insanlara ilk defa söz
açtı’ dedi.”
(Fıkh-ı Ekber Şerhi, çev.
Hüseyin S. Erdoğan, İstanbul: Hisar Y., s. 99.)
Bu
cevher-araz kavramsallaştırması, Batı’da skolastik düşüncenin sorgulanması ile
birlikte kısmen çöpe atılıp terk edilmiştir.
Günümüzün
kuantum fiziği çerçevesinde ise irabda hiç mahalli bulunmamaktadır denilebilir.
Ancak,
çöpe atılmış olmasaydı bile, devletten söz edildiğinde onu cevher, rejimi ise
araz olarak nitelendirmek, kavramı yanlış kullanmak olurdu.
Belki
devlete araz bile denilemez, çünkü devlet, “itibarî” bir varlıktır;
gerçekte asıl var olan, bürokratlar topluluğudur.
*
Üçüncüsü,
genelde rejimler değiştiğinde devletler de değişmiş olur.
Ülkeler
oldukları yerde dururlar; değişen, onların üzerinde yaşayan toplumların
hâkimiyet alanlarının sınırlarıdır.
Milletlerde
ya da halklarda da nisbî bir süreklilik vardır; diyelim ki 150 yıl
içinde bir milletin bütün fertleri ölüp gittiğinde ve yerlerini yeni bireyler
aldığında, biz milletin varlığını aynen sürdürdüğünü kabul ederiz.
Bunun
nedeni, yeni bireylerin aynı dili konuşmaya devam etmeleri, belli ölçüde aynı
kurumları/gelenekleri yaşatmaları ve “kimlik” olarak 150 yıl önceki
kimliği aynen deklare etmeleridir.
Yeni
bir devletin kurulması dediğimiz şey ise, genellikle, insanların farklı bir
kimliği ilan etme yönünde ikna edilmeleri veya zorlanmalarından ibarettir.
Mesela
1850 yılında İstanbul’da yaşayan insanlar kendilerini en genel ifadesiyle “Osmanlı”
olarak nitelendirirken, 1950 yılında Türk olduklarını söylemek zorundaydılar.
1915’te
kendisinin Osmanlı olduğunu düşünen insanlar, 1935’te, artık Osmanlı olarak
kendilerini tanıtmalarının başlarının belaya girmesi anlamına geleceğini
gördüler.
*
Türkiye’deki
derin devlet mensupları için, devlet-rejim ayrımı yapmak, rejim
aleyhtarlarının devlete sadâkatini sağlamak bakımından işlevsel görünebilir,
fakat küresel çapta düşünüldüğünde bunun başka “kimlik” sorunlarına yol
açacağını hesap etmek gerekir.
Mesela
Alman vatandaşlığına geçmiş bir Türk, devlet-rejim ayrımını Almanya’da nasıl
yapacaktır?..
Gerçekte,
devlete sadâkat ile rejime sadâkat arasındaki sınır da belirsizdir.
Mesela
Suriye rejimine göre, rejim muhalifleri gerçekte devlete isyan etmiş
durumdalardı ve devletin yıkılmasına yol açacak bir faaliyetin içindelerdi.
*
Dindar
geçinen, bir yandan da “Devletimi tutarım, bozuk düzen ve sisteme karşıyım”
diyen uyanıkların bakış açısına göre, Suriye’deki İslamî muhalefetin
Suriye devletine bağlı kalması, Türkiye ile iş tutmaması gerekiyordu.
Faşist
ve devletçi bakış açısının doğal sonucu bu.
Fakat
bu sözde dindar özde faşist soytarılık, bu noktada çifte standart limanına
demir atar, Suriyeli muhaliflerin Türkiye için kendi devletlerine karşı “gaza
getirilmiş” olmalarını isabetli bulur.
Ancak,
Suriye’deki benzer “dindar soytarılar” için de, Suriyeli muhalifler, Türkiye
ile işbirliği yapıp Suriye devletine karşı ayaklandıkları için “yerli ve milli”
değildirler, dış güçlerin ajanı hainlerdir. Satılmış işbirlikçilerdir.
Görüldüğü
gibi, denklem biraz karışık.
Doğal,
çünkü devletçi zihniyet aklın ve mantığın kayıtlarından azade olmanın keyfini
çıkarmaktadır. Özgürdür.
*
Türkiye’deki,
Suriyelilere devletlerine isyan etme aklı veren kapıkulu mollaları, yerli-milli
rejim mevzubahis olunca farklı makamdan gazel okumaya başlıyor, “Bekleyeceğiz,
insanları irşat edeceğiz, bir zaman gelecek herkes Şeriat isteyecek,
düzen kendiliğinden değişecek.. Aman ha aklınıza başka kötü şeyler gelmesin!..
Devletine itaat et, rahat et” diyorlar.
Ama
aynı şeyi Suriye muhalefetine söylemezler. “Türkiye siyasetçilerinin,
istihbaratçılarının gazına gelmeyin, insanları irşat etmekle yetinin” demezler.
Demediler.
Türk
hükümetine de, “Niye onların gaza gelmesine, böylece başlarının belaya
girmesine katkı sundunuz?” diye sormazlar.
Sormadılar.
*
Evet,
devletçi mantıkta tutarlılık ve dürüstlük bulamazsınız.
Olayın
diğer yüzünde ise şu gerçek yatıyor: Suriye’deki İslamî muhalefetin laik
(siyasal dinsiz, Batı’nın müttefiki ve Kemalist) Türk devletine, ve onun gizli
servisine güvenmemesi gerekirdi.
Çünkü,
gerçek anlamda bir Şeriatçi değilseniz, sizin için “ahde vefa” (sözünde
durma) gibi ilkelerin bir önemi bulunmaz.. “Ulusal çıkar” güneşinin
karşısında onlar ilkbahar kar’ı gibidir.
Erirler.
Bir
devlet için ahde vefa (sözünde durma), öncelikle, çıkardığı kanunlara evvela
kendisinin tam olarak riayet etmesiyle başlar.. Mesela asla hukuk dışına
çıkmaması, gizli servisi eliyle yasa dışı yollara başvurmaması, muhaliflerini
yargısız infaza tabi tutmaması gerekir.
Laik
(siyasal dinsiz) devlet, ahde vefasızlığın, sözünde durmamanın münafığın üç alâmetinden biri olduğunu dikkate alarak politika üretmez, çünkü bu, laikliğe (siyasal dinsizliğe) aykırıdır,
devleti din kurallarına uydurmaya çalışma suçudur. (Bir Türk
İslamı/Müslümanlığı’ndan söz edenlerin, Türkler’e özgü bir Türk Münafıklığı ve
Türk Kâfirliği’nin bulunduğunu da kabul etmeleri gerekiyor.)
Muasır
medeniyet yani çağdaş uygarlık, “Siyasette vefa yoktur” Makyavelist ilkesiyle
politika üretir.
Ulusal
çıkar, katmerli, kat kat olmuş çıkarcılık ve bencillik söz konusu olunca, herkesi satmaktan kaçınmaz.
*
Konumuza,
rejim meselesine dönelim.. Genelde, devletler yıkılmadıkça rejimleri de
değişmez.
Mesela
Almanya İkinci Dünya Savaşı’nda tamamen işgal edilmiş, Alman
devleti fiilen çökmüştü. İşgalciler, o tek devletin yerine iki ayrı devletin
kurulmasını kararlaştırdılar.
Ve,
zannedilenin aksine, devletler ve rejimlerin dahilî güçler tarafından yıkılması
olayı nadiren yaşanır.
Yıkılmayı
sağlayan can alıcı vuruşu dış güçler yaparlar. Mesela, Anadolu Selçuklu
Devleti’nin çöküşünün nedeni, Moğol istilasıydı.
Benzer
şekilde Osmanlı da, başkentini işgal eden Batılı güçler tarafından
yıkılmıştır.
Humeynî
bile, Şah’a karşı rejimi değiştirecek bir hareketi İran içinden organize
edemezdi; değişim ve dönüşümün merkezi Paris’ti.
*
Bununla
birlikte, her ülkede rejim, zaman içinde az veya çok bir değişim ve dönüşüm
yaşar.
Ancak
bu rejim değişikliği, zannedilenin aksine, rejim karşıtları tarafından değil,
bizzat rejimin sahipleri tarafından yapılır.
Sovyetler'deki
Perestroika ve Glasnost böyle birşeydi.
Türkiye'de
tek parti rejiminin yerini çok partili rejimin alması da, bir yönüyle
dış müdahalenin, bir yönüyle de içerdeki elitlerin kararının sonucuydu.
Arap
Baharı sürecinde Tunus ve Mısır'da yaşanan rejim
değişikleri bile, o ülkelerde iktidar elitlerinin ya da bürokrasilerin devlet
başkanlarını yalnız bırakıp rejim değişikliğine onay vermelerinin sonucuydu.
*
O
nedenle, gerçekte her "rejim" için asıl tehdit, genellikle bizzat o
rejimin sahipleridir.
Çünkü,
rejimin helvadan putunu yapan ve insanları ona tapmaya zorlayanlar da,
acıkınca yiyecek kadar işbilir ve pragmatist davranma gücüne ve imkânına sahip
olanlar da, onlardır.
İşte
bu yüzden, pratikte devletçilik, aynı zamanda rejimcilik anlamına gelir.
*
Olaya
İslâm (ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet) açısından bakıldığında, modern
devlet tanımlarının pek önem taşımadığını öncelikle kaydetmek gerekir.
İslâm’a
göre, bir insan, objektif ölçülere göre muztar ve mecbur kalmadıkça, Halik’a
isyan olan yerde mahluka itaat etme konusunda mazur görülemez.
Burada
devlet-rejim ayrımının hiçbir önemi yoktur; itaat ancak maruftadır.. Maruf ise
Şeriat’e ve akla uygun olandır. (Akl-ı selîm, sağlam akıl Şeriat’le çelişmez..
Akıl adına ileri sürülenler Şeriat’le çelişiyorsa aklın değil heva ve hevesin,
insandaki hayvanî içgüdü ve eğilimlerin ürünüdür.)
Ancak
insan, münkerlere müdahale konusunda gücünün yetmediği şeylerle mükellef de
değildir.
Ayrıca İslâm, meşru hedeflere meşru vasıtalarla varılmasını şart koşar.. Hem amaç hem de araç meşru olmak zorundadır.
Yani
İslâmî bir düzen kurma niyetiyle İslâm’a aykırı faaliyetlerde bulunulamaz.
Aynı
şekilde, birileri, “Rejimi içerden değiştirmek için ona karşı takiyye
yapıyoruz” kabilinden mazeretler üretemezler.
Çünkü insan, muhtemel ve müstakbel bir İslâmî rejim için halihazırda mevcut müslümanlığına zarar verecek tutumlar sergilemekle yükümlü değildir.
Tam
aksine, böylesi bir tavır haramdır.
*
“Gayenin
yüceliği her türlü vasıtayı da yüce hale getirir” gibi bir anlayış Makyavelizm’e
özgüdür ve modern devletlerin örtülü bir biçimde benimsediği temel bir ilke
durumundadır.
Günümüzde
hemen hemen bütün devletlerin gizli servislerinin çalışma biçimleri gerçekte
Makyavelizm’in zaferini ilan etmektedir.
Böylece
devletler, çifte standardı resmîleştirmiş bulunmaktadır.
Adeta
şöyle demektedirler:
1.
Devlet, hukuk içinde kalır.
2.
Her devletin, hukuk dışına çıkabilecek bir gizli servisi vardır.
3.
Gizli servisler tarafından yapılan hukuksuzluklar da hukuka uygun kabul edilir
ve yargı konusu olamazlar, çünkü onlar devleti korumak gibi yüce bir gayeye
hizmet etmektedirler.
Anlayış
ve uygulama maalesef budur.
Bu
yüzden, mesela ülkemizde merhum Bediüzzaman bir dizi zehirleme
teşebbüsüne maruz kalmış ve kendisini güçlükle koruyabilmiştir. Merhum Es’ad
Erbilî ise suikastten kurtulamamıştır.
Bu
türden kaza görünümlü cinayetlerin haddi hesabı ise hiç bilinmiyor.
Faili meçhulleri ise hiç soran yok.
İşin
en kötü yanını ise, bu gizli servislerin, kendi önem ve değerlerine başkalarını
da inandırmak için kimi zaman mevhum bir tehdit algısı oluşturmaktan
kaçınmamaları ve toplumsal bir paranoyaya yolaçmaları, bazen de provokatif
faaliyetlerle tehdidi bizzat üretmeleridir.
*
İslâm’ın
temel ilkelerinden birini, sözleşmelere riayet oluşturur.
Herhangi bir devletin sınırları içinde yaşayan bir kimsenin, devletten aldığı hizmetler karşılığında kendisine düşen sorumlulukları yerine getirmesi, başkalarının hakkını çiğnememesi ve fesada yol açmaktan uzak durması gerekir.
Hak arama ve adalet talebi, dinini eşit ve özgür bir vatandaş olarak yaşama ideali başka birşey, "Düşmanımızın herşeyi bize helaldir, fırsat bulunca yağmalayabilirsin" şeklindeki yahudice mantıkla hak çiğneme başka birşeydir..
(Türkiye'de müslüman ile Kemalist eşit değildir.. Kemalist kendi ilkelerini müslümana dayatabilirken, müslüman İslam'ın ilkelerini Kemaliste dayatamaz. Hatta demokratik çerçevede müslümanın eline böyle bir hak geçse bile Kemalizm buna imkân vermez.. Kemalizme göre Kemalist ile müslüman eşit değildir, her zaman Kemalistin dediği olmak, müslüman da buna koyun gibi boyun eğmek zorundadır.. Türkiye'deki demokrasi içi boş bir kelimeden ibarettir.)
Burada
muhatabın dinî kimliği değil, zımnen veya açıkça verilmiş bulunan sözler ve
kabul edilmiş taahhütler önemlidir.
Mesela
İslâm devleti, zimmîlere can güvenliği ve inanç hürriyetini garanti eder, buna
karşılık adına cizye denilen vatandaşlık vergisini alır.
Bu
yüzden, ilk İslâm fetihleri sırasında, zimmîlerle anlaşma yapılırken, “Şayet
sizin güvenliğinizi sağlayamazsak, cizye ödemeniz gerekmez” denilmiştir.
*
Bir
İslâm devleti, “Falanca zimmî din bilgini bizim rejimimiz için ideolojik
bakımdan tehdit arzediyor, o halde onu gizlice zehirleyelim” demez, çünkü
onun can güvenliğini garanti etmiştir.
“Devlet
ayrı, rejim ayrı” diye ona efsun da okumaz.
Ondan,
“devletçilik yapması” gibi ekstra bir ideolojik vergi de talep
etmez.
Onu, ("İslam ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini" etmediği için devleti yönetme imkânından mahrum bırakmakla birlikte) devleti korumakla yükümlü görmez ve tutmaz, tam aksine, devlet olarak kendisini,
onu korumakla yükümlü kabul eder.
İslam devleti "Benim nazarımda bütün vatandaşlar eşittir" diyerek Himalayalar cesametinde yalan söyleyen bir deccal (çok yalancı) rejimi değildir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder