RASİM ÖZDENÖREN'İ BÖYLE HATIRLAYACAĞIM



(YILLAR ÖNCESİNDEN BİR YAZI)





RASİM ÖZDENÖREN, DEMOKRASİ VE İSLAMCI PARTİ


Dr. Seyfi Say

 

Rasim Özdenören, 9 Mart 2014 tarihli yazısında, demokratik bir sistemde İslamî/İslamcı parti kurulması konusunu ele almış.

Şayet kişisel bir sorununu ya da İslam’la ilgisiz bir meseleyi tartışmış olsaydı, burada onunla muhatap olmayı düşünmezdim, muhatap olmak istemezdim.

Ancak, dinî bir konuda bir “molla” edasıyla ahkâm kestiğini, “hüküm” verdiğini görüyoruz.

Din, onun “tekel”inde olmadığı, babasından kalmış kişisel mirası sayılamayacağı halde, aynı zamanda bize de ait olan (daha doğrusu bizim de aidiyetimizin bulunduğu) “din”in yorumu konusunda, ehil olmamasına rağmen, yalan yanlış değerlendirmeler yapmakla, bizleri de zor duruma düşürmektedir.

Çünkü, ifadelerinin düzeltilmesi, bir farz-ı kifaye olarak, konuyu bilenleri sorumlu hale getirmektedir.

Bir, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi gibi ilmi, şahsiyeti ve ahlâkı ile dünyaya örnek olmuş müstesna bir İslâm âliminin değerlendirmelerine bakınız, bir de, İslamî ilimler bakımından bomboş olduğu, edebiyat paralama ve kelime oyunu yapma dışında bir meziyetinin bulunmadığı görülen Rasim Özdenören’in yazdıklarına.

*

Ona cevap vermeden önce, yazısının tamamını okurların dikkatine sunmak istiyorum. (Maalesef ülkemizde yazarların fikir tartışmaları sırasında genelde muhataplarının ifadelerini çarpıttıklarını görüyoruz. Yazılarımın uzaması pahasına, tartıştığım yazıları aynen aktarıyorum ki, okurlar muhataplarımın ve benim ne demek istediğimizi tam anlasınlar ve kimin haklı olduğuna kendileri karar versinler.)

 

İslamdışı düzlemde İslami parti kurmanın mantığı var mı?

İçinde yaşadığımız toplumda İslamî siyasal partiler kurulmak suretiyle İslamî bir hedefe ulaşılabileceğini düşünenlerin bulunduğunu biliyoruz.

Dahası İslamî siyasal partilerin kurulmasının yolunu açmadığı için Demokrat Parti, Adalet Partisi ve ANAP’ın tasfiye edildiği görüşünü savunanlar da var. Bu istikamette reformları gerçekleştirmediği takdirde AK Parti’nin önceki partilerin akıbetine uğrayacağı (yani kapatılacağı veya devirileceği) görüşünü ileri sürenler de bulunmaktadır.

Bu görüşler acaba ne kertede geçerlidir?

Zahiren ve soyut planda doğru gibi duran bu mülahazaların pratikte tekabül ettiği bir gerçeklik var mı, sorusu önem kazanıyor.

Demokrat Parti’nin, Adalet Partisi’nin Anavatan Partisi’nin, hatta bunlara ek olarak Milli Selamet Partisi’nin (ve onun ardından başka adlarla kurulan partilerin) benzer nedenle tasfiye edildiği kolayca kabul edilebilir mi? Tüm bu partilerin paydaş karakterinin farklı dozajlarda muhafazakâr, dahası bazılarının radikal görüşleri benimsemeleri onların ortak paydası olsa da…

Bu partiler aynı zamanda belli bir anayasanın ortak ilkesine bağlı olarak hayat bulmuşlardır. Dolayısıyla bu partilerden ‘beklenen reformu’ gerçekleştirmeleri, üzerine ayak basarak kuruldukları düzenin ilkesine ters düşerdi. Başka bir söyleyişle, isteseler de onlardan ‘beklenen reformu’ gerçekleştirmeleri, kendilerinin de bağlı olduğu ilkeye ters düşerdi. Kaldı ki, reform kelimesiyle ifade edilen bir değişiklik eksik kalırdı; amaçlanan değişiklik belki ancak metamorfoz (başkalaşma) kelimesiyle ifade edilebilecek bir dönüşümü, yani ihtilali tazammun ederdi.

Kurulu düzenin partilerinden İslamî bir dönüşümü beklemek onun yapısal özelliğine aykırıdır. Üzerine ayak basılan zemin eğer demokratik bir ortamı ifade ediyorsa, demokratik bir ortamın iyileştirilmesinden doğacak sonuç ancak demokrasinin iyileştirilmesini sonuçlar. Onun mülahazat hanesine kayıt geçer.

Eğer İslamî bir ortamın oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslam’ın öngördüğü yöntemle gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek her sonuç demokrasinin mülahazat hanesine bir artı olarak kaydolur. Buradaki inceliğin kavranmasını önemle ve özellikle talep ediyorum.

Kaldı ki, kurulu düzen, diyelim ki, İslamî partilerin kurulmasına izin verdi. Müslümanlar bu izinden istifade etme sadedinde pragmatizme iltifat etmeli mi? İltifat ettiği takdirde oportünizmin ortasına yuvarlanmış olmazlar mı? Öngörülen yöntemin amaçlanmadan doğacak başka sonuçları da ortaya çıkacaktır, çıkar.

Bu ülkede kurulabilecek İslamî partiler, Batı Hristiyan dünyasındaki Hristiyan Demokrat partilere tekabül etmez. Batı’da Hristiyan demokrat partiler, belli bir sınıfın (ruhbanın) partisi olarak hayata geçirilirken, İslam dünyasında ruhban sınıfı olmadığından, reel hayatta bir karşılık bulmaları da söz konusu olmayacaktır. Olsa olsa, hâlihazırdaki komünist partilerin darısına çıkarlar. Yani, binde sıfır bilmem kaç oranında oy almaya hükümlü marjinal parti durumuna düşerler. Bu, bu ülkedeki Müslümanların sayısı ile orantılı bir durumu yansıtmaz, o başka.

İslam’ı, başkalarının lütuf ve ihsanıyla gerçekleştirilebilecek bir hedef olarak hayal etme yerine, onun kendi asal yöntemiyle gerçekleştirilmesini hedef almak İslam’ın ruhuna uygun düşer, diyorum. Ve bu konudaki yöntemin olağanüstü önemine işaret etmekle yetiniyorum.

 

Evet, Özdenören’in ifadeleri böyle..

Gelelim hatalarına.. Çarpıtma ve mugalatalarına..

Birincisi, Özdenören, mevcut sistemi sorgulaması gerekirken, Müslümanları hesaba çekiyor. Böylece, resmî ideolojiyi ve sistemi “tartışma üstü” ya da “tartışma dışı” hale getirirken, müslümanları yargılıyor ve mahkûm ediyor.

Türkiye’de, rejimi olduğu gibi sürdürme hedefi taşıyan “derin” unsurların bütün hedefinin bu olduğunu biliyoruz.

Dolayısıyla, Özdenören’in, tam da derin çevrelerin hoşuna gidecek bir kulvarda yürüdüğünü (moda tabirle) görmezden gelmek gibi bir lüksümüz olamaz.

İfadeleri aynen şöyle:

 

“Bu partiler aynı zamanda belli bir anayasanın ortak ilkesine bağlı olarak hayat bulmuşlardır. Dolayısıyla bu partilerden ‘beklenen reformu’ gerçekleştirmeleri, üzerine ayak basarak kuruldukları düzenin ilkesine ters düşerdi.”

 

Rasim Bey, “belli bir anayasanın ortak ilkesi” dediğin şey nedir senin?.. Bazılarının doğa yasası diye adlandırdığı, Güneş’in hep doğudan doğuşu gibi bir doğal düzenlilik mi?

Sen, “belli bir anayasa” dediğin kurallar manzumesinin adeta yaz-boz tahtası olduğunun farkında değil misin?! Ya tümden, ya da kısmen, sürekli değiştirildiklerini bilmiyor musun?!

Dolayısıyla, “düzenin değişmeyen bir ilkesi” gerçekte yok.

O halde, neden “düzenin ilkesine ters düşme” edebiyatı yapıyorsun?!

Düzenin ilkesi seni neden bu kadar dertlendiriyor?!

*

Mesela Türkiye’de uygulamaya konulan son “demokratikleşme paketleri” ile, “düzenin değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkelerinin bile aşındırıldığının farkında değil misin?

Avrupa Birliği’ne kabul edildiğin zaman, devlet olarak asıl “üstün” bayrağın, hristiyanların bayrağı olmayacak mı?!

Nerde kalacak senin “millî irade”n?!

Dürüst olalım, birbirimizi aldatmaya çalışmayalım, Rasim Bey!

Evet, Rasim Bey sözlerini şöyle sürdürüyor:

 

“Başka bir söyleyişle, isteseler de onlardan ‘beklenen reformu’ gerçekleştirmeleri, kendilerinin de bağlı olduğu ilkeye ters düşerdi.”

 

Böylece, söz konusu ilkeye bağlı olmak, sözü edilen partiler için, bir “veri” haline geliyor.

Anayasalar değişebildiğine göre, bu demokratik sistemlerde, gerçekte, “mutlak” biçimde bağlı olunan ilkeler yok demektir.

Çünkü, bugün “İlkem budur” derken, yarın, parlamentoda parmak hesabıyla, “Artık ilkeyi değiştirdim” diyebiliyorsun.

Bağlı olunan değişmez ilke, sadece İslam’a özgüdür. Allah’ın ve Rasulü’nün koyduğu kesin ilkeler insanlar tarafından değiştirilemez.

Demokrasilerde ise, ilkeler, yönetilenler içindir. Yönetenler, parmak hesabıyla, istedikleri ilkeyi istedikleri sürece benimser, sonra da, birilerinin acıkınca helvadan putlarını oturup yemeleri gibi, o ilkeleri kaldırıp çöpe atarlar, yenilerini benimserler.

*

Bu anlamda, gerçekte demokrasiler, “Ağzımdan çıkan kanundur” rejimleridir.

Demokrasiler, son tahlilde keyfî rejimlerdir.

İlkesizdirler.

Ancak, burada asıl sorun, Özdenören’in, demokrasilerdeki yap-boz ilkelere bağlılığı, sözünü ettiği partiler için, temel bir ilke haline getiriyor oluşudur.

İşte bu, tam anlamıyla bir çarpıtmadır.

Mugalatadır.

Demagojidir.

Tam da derin çevrelerin kabul ettirmek istediği zihniyettir.

Normalde değişebilen, değiştirilebilir nitelikte olması demokrasinin gereği olan ilkeleri, müslümanlar için bile, dinlerine aykırı olup olmadığına bakılmaksızın, mutlaka sadakatle bağlı kalınması gereken ilkeler haline getirmek, nasıl bir derin aklın, derin tefekkürün ürünüdür?

İslamcı düşünür olmak, ya da öyle görünmek, bu mudur, bu mu olmalıdır?!

*

Devam ediyor Özdenören:

 

“Kurulu düzenin partilerinden İslamî bir dönüşümü beklemek onun yapısal özelliğine aykırıdır.”

 

Onun yapısal özelliğinden bize ne ki! Biz, kendi işimize bakarız.

Yani kurulu düzenin yapısal özelliği seni neden bu kadar enterese ediyor Rasim Bey!

Bu ne “kurulu düzen” merakıdır sendeki!

Sen kurulu düzenin “yapısal” bekçisi misin?

Sana, zihniyet düzeyinde “yapısal” bekçilik görevi mi verildi?

Verilmediyse, niye bunu dert ediyorsun?

Varsın, “yapısal özelliğine aykırı” olsun, ne çıkar!

Bize ne ki!..

*

Hem sen neden, aynı yapısal özellik hassasiyetini İslam ve Şeriat sözkonusu olduğunda göstermiyorsun?..

Ayıp olmuyor mu?..

Evet, bunun ardından Rasim Bey, şu “hikmetleri” sıralıyor:

 

“Üzerine ayak basılan zemin eğer demokratik bir ortamı ifade ediyorsa, demokratik bir ortamın iyileştirilmesinden doğacak sonuç ancak demokrasinin iyileştirilmesini sonuçlar. Onun mülahazat hanesine kayıt geçer.”

 

Geçerse geçsin, ne olacak ki!

Mesela, Asr-ı Saadet’te Habeşistan’a, Necaşi’nin ülkesine giden Müslümanların daha rahat bir ortamda yaşamaları, hristiyanî bir ortamın mülahazat hanesine kayıt ediliyordu diye, “Aman böyle olmasın!” demek mi gerekiyordu?

Rasim Bey, yazdıklarını tekrar okuyor, mantıklı mı mantıksız mı diye hiç düşünüyor musun?

Ya da, söylediklerini kulağın duyuyor mu?

Bütün bu ifadelerinin ardından Rasim Bey, demagoji ve mugalata sanatının zirvesine tüy dikiyor:

 

“Eğer İslamî bir ortamın oluşturulması amaçlanıyorsa, bu, İslam’ın öngördüğü yöntemle gerçekleştirilebilir. Demokrasinin kolaylıklarından yararlanarak ulaşılabilecek her sonuç demokrasinin mülahazat hanesine bir artı olarak kaydolur. Buradaki inceliğin kavranmasını önemle ve özellikle talep ediyorum.”

 

Şu “İslam’ın öngördüğü yöntem”den niçin söz etmiyorsun Rasim Bey?

Mesela Peygamber Efendimiz s.a.s., Habeşistan’ın “kolaylıklar”ından yararlanmayı hiç düşünmemeliydi, öyle mi?!

Ya da, Medine’deki ortamın kolaylıklarını elde etmek için Akabe biatlarını hiç yapmamalı, Mekke’de eski usulde devam etmeli, zulüm altında ezilmeliydi; bunu mu demek istiyorsun?!

İslam’ın öngördüğü yöntemi senden mi öğreneceğiz, yoksa Rasulullah s.a.s.’den mi?!

İslam’ın öngördüğü yöntem edebiyatı yapıyor, fakat “Türkiye derinlerinin yöntemi” ile akıl yürütüyor ve yazıyorsun ne yazık ki!

*

Bu kadar mı?.. Hayır!.. Rasim Bey tüy dikmeye devam ediyor:

 

“Kaldı ki, kurulu düzen, diyelim ki, İslamî partilerin kurulmasına izin verdi. Müslümanlar bu izinden istifade etme sadedinde pragmatizme iltifat etmeli mi? İltifat ettiği takdirde oportünizmin ortasına yuvarlanmış olmazlar mı?”

 

İşte bu kadarına pes denir!

Rasim Bey, nedense, müslümanların, kurulu düzenin tesisine izin verdiği İslam dışı partileri kurmalarını, onlara oy vermelerini, desteklemelerini dert etmiyor, bunu pragmatizm ve oportünizm olarak lanetlemiyor, fakat İslamî parti kurulmasından rahatsız.

Asıl pragmatizm ve oportünizmle bir sorunu yok Özdenören’in..

Neden?

Acaba, Türkiye’deki “derin çevreler”, müslümanlardan böylesi bir pragmatizm ve oportünizm istedikleri için mi?

Sen kimler hesabına konuşuyorsun Rasim Bey?

Bence Rasim Bey bu soruyu ciddiye almalı.

*

Evet, Rasim Bey, bir yandan “İslam’ın öngördüğü yöntem” edebiyatı yapıyor, pragmatizm ve oportünizmi lanetliyor, diğer yandan da, “Bu ülkede kurulabilecek İslamî partiler, …, reel hayatta bir karşılık bulmaları da söz konusu olmayacaktır. Olsa olsa, hâlihazırdaki komünist partilerin darısına çıkarlar. Yani, binde sıfır bilmem kaç oranında oy almaya hükümlü marjinal parti durumuna düşerler” diyerek, pragmatizm ve oportünizmin dibini buluyor.

Çünkü, düşünmeden yazıyor.

Daha doğrusu, düşündürtmemek için yazıyor.

Rasim Bey, şayet sen demagoji ve mugalata yapmak yerine hakkı söylemeyi hedef alsaydın, demokratik bir sistemde İslamî/İslamcı partilerin kurulmasının müslümanları en azından itikadî olarak ve psikolojik bakımdan kurtaracağını anlardın.

*

Sorun, Türkiye’de İslamî bir düzenin kurulmasından önce, müslümanların İslamî kimliklerini koruyabilme imkânına sahip olmalarıdır.

Yani ben, yasalar tarafından, inanmadığım bir rejimi sürdürmeye ya da korumaya çalışan bir parti kurmaya zorlanmamalıyım. Ya da, böylesi partilere oy vermek zorunda kalmamalıyım.

İnanmadığım ilkeleri savunmaya ya da savunanlara destek vermeye mecbur bırakılmamalıyım.

Bir müslüman, milletvekili olduğunda, İslam dışı ilkelere bağlılık yemini etmek zorunda olmamalı.

Öncelikli mesele, itikadımızı, şahsiyetimizi, imanımızı, kimliğimizi korumak olmalıdır.

Bunun da asgarî şartlarından biri, bu ülkede İslamî parti kurulmasına izin verilmesi olabilir.

Yani asıl mesele, senin gibi pragmatist ve oportünistlerin (Evet sen, su katılmamış bir pragmatist ve oportünistsin) zannettiği şekilde, iktidar olma meselesi değildir. Şahsiyetini ve kimliğini koruyabilme meselesidir.

Ve sen, bunu anlamaktan, ne kadar uzaksın!



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KAPLAN'IN ÜFLEDİĞİ KAVAL VE KOYUN SÜRÜSÜ

  Risale-i Nur  talebesi gazeteci-yazar  Mustafa Kaplan,  “sufizm” konulu “beyanname”leri için şöyle bir yeni açıklama yapmış: Dünyânın çoba...