SİZ TAKİYYECİ OLMAYANLAR, SİZ NEYE İMAN EDİYORSUNUZ?








CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu tarafından Aralık 2016'da ziyaret edilen Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez şöyle demişti:

“Özellikle Diyanet İşleri Başkanlığı dinimizin yeni nesillere doğru aktarılması noktasında önemli bir işlev görüyor. Bugün yaşadığımız dünyaya baktığımızda Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuran Mustafa Kemal Atatürk’ün 100 yıl ileriyi gördüğüne tanık oluyoruz.”

Bu sözlerden anlıyoruz ki, Atatürk'ün 100 yıl ileriyi görme "keramet"i ile Diyanet'i kurması (Şeyhülislamlık kurumunu Diyanet haline getirmesi) arasında bir ilişki var.

Yüz yıl ileriyi görmüş, diyanet (dindarlık) hizmetlerine o doğrultuda bir düzen ve şekil vermiş.

Ülkemizin bugünkü manzarasına bakınca ve Mehmet Görmez’in Diyanet İşleri Başkanı sıfatıyla konuştuklarına kulak verince, Atatürk’ün gerçekten 100 yıl ileriyi görmüş ve bunun için Diyanet’i kurmuş olduğunu kabul etmekten insan kendisini alamıyor.

*

"Yüz yıl ileriyi gören adam"ın, 1 Kasım 1937 tarihinde yaptığı TBMM açış konuşmasında şunları söylediği biliniyor:

“Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetimde ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlarımızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz.”

Mehmet Görmez bilmese de olur, fakat gerçekten dünyaca bilinmelidir ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün devlet yönetimindeki ana programı, Cumhuriyet Halk Partisi’nin programıydı.

Kendisinin yazdığı ya da yazdırdığı program..

Atatürk’ün benimsediği prensipler, ya da ilke veya umdeler, “gökten indiği sanılan kitapların dogmaları” değildi.. Kendi "prensip"lerini birilerine program adı altında yazdırmıştı.

Doğal olarak, Mustafa Kemal, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı da, CHP ilkeleri adını verdiği kendi prensipleri çerçevesinde yönetiyordu.

“Gökten indiği sanılan” dediği kitaplara (Kur'an'a) bakarak ya da uyarak değil..

*

“Gökten indiği sanılan kitaplar” ve “dogma” bahsi önemli.

Gökten inmiş olan kitaplar, bilindiği gibi, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’dır.

Bunlara “gökten indiği sanılan kitaplar” diyen, “gökten ve gaipten ilham almamak”tan söz eden birinin, mesela tutup Kur’an’ı (ve Kur’an’da Casiye Suresi’nin 18’inci ayetiyle emredilen Şeriat’i) devlet yönetiminde uygulaması beklenemez.

O, kendi "prensip"lerine bağlı kalır.

Dolayısıyla, son tahlilde "Bizim uyduğumuz prensipler, bize ait olan prensiplerdir" demek anlamına gelen zekice cümlelerle nutuk atar. 

Gökten inen kitaplara ihtiyaç duymayan zekâ böyle oluyor.

*

Evet, o “kitap”ların “dogma”lar içerdiği doğrudur.

Felsefe tarihinde epistemoloji (bilgi felsefesi) alanında temel iki akım mevcuttur: Dogmatikler ve septikler (şüpheciler).

Vikipedi’deki ifadeyle,“… herhangi bir sistemin veya kişinin değişmez formüller, her yerde ve her zaman geçerli olduğunu ileri sürdüğü mutlak bilgiler sunması dogmatizmdir. Dogmatizmin karşıtı septisizm yani şüphecilik, kuşkuculuktur.” (https://tr.wikipedia.org/wiki/Dogmatizm)

Dogmatikler, insanın “akl”ı ve “duyular”ı sayesinde kesin bilgiye ulaşabileceğini, bunun mümkün olduğunu kabul ederler.

Kökü Eski Yunan sofistlerine (sûfestâiyye) uzanan ve günümüzde postmodernizm tarafından temsil edilen septisizm/şüphecilik ise, insan bilgisinin görece/relatif olduğunu, algılarımız sayesinde beynimizin içinde oluşan gerçeklik algısı ile dış dünyadaki gerçekliğin örtüşmekte bulunduğundan hiçbir zaman emin olunamayacağını kabul eder.

Şüpheciliğin varacağı son nokta ise, kendi varlığından bile emin olamamaktır.

Bir dogmatik olan Dekart, “Düşünüyorum, o halde varım” sözünü septiklere karşı söylemişti.

*

Evet, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in “100 yıl ilerisini gören” Atatürk’ü, CHP programının kapsadığı (yani kendi kafasının ürünü olan) prensipler için, “Gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır” diyordu.

Aslında o da bir dogmatikti, fakat onun dogmaları, CHP’nin prensipleriydi.

CHP'nin (yani kendisinin) prensiplerinden şüphe etmiyordu, onlara karşı tutumu “şüphecilik” değil, “dogmatizm”di.

Kendisi de bir dogmatikti, fakat bunu anlamaya hem müktesebatı (bilgi birikimi), hem de zekâsı kâfi gelmiyordu.

Ve aslında, CHP prensipleri “"Gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutmamalıdır” derken, doğru söylüyordu.

Elbette, CHP’nin içi boş sloganları ile, Allahu Teala’nın peygamberlerine vahyettiği mutlak hakikatler bir olamazdı.

Bir tutulamazdı.

Biz de elhümdülillah bir tutmuyor, CHP’nin Atatürk’ten kalma köhne prensipleri için de, paslı ve çürümüş altı ilkesi için de “Biz almayalım, kalsın!” diyoruz.

*

Evet, birilerinin “Aziz Atatürk”ü, her ne kadar nutuklarında “dogma” kavramını kullanıyorduysa da, aslında, felsefî konuları doğru dürüst bilen biri değildi.

Bunu, sofrasının müdavimlerinden has adamı Falih Rıfkı Atay da, (Atatürkçü Emin Çölaşan tarafından ders kitabı olarak okutulması arzulanan) Çankaya’sında söylemektedir.

Atay, İzmir’in Yunan’dan kurtuluşunun ardından bir akşam kalabalık bir grupla birlikte Mustafa Kemal’le (O zaman henüz Atatürk değil) bir araya geldiklerini anlatmakta ve şunları dile getirmektedir:

“… Sevmek mi, acımak mı, diye bir bahis açtı. Metotlu felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve ‘zikir’sizdi. Ama sık sık derine inen bir felsefî düşünüş, ince bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü altında bir mantıkçılık, duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme, metotlu ve ilmî bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi.”

Falih Rıfkı Atay, “ama” ile durumu kurtarmaya çalışıyorduysa da, Mustafa Kemal’de “metotlu ve ilmî bir tefekkür” bulunmadığını söylemekten yine de geri kalmıyordu.

“Sözleri terimsiz, tarifsiz ve ‘zikir’sizdi” diyerek, konuştuğu konuyla ilgili uygun teknik terimleri kullanamadığını, ayrıca dile getirdiği kavramları tanımla(ya)madığını ve bu yüzden de gerçekte neyi kastettiğinin tam olarak anlaşılamadığını, tezekkür ve tefekkür konusu yapılamadığını belirtiyordu.  

Kendisinde “metotlu ve ilmî bir tefekkür” bulunmayan, “terimsiz, tarifsiz ve zikirsiz” konuşan birinin, “gökten indiği sanılan kitaplar” şeklinde boyunu ve haddini aşan laflar etmiş olması, doğal karşılanmalıdır.

Fakat, “dini yeni nesillere doğru aktarma” gibi büyük bir “iddia”da bulunan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in, Falih Rıfkı Atay’ın bile “eksik”lerine dikkat çektiği biri için “100 yıl ileriyi görme” meth ü senasında bulunmasına ne demek gerekir?

Atatürk dalkavukluğunda Atay’ı bile fersah fersah geçmek her kula nasip olmaz.

*

Temel soru şudur: 

Diyanet, “gökten indirilen Kur’ana göre mi, yoksa, Atatürk’ün benimsediği “prensip”lere göre mi çalışıyor?

Çalışması gerektiğini düşünüyor?

“Dinin yeni nesillere doğru aktarılması”, Mustafa Kemal Atatürk’ün savunduğu “prensipler” açısından nereye oturuyor?

Diyanet, dini, Mustafa Kemal’in 100 yıl öncesinden gördüğü, görmek istediği gibi mi anlatıyor?

Dinin doğru anlatılması denilen şey bu mu?..

*

Bu ülkede yıllardır FETÖ’nün, takiyyecilik ve ikiyüzlülüğü nedeniyle yerden yere vurulduğunu biliyoruz.

Ancak, bu noktada FETÖ’nün, ilhamını “gökten ve gaipten” değil, Mustafa Kemal’in ifade ettiği gibi, “doğrudan doğruya yaşamdan” almış bulunduğunu kabul etmek gerekiyor.

Şayet ilhamlarını Kur’an’daki “dogma”lardan (mutlak hakikatlerden) almış olsalardı, takiyye ve ikiyüzlülük yapamaz, uydurma rüya, keramet vs. anlatamazlardı.

Ayette geçtiği üzere “emrolundukları gibi dosdoğru olmaları” gerektiğine inanır, böyle yaşamaya çalışmak, bunu hedeflemek gibi bir dertleri olurdu.

Fakat onlar, Atatürk’ün söylediği şekilde hareket ettiler, ilhamlarını “doğrudan doğruya yaşamdan” aldılar.

Yaşama baktılar, Mustafa Kemal’in neyi nasıl yapmış olduğunu incelediler, ve gördüklerini hayata geçirdiler.

Mustafa Kemal’in “prensip”lerine yapıştılar.

*

Evet, “yaşam”a bir bakalım..

Özellikle de Mustafa Kemal’in “yaşam”ına..

Ki, hayattan alınan ilham konusunda bir fikrimiz olsun.

Mustafa Kemal, Erzurum Kongresi’nin açılış konuşmasını şu ifadelerle bitirmişti:

“En son olarak niyazım şudur ki, Allahu Teala, Peygamber’i hürmetine, bu mübarek vatanın sahibi ve koruyucusu ve İslam dininin kıyamete kadar en sadık bekçisi olan necip milletimizi, ve saltanat ile büyük hilafet makamını korumak ve düşünmekle yükümlü kurulunuzu başarılı eylesin.” 

(En son olarak niyazım şudur ki, Cenab-ı Vacibu’l-amal Hazretleri Habib-i Ekremi hürmetine bu mübarek vatanın sahip ve müdafii ve diyanet-i celile-i Ahmediyye’nin ila-yevmi’l-kıyame haris-i asdakı olan millet-i necibemizi ve makam-ı saltanat ve hilafeti kübrayı masun ve düşünmekle mükellef heyetinizi muvaffak buyursun.)

Maiyetindekilerden Mazhar Müfit Kansu, kongre akşamı kendisine “Nutkunuzun sonunu müftü efendinin duası gibi bitirdiniz” deyince ise, asıl niyetini ve gizli gündemini şu şekilde açıklamıştı:

“Maksadını anlıyorum, anlıyorum ama, şimdi vazifemiz halkı, vatanı ve esir Padişahı kurtarmaya inandırmaktan ibarettir. Zamanında hiçbir şeyi kaçırmamak ve zamansız hiçbir şeye uzaktan yakından tevessül etmemek başlıca dikkati teşkil etmelidir.”

Aynı şekilde, Mazhar Müfit’in anlatımıyla, ona şunları not ettirmişti:

… “Pekala, yaz!..” diyerek devam etti: “Zaferden sonra hükümet şekli cumhuriyet olacaktır…. Bu bir. İki: Padişah ve hanedan hakkında zaman gelince icap eden muamele yapılacaktır. Üç: Tesettür kalkacaktır. Dört: Fes kalkacak, medeni milletler gibi şapka giyilecektir.”

Bu anda gayri ihtiyari kalem elimden düştü: Yüzüne baktım. O da benim yüzüme baktı. Bu gözlerin bir takılışta birbirlerine çok şey anlatan konuşuşuydu. Paşa ile zaman zaman senli benli konuşmaktan çekinmezdim. “Neden durakladın?” deyince, “Darılma ama Paşam, sizin de hayalperest taraflarınız var” dedim. Gülerek: “Bunu zaman tayin eder. Sen yaz!..” dedi. Yazmaya devam ettim: “Beş: Latin hurufu (harfleri) kabul edilecek.”…

Yani, Mustafa Kemal’in asıl gayesi bunları yapmaktı.      

*

Fakat necip millete bunlardan söz etmiyor, gayesinin vatanı ve “esir” padişahı kurtarmak olduğunu söylüyordu.

Niyet ile sözler, iç ile dış birbirini tutmuyordu.

Ortada, olduğu gibi görünme ve göründüğü gibi olma diye birşey yoktu.

Cumhuriyet ilan edilince, elbette bir cumhurbaşkanına da ihtiyaç duyulacaktı.

Dillerdeki “esir” padişahı kurtarma niyazı gidecek, yerini “hain” padişahı kovma şiirleri alacaktı.

Ve, Cumhuriyet’in cumhurbaşkanı, “hain” padişahın yapamayacağı şeyleri yapacak, “gökten inen” Kitap’ta emredilen tesettürü (örtüyü) kaldıracak, şapkayı necip millete dayatacak, bin yıllık harflerimize yasak koyup Latin/Hristiyan Avrupa harflerini getirecekti.

Yüz yıl ileriyi görebilen “Aziz Atatürk’ün asıl yapmak istedikleri buydu.

Vatanı kurtarmak ise, o akşamki konuşması çerçevesinde, teferruattı. 

Fakat necip millet işin farkında değildi, Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde İslam için, Hilafet-i Kübra için, Şeriat için savaştığını sanıyordu.

Çünkü “Aziz Atatürk”, asıl amacını necip milletten saklıyordu.

Asıl niyetini ve gayesini, onların verdiği izinle ayrıldığı İstanbul‘dan hareket etmeden önce İngilizler’le paylaşmış olabilir miydi, bunu da kendimize sormadan edemiyoruz.

*

Evet, Mustafa Kemal bir taraftan necip milletin önünde vatanı ve “esir” padişahı kurtarmaktan söz ediyor, diğer taraftan da, “esir” padişah ile necip millete gelecekte neler yapacağının planları ile meşgul bulunuyordu.

Buradan anlıyoruz ki, takiyyeci ve ikiyüzlü FETÖ, ilhamını gökten ve gaipten, Kur’an’dan değil, Atatürk’ün dediği gibi, yaşamdan alıyordu.

Atatürk'ün yaşamından.

Fakat, mesele FETÖ ile bitmiyor..

Mehmet Görmez ile Diyanet’in de, ilhamını “Atatürk’ün yaşamı”ndan alma bakımından FETÖ’den ne kadarlık bir farkının bulunduğu sorusunun aklımıza gelmesine engel olamıyoruz.

Aynı şekilde, Mısır’a ve Tunus’a gidip, “devleti yönetme” konusunda ilhamlarını Şeriat’ten değil de Atatürk’ün necip milletimize hediyesi olan laiklikten (siyasal dinsizlikten) almaları tavsiyesinde bulunan Recep Tayyip Erdoğan’ın, FETÖ’den farkının ne ya da ne kadar olduğu sorusu zihnimizi burkuyor.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İRFAN PAZARLAMACILARININ VE VAHDET-İ VÜCUTÇU MARİFETULLAH İŞPORTACILARININ ANLAYAMADIĞI

Malumdur ki,  İbn Arabî  ve  Hacı Bektaş-ı Velî  gibi isimler, “ şeriat, tarikat, marifet, hakikat ” şeklinde (İslâm’ın ilk dönemlerinde...