Yıllar önce, Avustralya’da altı yıl süreyle Diyanet’e bağlı bir camide imamlık yapmış olan bir
din görevlisi, bana şunu söylemişti:
“Yurtdışına gitmeden önce bizi topladılar, MİT’ten biri geldi, ‘Yurtdışında birlikte çalışacağız’ dedi.”
Onlara bunu söyleyen MİT görevlisi, herhalde şunu demek istemiyordu:
“İslam’ın
yayılması, hak ve hakikatin her tarafa ulaştırılması için birlikte
çalışacağız. Batıl ideolojilerle, küfürle, nifakla, izm’lerle,
bid’atlerle mücadele edeceğiz. Kur’an‘da belirtildiği gibi tağutu reddedecek,
insanları Allah’a davet edecek, salih amel işleyeceğiz.”
MİT’çinin demek istediği tabiî ki bundan
çok farklı birşeydi..
“Laik” devlete
yakışan birşey..
Birlikte çalışacaklar, caminin
imamı, cemaatini fişleyecek, hassasiyetlerini ve önceliklerini
gayet iyi bildiğimiz MİT’in yurtdışındaki ajanlarının “eleman” ya da “muhbir”i olarak hizmet verecekti..
Merhum Kadir Mısıroğlu'nun kitaplarında da bu yönde bilgiler mevcut.
Soru şu: Yurtdışındaki
camilerde görev yapan imamları bile “muhbir” olarak
kullanan, onlara böylesi bir “ahlâk“ı
(“ahlâksızlık” demeyelim, “din görevliliği ahlâkı”) dayatan MİT, Diyanet’in tepe yönetimi söz konusu olunca acaba
nasıl hareket ediyordur?
*
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, 2016 senesinin 30 Kasım günü 33’üncü İl Müftüleri İstişare Toplantısı Sonuç Bildirgesi’ni yayınlanmış olduğu haberi, o yılın Aralık ayı başında medyada yer almıştı.
15 maddeden oluşan bildirgenin, ne yazık ki, üslup bakımından, bir “ilim adamları”
topluluğuna değil de, psikolojik savaş için kolları
sıvayıp gözlerini karartmış, algı operasyonu adı altında yalan dolan da dahil
her yola başvurabilecek bir istihbaratçı ekibe aitmiş gibi bir
izlenim verdiği görülüyordu.
Doğal olarak, Kur’an’da geçen küfür, şirk, münafıklık, tağut gibi
kavramlar, bu bildirgede yer almıyordu.
Onun yerine,“din kisvesi altında menfaat devşiren, ayrıştıran ve sinsi
planlarıyla toplumumuzun bilincinde derin yaralar açan din istismarcılarına karşı
etkin mücadele yürütülmesi”nden söz ediliyordu.
Yapılmak istenen gerçekten “tam olarak” buyduysa, kullanılan dilin 28 Şubat'ı hatırlatan Kemalist bir eda taşıyor olmasına rağmen, iyi birşeydi.
*
Peki, yapılmak istenen gerçekten bu muydu?
Bu idiyse,
onlardan, küfre, şirke, nifaka, putlara
ve tağutperestlere karşı da “etkin mücadele yürütülmesi” kararlılığı
beklenirdi.
Fakat, bildirge sahiplerinin, o
taraklarda hiç bezlerinin bulunmadığı anlaşılıyordu.
Onun yerine, “milli birlik ve beraberliğimizin güçlendirilmesinde, millet
olma şuurunun pekiştirilmesinde toplumun bütün
kesimlerine büyük görevler düşmektedir” diyorlardı.
Demek ki, asıl gaye, İslamî birlik ve beraberliğe hizmet değildi, "milli birlik ve beraberlik" adı verilen özünde laik (siyasal dinsiz) bir menfaatin din kisvesi altında devşirilmesiydi.
Bildirgenin yazarlarına göre, dinin bu topraklardaki görevi, ümmet olma şuurunun değil,“(laik zihniyete göre tanımlanmış) millet olma şuurunun pekiştirilmesi” olabilirdi.
Bu çözüm kümesi boş denklemde “din istismarı” unvanlı x'in (bilinmeyenin) neye karşılık geldiğini bulmak mümkün değildi.
Anlaşılan oydu ki, bu "istismar" hassasiyeti tavan yapmış beyzadelere göre, “ümmet
olma şuurunun pekiştirilmesi“nden, “laik devletlere özgü ırkçılığın ya da millet anlayışının ümmet şuuruna
zarar verdiğinden, hatta savaş açtığından” söz ederseniz, dini istismar etmeye başlamış oluyordunuz.
*
Evet, hali ve vaziyeti bu olan Diyanet,
yayınladığı bildirgede, “peygamberane bir üslupla“,
sanki peygamberler tarafından yönetilen masum bir
kuruluşmuş, sütten çıkmış ak kaşıkmış gibi şöyle diyordu:
“Başkanlığımız, İslam’ın ana kaynaklarına, tarihi bilgi birikim ve
tecrübesine göre sağlıklı bir din
anlayışının yerleşmesi; hurafeci, sapkın, batıl inanış ve
düşüncelerin izalesi için üzerine düşen vazifeyi yapmaya devam
edecektir.”
Görüldüğü gibi, bu ifadeler, sağlıksız olduğu ileri sürülen bazı din
anlayışlarının sapkın, hurafeci ve batıl
olduğunu ilan eden tekfirci bir
üslubu yansıtıyor.
Yani Diyanet, kendisi dışındaki herkesi
karalamış, ya bid’atçiliğe nisbet etmiş ya da tekfir etmiş oluyor.
Bir din anlayışının sapkın ve batıl
olduğunu söylemek, onun bid’at ya da küfür olduğunu söylemektir.
*
Ancak, söz konusu bildirgeyi kaleme
alanlar, yazdıklarının ne anlama geldiğini
idrak edemiyor olacaklar ki, aynı metinde, başkalarını
karalayanlardan ve tekfir edenlerden şikâyetçi olmaktan geri kalmıyorlardı.
Şunun farkında değillerdi, başkalarını karalayan ve tekfir edenleri
arıyorlarsa birbirlerinin yüzüne bakmaları yeterliydi.
Tek başlarına kaldıkları zaman da
kaybedecekleri bir şey yoktu. Aynalar hizmetlerine amadeydi.
Evet, bildirgede “karalayıcı ve tekfirci”
bir üslupla “karalayıcılık ve tekfircilikten” şikâyet ediliyordu:
“Ülkemizde son dönemde görünümleri ve etki alanları giderek artan bir
takım türedi dinî hareketler
dikkat çekmektedir. Şahıs merkezli gelişen bu tür oluşumlar kendileri
dışındaki herkesi karalayarak, hatta tekfir ederek çarpık bir din anlayışı oluşturmaya
çalışmakta, İslam’ın evrensel değerlerinden uzak kişisel ve hizipsel menfaatleri öncelemektedir. Alternatif Cuma
namazları, çarpık fetvaları, sözde eğitim faaliyetleri, ilkesiz radyo ve
televizyon yayınları ile taraftar toplamaya çalışan bu grupların toplumsal
hasarlarını önlemek için gereken tedbirler alınmalıdır.”
Beyefendiler bid’at(çı) kavramını sevmediklerinden ya da
işlerine gelmediğinden, “türedi”
kelimesini türetmiş bulunuyorlardı.
Türedi bir söylemle
konuşuyor, türedi kavramları tedavüle sürüyorlardı.
*
Kişisel ve hizipsel menfaatleri
önceleme bahsi önemli.
Ümmetin geneli, yani Ehl-i Sünnet ve Cemaat tabirindeki cemaat kavramı dikkate alındığında, laik (siyasal
dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve (laik yani siyaseten dinsiz bir yönetime
tabi) Türk milleti de bir hizip
durumundadır.
Diyanet yerlilik-millilik, milli birlik
ve beraberlik adına bu hizbin menfaatlerini önceliyor mu, öncelemiyor mu?
Cevap verin ey yeşil sarığı bile bulunmayan, böyle bir sarığı (Diyanet’in
yönetmeliğine aykırı diye) giymeye bile cesaret edemeyecek ensesi kalın ulu
hocalar, Diyanet bir hizbin menfaatlerini önceliyor mu, öncelemiyor mu?
Ve de Atatürk’ün kişisel menfaatini, onun kişisel itibarını önceliyor mu,
öncelemiyor mu?
Ey yeşil sarıksız ulu hocalar, “Atatürk İslam
açısından i’rabda mahalli olmayan bir adamdır, onun kişisel itibarı bizim
umurumuzda bile değildir” diyebiliyor musunuz, yoksa bu “kişisel menfaat
aleyhtarlığı” balonunuz Atatürk adlı kişiye gelince gümmm diye patlıyor mu?
*
Diyanet’in sözünü ettiği bu
tür türedi oluşumlar, acaba, kendileri dışındaki
herkesi nasıl karalıyor ve hatta tekfir ediyorlardı?
Karaladıkları kesimlerin “hurafeci, sapkın, batıl inanış ve düşüncelere sahip" olduklarını mı ileri sürüyorlardı?
Diyanet’in açıklamasında bu yok..
Fakat başka birşeyi söylüyorlar..
Böylesi türedi oluşumların, “İslam’ın evrensel değerlerinden
uzak kişisel ve hizipsel menfaatleri öncelemekte” olduklarını dile
getiriyorlar.
Doğal olarak, “devlet-i ebed müddet” olduğu iddia edilen “devlet”in sütten
çıkmış ak kaşık din görevlilerinin aksine, bizim gibi fanilerin kafası
karışıyor.
"İslam’ın evrensel değerlerinden
uzak kişisel, hizipsel, grupsal (ve tabiî aynı mantıkla ırksal,
devletsel vs.) menfaatleri öncelemek" neye karşılık geliyor diye
düşünmeden edemiyoruz.
Bu türedi dinî hareketler, yoksa, evrensel “ümmet olma şuuru”nu kaldırıp, yerine, yerel “ırk bencilliği, kibri ve menfaatçiliği” temeli üzerine kurulu, “millet olma şuuru” denilen masonik ve dinsiz Fransız Devrimi icadını mı
oturtuyorlar?
Yoksa bunlar, “Devlet sınırlarımız içinde yaşayan satanist de, hristiyan
da, yahudi de, mecusi de, müslüman da, ateist de, bu milletin ferdidir. Bu
topraklarda tek millet vardır” mı diyorlar?
“Ümmet” kavramını
gündemden mi düşürüyorlar?
Sonra da, bu türedi dinî hareketler,
İslam’ın bu topraklardaki “devletçe muteber kabul edilebilecek ve
hoş görülebilecek tek işlevi”nin, içinde ateist maydanozu
ve satanist biberi de bulunan bu türedi “tek millet”
çorbasına hizmet etme olması gerektiğini mi savunuyorlar?
Gerçekten… Neyi savunuyor bu türedi dinî
hareketler?..
Diyanet’in türedi bildirgesinde neden müşahhas
(somut) hiçbir şey yok?
*
Diyanet’in, psikolojik savaş yürütmek üzere oluşturulmuş istihbaratçı bir ekip tarafından yazılıp ellerine tutuşturulmuş gibi bir izlenim veren “soyut ve elastikî” bildirgesinin ilim, mantık, ihlas, samimiyet, tutarlılık, doğruluk ve dürüstlük açısından elle tutulur bir yanının bulunmadığı açık.
Dil, üslup, mantık...; tek kelimeyle rezalet.
Bence, bu tür “tuhaf” hizmet ve
açıklamalarına, türedi “tebliğ ve irşad” çalışmalarına
bakılarak, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın adının değiştirilmesi yerinde olur.
Mesela, şöyle “havalı” bir isim işe
yarayabilir: “Devlet-i Ebed Müddet Olan Türkiye
Cumhuriyeti’nin Âlî Menfaatleri İçin İslam’ın Tepe Tepe İstismarı
(Kullanılması) Teşkilatı”.
Psikolojik savaş açısından işe yaramayacağını, işlevsel olmadığını biliyorum.
Ama, ahlâkî olgunluk, dürüstlük ve
samimiyet testinden 10 üzerinden 10 alacağı kesindir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder