Atatürk’ün,
sözde Hilafet kurumunu korumak için milleti örgütlemeye çalıştığı dönemde
camiye yolunun düşmüşlüğü vardır.
Fakat
cumhuriyeti (kendisinin cumhurbaşkanlığını) ilan ettikten sonra camiye bir daha
dönüp bakmamıştır.
Cismini camide
secdede gören yoktur.
Aynı şekilde
ismi de camiye girmemelidir, hatırasına bu kadarcık olsun saygı
gösterilmelidir.
Siz bulunmak ve
görünmek istemediğiniz yerde isminizin anılmasını ister misiniz?
Mesela hristiyanlar
için kiliseler mübarek ve kutsal yerlerdir, kiliselerde isminizin anılması sizi
memnun eder mi?
Şurası kesin:
Atatürk yaşasaydı ne Refah Partili olurdu, ne de Yeniden Refah Partili.. Aynı
şekilde isminin camilerde anılmasını da istemezdi.
İsteseydi, tıpkı
sağlığında dünyanın parasını verip yurtdışından özel olarak heykeltraşlar
getirtip çeşitli şehirlere heykellerini diktirdiği gibi camilerde isminin
anılması için de bir kanun çıkartırdı.
*
Türkiye’de,
Atatürk’ün isminin hutbelerde okunmasını özellikle dert edinen, sanki resmî bir
göreviymiş gibi bunu sürekli gündemde tutarak Diyanet Teşkilatı üzerinde baskı
kuran merkezler var. Biri, MİT'in güdümünde olduğu iddia
edilen Odatv..
Evet, Odatv adlı sitenin nakaratlarından birini, uygun her
fırsatta “Cuma hutbesinde Atatürk niye anılmadı?” diye yaygara kopartması
oluşturuyor.
Önce şunu
söyleyelim:
Hutbelerin böyle
(özellikle de “İslam devleti” olmayan bir devlet için önem taşıyan)
tarihî günlere tahsis edilmesi, resmî kutlamalara dönüştürülmesi dinen caiz
değildir.
Bu, bid’attir.
Hutbelerde İslam
öğretilmeli, ayet ve hadîslere dayalı olarak temel dinî bilgiler verilmelidir.
Zafer Bayramı
türünden kutlamaları zaten âlâ-yı vâlâ ile yapıyor, bu konuları inkılap
tarihi vs. türünden derslerde öğretiyor, resmî tatil diyerek
söz konusu günleri her yıl gündeme getiriyorsunuz.
İlkokul birinci
sınıftan itibaren tüm vatandaşları bunları ezberlemekle yükümlü tutuyorsunuz.
Bu yetmiyor bir
de müslümanın ibadetine göz dikiyorsunuz.
*
Son yıllarda iş
iyice çığırından çıktı.
Odatv gibi
mecralarda şirretlik yapıldığı yetmiyormuş gibi bir de cuma hutbesi sırasında
camilerde “Atatürk’ü niye anmıyorsun hoca?” diye hatiplere sataşanlar türemeye
başladı.
İmdi, devlet
dairelerini, okulları vs. Atatürk’ün resimleriyle doldurmuşsunuz, okul önlerini, meydanları vs. demir ya da beton Atatürk heykelleriyle örmüşsünüz. paraların pulların
üstünü Atatürk’le kaplamışsınız, Milli Eğitim’in ders kitaplarının bile hemen
başına Atatürk resimlerini yerleştirmişsiniz, bir de tutup “Niye hutbede
Atatürk yok?” dedirtiyorsunuz.
Hutbelerde değil
Atatürk’ün, Hz. Ömer gibi ashabın,
hatta, Hz. İbrahim a. s. gibi peygamberlerin bile
anılması şart ya da farz değildir.
Ki, Hz. Ömer’in
yaptığı fütuhatın yanında Mustafa Kemal’in Yunan‘a karşı
kazandığı zafer çok önemsiz bir olaydır. Hem cesameti, hem de İslam için
taşıdığı anlam bakımından durum budur.
Hz. Ömer,
zamanın süper gücü Pers İmparatorluğu‘nu
tarihe gömdüğü gibi, diğer süper güç Bizans İmparatorluğu‘nun
elinden de Suriye, Mısır ve Güneydoğu Anadolu’yu almıştı.
İslam’ın
hakimiyetinin ve yayılmasının önünü açmış, bekasına hizmet etmişti.
Atatürk’ün
Yunan’ın elinden kurtardığı toprak parçası ise Türkiye’nin Ege bölgesi gibi
küçük bir toprak parçasından ibarettir. Doğudaki bazı beldeleri Karabekir,
Maraş, Antep ve Urfa’yı ise halkın kendisi kurtarmıştı.
*
Evet, hutbelerde
ne 30 Ağustos’u konu edinmek şart ya da farzdır, ne de Atatürk’ü anmak.
Buna karşılık,
hutbeyi sessizce, kimseyle konuşmadan ve hatibe müdahale etmeden dinlemek gerekli birşeydir.
Öyle ki, hutbe sırasında konuşmak Hanefî ve Şâfiî
mezheplerine göre mekruh, Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine göre ise haramdır.
Hatta, Hanefî
ve Mâlikîler’e göre namaz kılmak bile caiz değildir, nerde kaldı ki konuşmak
caiz olsun.
Bir insan,
hutbeden sonra gidip imama medenîce “Ya hocam, hutbede Atatürk’ü anmanızı
bekledim, anmadınız” demiş olsa, onun cahil bir müslüman olmakla birlikte iyi
niyetli olduğu belki düşünülebilir.
Fakat, hutbe
esnasında cemaatin lafa karışması haramken tutup bağırıp çağırmak, kabadayılık
yapmak, şirretçe şamata çıkarmak, zorbalığa kalkışmak hem ibadetin kendisini
hiçe saymak, hem de camideki cemaate hayvan muamelesi yapmaktır.
Anlaşılan o ki maksat, camide terör estirmek, medyada haber olmak, bütün Diyanet personeline ve müslüman halka gözdağı vermek, korku salmak.
Ne yazık ki Kemalist ahlâksızlık ve Atatürkçü saldırganlık camileri kendi batıl ideolojisi için gösteri ve şov arenası, miting meydanı, protesto ve yürüyüş alanı haline getirebilmekte, kimse de buna karşı birşey yapmamaktadır.
Böylesi bir arsızlık ve şirretlik dindarlık değildir, dincilik hiç değildir, resmen din düşmanlığıdır.
*
Böylesi cami
kabadayılık ve teröristliklerini kayda alıp Odatv gibi
yavuz hırsız karakterli mecralara servis edecek kişi
veya kişilerin de camide hazır ve hazırlıklı bulunuyor olmaları herhalde
“tesadüf”ün gelir hanesine yazılamaz.
Bunların
organize işler olduğu o kadar açık ki..
Belli ki baştan
rol dağılımı yapılıyor, birisine çıngar çıkarma vazifesi veriliyor, ayrıca
peşine olayı kayda alacak tezahüratçı ya da koruma kabilinden bir “bindirilmiş
kıta” takılıyor, ardından da topa, kaydı alıp yayınlayacak Odatv gibi medya glu glu dansçıları giriyor,
şark kurnazlığı stilindeki oryantal sanatlarını icra ediyorlar.
Ve bu egzotik
medya dansçıları, bir yandan Cumhuriyet düşmanlığının camilerde huzuru yok
ettiğini söyleyerek tepinirken diğer yandan sivri uçlu mızraklarıyla Diyanet
kurumunu dürtükleyip duruyorlar.
Böylece, algı operasyonu adını verdikleri yalan dolan çarkının dişlileri arasından dökülen cürufa göre, huzuru yok
edenler, camide kabadayılık yapan azgın soytarılar değil, Atatürk’ün ismini
hutbede geçirmeyen Diyanet oluyor.
Yavuz
hırsızlığın bundan daha arsız, daha azgın, daha utanmaz ve şirret versiyonunu
icat etmek herhalde mümkün değildir.
Bu
tezgâhın/senaryonun bir ayağını da Diyanet bünyesindeki “derin”
görevlilerin suret-i haktan gelerek riyakârca okudukları şu
makamdan gazeller oluşturmuyorsa ben de birşey bilmiyorum:
“Hocam, milli
birlik ve beraberliğimiz için bundan sonra hutbelerde Atatürk’e daima yer
vermemiz iyi olur. Birilerinin bu konuyu istismar etmelerine ve fitne
çıkarmalarına izin vermeyelim.”
*
İmdi, hutbede
Atatürk’ten bahsedilmemesini "Diyanet’in Cumhuriyet düşmanlığı" olarak
nitelendirmek, o devlet kurumuna yönelik bir iftira ve itibarsızlaştırma
eylemidir.
Diyanet, Odatv gibi yayın organları hakkında suç duyurusunda bulunmalıdır.
Bulunmuyorsa
bile, savcılar re’sen harekete geçmelidir.
İkinci olarak,
Atatürk’ü bahane ederek ibadet mahallinde bozgunculuk ve kargaşa çıkaranlar
hakkında da savcılar kamu düzenini bozma ve halk
arasına kin ve nefret tohumları ekme gerekçesiyle dava açmalıdırlar.
Camiye
haydutluk, eşkıyalık ve çapulculuğu taşıyan, mabedleri Taksim Gezi Parkı
zanneden çete mensuplarına hesap sorulmalıdır ki böylesi densizlik ve
iblislikler tekrarlanmasın.
Bu tür
(Erdoğan’ın tabiriyle) “bindirilmiş kıta“larla algı operasyonu yapmaya kalkışan odak da, ateşle oynadığını anlamalıdır.
*
Diyanet İşleri
Başkanlığı, 30 Ağustos Zafer Bayramı vesilesiyle hutbe okutacaksa, büyük âlim
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hocanın Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde
(Ki Atatürk döneminde devlet tarafından yazdırılmıştır) Rum Suresi’ni
açıklarken dile getirdiği şu gerçekleri cemaate duyurabilir:
“Bununla beraber insanlara bir keder dokunduğu zaman her şeyden
geçerek Rablerine yalvarır, dua ederler; sonra tarafından bir rahmet
tattırıverdiği zaman da bakarsın onlardan bir kısmı tutar, O Rablerine ortak
koşarlar.” (Rum,
30/33)
33-Bu noktada insanların, üzerine yaratılmış olduğu fıtratın başka değil,
yalnız, Allah’a yalvarmak olduğunu göstermek için buyuruluyor ki: “Bununla
beraber insanlara bir sıkıntı dokunduğu zaman bütün o güvendiklerinden ve her
şeyden geçip, yalnız yaratan Rablerine gönül vererek hep O’na yalvarırlar.” Nitekim
Çanakkale, Sakarya, Afyon savaşları sırasında biz
Türkler hep böyle olmuştuk. Demek ki fıtrat dini (yaratılışa uygun din) sadece
Allah dinidir. Her zaman, baki sağlam din yalnız odur. Böyle iken sonra O,
onlara tarafından bir rahmet tattırıverince; o sıkıntıyı açıp bir nimet ihsan
ediverince de ne bakarsın içlerinden bir kısmı, o Rablerine ortak
koşuyorlardır. Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu, bundan
oldu, benden oldu, senden oldu diyerek Allah’ın lütfunu başkalarına
isnad etmeye kalkarlar.
34- “Ki kendilerine verdiğimiz nimeti küfran ile, nankörlükle
karşılamak için haydin yaşayın, zevk edin bakalım yarın bileceksiniz.”
35- “Yoksa biz onlara bir ferman indirmişiz de O’na ortak
koşmalarının caiz olduğunu o mu söylüyor?” Hayır öyle bir kitap ve delil
indirilmemiştir. Fakat onlar yukarıda söylendiği şekilde bilgisizce hevaları
ardında gitmişler, keyiflerine hoş gelene veya gözlerinin korktuğuna
tapmışlardır. Dünyada sebepler yok değildir. Fakat egemenlik, sebeplerin
değil, Allah’ındır. Allah izin vermeyince hiçbir sebeple yaprak bile oynamaz.
Böyle olduğunu fıtrat bilir, onun için sıkıştığı zaman Allah’a yalvarır.
Evet, merhum Elmalılı Hocaefendi (Gerçek hocaefendi vatandaş, cübbesi kendisinden daha değerli şovmen tip değil), müşrikler için, "Şükredecek yerde tutarlar da bu, şundan oldu, bundan oldu, benden oldu, senden oldu diyerek Allah’ın lütfunu başkalarına isnad etmeye kalkarlar" diyor.
Ne zaman?
Akparti iktidarında değil, Mustafa Kemal'in şapka için adam astırdığı bir karanlık çağda..
*
Diyanet, bu
büyük âlimin (Ki onun için büyük âlim nitelendirmesini yapan kişi, bir başka
büyük âlim, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi) Neml Suresi’ni tefsir
ederken dile getirmiş olduğu şu gerçekleri de her 30 Ağustos konulu hutbede
cemaate duyurmalıdır:
Şunu da unutmayalım ki, Çanakkale, Sakarya, İnönü
zaferleri, İzmir’in düşman işgalinden kurtarılması,
Avrupalıların İstanbul’dan çıkarılmaları hamdolsun yüce
Allah’ın zamanımızda gösterip tanıttığı İslâmi âyetlerdendir. Bu savaşlarda
Türkiye müslümanları öyle bir sıkıntı ve ilhas ile Allah Teâlâ’ya sığınarak
çalışmışlardı ki “Onlar mı hayırlı, yoksa
kendine yalvardığı zaman bunalmışa karşılık veren ve başındaki sıkıntıyı
gideren mi?” (Neml, 27/62) âyeti aynen ortaya çıkmıştı.
Fakat bütün bunların meydana gelişinden sonra “Bil ki sen, ölüleri işittiremezsin, arkasını dönüp kaçmakta olan
sağırlara da daveti duyuramazsın” (Neml, 27/80) buyurulduğu
üzere duymak istemeyen kalpsizler, sağırlar, körler,
İslâm’ın artık bütün vaadleri olmuş bitmiş, gelecek için görevi kalmamış
olduğunu iddia ederek müslümanlığı körletmek,
Allah’ı unutup şirk yollarına gitmek
istiyorlar.
Evet, eğer
Diyanet hutbelerde Çanakkale’den, Sakarya’dan, Dumlupınar’dan
bahsedecekse böyle bahsetmelidir.
Müslümanca..
Muvahhidce..
Müşrikçe (yahut
müşriklere göz kırparcasına) değil..
Hz. Musa
aleyhisselam dönemindeki Mısır halkının Firavun’a tanrısal özellikler atfetmesi
gibi Atatürk’ü putlaştıran modern putperestlerin istedikleri gibi değil.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder