Prof. Hayrettin Karaman, Yeni Şafak gazetesinde yayınlanan 1 Nisan 2018 tarihli şaka gibi yazısında “Diyanet doğru yolda, destek olalım” diyordu.
Evet, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın
önemli hizmetleri var. Yaptıklarının büyük çoğunluğu da doğru ve gerekli..
Fakat bu, Diyanet İşleri
Başkanlığı’nın mutlak anlamda doğru yolda
olduğunu söylemek için yeterli değil.
Bir defa, Diyanet İşleri Başkanlığı, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na ve kendisiyle ilgili kanun
hükümlerine tâbi..
Şöyle bir misalle anlatalım: Bizim Hasan
bir gemide, gayesi Mekke‘ye gitmek..
Gayet iyi niyetli..
Fakat gemi, rotasını bir hristiyan birliğinin merkezi olan Brüksel‘e çevirmiş..
Kıblesi Brüksel..
Ya da, kıbleler arasında tarafsız kalmayı seçmiş.. Kendisini rüzgârın akışına bırakmış..
“Zaman (çağdaşlık) bizi nereye götürürse oraya
gidelim, kıble diye birşey tanımıyoruz” demiş..
*
Kaptanın elindeki kural ve
talimatnameler kitapçığı ise, ilke ve inkılaplarına bağlı
kalınacağına yemin edilen Atakaptan‘dan kalmış.
O kitapçık, kendisindeki rotaya ilişkin temel talimatların değiştirilmesinin
teklif dahi edilemeyeceğini ilk sayfasında belirtmiş.
Böyle bir gemide, bizim Mekke yolcusu, Mekke’ye gittiğini iddia eden Şaşkın Hasan, nereye
gidebilir?
Böyle biri için “Hasan doğru yolda,
Mekke’ye gidiyor, destek olalım arkadaşlar” diyen Karaman koyunları, verdikleri
bu “gaz”la gerçekte kimlere destek oluyordur?
Son tahlilde Atakaptan’ın kurduğu
“düzen”e mi hizmet ediyordur, yoksa Mekke idealine mi?
Bu Karaman koyunlarının pratikteki kazanımları, kaptanın has
adamları olarak ulufeye nail olmak mıdır, yoksa “doğru yol”u göstermek,
Hasan’ın Mekke’ye ulaşmasını sağlamak mı?
*
İmam Matüridî‘nin, yaşadığı devirdeki müslüman yöneticiler için adil diyenleri tekfir ettiği biliniyor.
Çünkü, zulme adalet demek, batılı hak, haramı helal kabul etmektir.
Diyanet, genelde doğru işler yapıyor
olabilir.
Fakat, tabi olduğu laik rejimi sorgulayabilen bir kurum değil.
Şeriat‘le, tağutla ilgili ayetleri de hutbelerde
okuyamaz.
Maide Suresi’nin “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir”
mealindeki ayeti sanki hiç indirilmemiş gibi davranır.
Yani, hakkı tam ve açık bir biçimde
söyleyemez, ancak dolaylı olarak ifade edebilir.
Selefîlik, İslam, cihad ve terör konularında yaptığı açıklamalar ise, mevcut rejimin “dış politika”sı çerçevesinde şekillenmektedir.
O açıklamaları haklılık kırıntıları da içeriyorsa da, belirli ölçüde yanlıştır.
*
Diyanet, laik (siyasal dinsiz) devletin din istismarına da alet olmaktadır.
Olmak zorunda kalıyor.
Öyle ki, Diyanet’in bakış açısına göre, tabi olduğu laik devlet için savaşıp ölen herkes şehittir, yani savaşırken cihat etmiştir.
Buna karşılık,
farklı ülkelerdeki müslümanların cihat olarak adlandırdıkları faaliyetlerini,
Batı’nın terör tanımı çerçevesine
girdiği, mesela Türkiye'nin NATO'daki müttefiklerinin politikalarıyla çeliştiği zaman, açıkça değilse de dolaylı ifadelerle lanetleyebilmektedir.
Burada referans, Batı’nın terör tanımı
haline gelmektedir. Kur’an ve
Sünnet değil..
*
Kısacası, laik geminin uysal Hasan’ı konumundaki Diyanet‘in tam olarak doğru yolda olduğunu söylemek mümkün değildir.
İmam Matüridî sağ olsaydı, Diyanet’in doğru yolda olduğunu iddia eden adamın
itikadî durumunun ne olacağını ondan sormak isterdim.
İnsanlar, ve insanlardan oluşan kurumlar
hatasız ve günahsız olmaz.
“Diyanet’in güzel hizmetleri var. Bu
laik düzende elinden ancak bu kadarı geliyor. Doğrularına destek olalım” demek başka
birşey, “Diyanet doğru yolda” demek, ve bundan, “Diyanet’in çizgisiyle çelişen bir konumda
bulunanların yanlış yolda olduğunun” anlaşılmasını istemek başka birşeydir.
*
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 16 Şubat
2018 Cuma günü okuttuğu hutbe şöyleydi:
Bir sahabî,
Peygamberimizin huzuruna gelerek, “Hem sevap hem de şöhret kazanmak için savaşan bir adam hakkında ne dersiniz? Böyle
birisinin kazancı nedir?” diye sordu. Allah’ın Resûlü, “Hiçbir şey kazanamaz.”
cevabını verdi. Ancak adam, sorusunu ısrarla üç defa tekrarladı. Bunun üzerine
Peygamberimiz, “Hiç şüphe yok ki Allah, sadece kendi rızasını kazanma niyetiyle
yapılan samimi amelleri kabul eder.” (Nesâî, Cihâd, 24) buyurdu.
Cihâd, Allah yolunda
harcanan emeğin, Hak uğrunda verilen mücadelenin adıdır. Cihâd, müminin, bütün
varlığını seferber ederek Yüce Rabbinin rızasını kazanma çabasıdır. Cihâd,
mukaddesatı korumak için beden, dil, fikir ve gönülle kararlılık göstermektir.
Haksız bir saldırı, yok etme, sömürme ya da zulmetme mücadelesi
değildir cihâd. Aksine Müslüman’ın, vatanında şerefi, kimliği ve özgürlüğüyle
var olma; imanını, bayrağını, istiklâlini ve haysiyetini muhafaza etme azmidir.
Cihâd, zulme ve zalime karşı, bir
milletin hukukunu savunma gayretidir. Hakkı tutup kaldırma, yeryüzünde
barış, huzur, adalet ve iyiliği yayma gayesidir.
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı
Kerim’de Allah’a ve Resûlüne iman eden kimselerin mallarıyla ve
canlarıyla Allah yolunda cihâd ettiklerini anlatmaktadır. (Saff, 61/11) Peygamberimiz de
“Ellerinizle, dillerinizle ve mallarınızla cihâd ediniz!” (Nesâî, Cihâd, 48) buyurmaktadır. Bu âyet ve hadis
göstermektedir ki; cihâd, sadece canı feda etmekle değil, kimi zaman elle, kimi
zaman dille, kimi zaman da malla hakka hizmet etmekle olur.
“Mücâhid, nefsiyle
cihâd eden kişidir” (Tirmizî,
Fezâilü’l-cihâd, 2) hadis-i şerifi gereği hepimizin cihâdı
öncelikle kendi nefsimizde başlar. Nefsin kötülüğe, hataya ve isyana teşvik
eden vesvesesi ile mücadele etmek de cihâddır. Allah’ın dinini en doğru
kaynaktan öğrenip en güzel şekilde yaşamak da cihâddır. Bizi fıtratımızdan
uzaklaştıracak, uçurumlara sürükleyecek arzu ve isteklere karşı durmak da
cihâddır. Ve mümin, eğer kendi nefsi ile olan cihâdında başarılı olabilirse, o
zaman İslâm düşmanlarına karşı cihâdında da zafer elde edebilir.
İslam’ın hayat veren
ilkelerini yeryüzünde yaymak, haksızlıkların sona ermesini sağlamak için
yapılan cihâd, kimi zaman kalemle kimi zaman da kelâmla olur. Mümin, an gelir
eliyle, gün olur malıyla Allah yolunda, kelime-i Hak için çalışır, çabalar.
Doğruyu anlatmak, iyiye davet etmek, güzelliklere vesile olmak için gecesini
gündüzüne katar. İnancı, varlığı, vatanı,
bekası ve hürriyeti için silahlı mücadeleye girmesi ise, cihâdın en üst seviyesidir. Daha dün
Doğusuyla Batısıyla, Kuzeyiyle Güneyiyle bu aziz vatanı korumak uğruna
verdiğimiz mücadele, cihadın en canlı şahididir. Allah’ın yardımıyla muzaffer
çıktığımız Çanakkale, varoluş destanının, iman, cesaret ve azmin adıdır.
Cihâd, eline silahı
alıp körü körüne masum canlara kıymak değildir. Son yıllarda insaf ve vicdanını
yitirmiş cinayet şebekelerinin yaptığı ve Müslümanlara mal edilmeye çalışılan
intihar saldırılarının, vahşet ve şiddetin İslâm’ın cihâd anlayışı ile yakından
uzaktan alakası yoktur. Çünkü İslam’da cihad öldürmenin değil, yaşatmanın; yok
etmenin değil, diriltme çabasının adıdır. Cihâd, ancak insanı yaratılış
amacından saptıran her türlü kötülüğü ortadan kaldırmak için yapılır.
Kime karşı ve hangi gerekçeyle yapılırsa yapılsın, masum insanlara
yönelik saldırılar, İslâm’ın cihâda yüklediği yüce ruh ve ideallerle asla
bağdaşmaz. Bunlar, insanlığa karşı hunharca işlenmiş büyük cinayet
girişimleridir.
Bugün de millet olarak canımızla ve malımızla bir
beka mücadelesi veriyoruz. Mehmetçiğimiz, inancımız, bayrağımız, vatan
toprağımız uğrunda hiç çekinmeden varlığımızı feda edebileceğimizi bütün
dünyaya bir kere daha gösteriyor. Ömrünün baharında şehadet şerbetini
yudumlayan her bir vatan evladı, adeta bizlere Rabbimizin şu müjdesini
haykırıyor: “Allah yolunda öldürülenlere sakın ‘ölü’ demeyin. Onlar diridirler.
Ancak siz bunu idrak edemezsiniz.” (Bakara, 2/154)
Bu varlık
mücadelesinde hepimize sorumluluk düşüyor. Bu sorumluluğun bir gereği olarak
geliniz bu mübarek Cuma vaktinde hep birlikte Allah Teâlâ’ya gönülden şöyle
niyaz edelim:
Allah’ım! İstiklal ve istikbalimiz, birlik ve beraberliğimiz
uğrunda mücadele eden kahraman ordumuzu muzaffer eyle! Huzurumuz ve
değerlerimiz uğrunda canlarını feda eden aziz şehitlerimize rahmet,
gazilerimize şifalar ihsan eyle! Fitne, fesat ve bozgunculuk peşinde koşanlara,
milletimize ve ümmet-i Muhammed’e hile ve tuzak kuranlara karşı bize feraset,
basiret, kuvvet ve dirayet lütfeyle! Bizleri cihâdın gerçek anlamını kavrayan,
senin yolunda mücahede ve mücadeleden kaçmayan samimi müminler eyle!
Rabbimiz! Sana
inandık, sana güvendik, sana tevekkül ettik. Bizleri sensiz, sahipsiz,
inayetsiz bırakma!
*
Görüldüğü gibi, hutbenin başı ile sonu birbirinden
ayrı telde çalıyor.
Başta, yalnız Allah yolunda savaşmanın şehadeti
kazandıracak cihad olacağı belirtiliyor, sonra ise işin içine devlet yetkililerinin “dili” dahil ediliyor.
Böylece vatan,
varlık ve beka da denklemde yerlerini alıyor. Hem de baş
köşede..
Beka ile, Allahu Teala’nın zâtî sıfatlarından “beka”
sıfatına iman değil, devletin ve milletin bekasına iman
kastediliyor.
Sanki, İslam’a göre bunlar için beka mümkünmüş ve savunulabilirmiş gibi.
İşte bu, din
dilinin laikleştirilmesi, istimlak edilip kamulaştırılması, devletleştirilmesidir.
*
Cihadın en üst seviyesi meselesine gelelim..
Diyanet hutbesi bu noktada da sorunlu.
Resulullah s.a.s., Ebû Saîd el-Hudrî’nin
(r.a.) rivayetine göre, şöyle buyurdu:
“Cihadın en üstünü zulmeden devlet başkanına karşı hakkı söylemektir.”
(Ebû Davud, Melahim 17; bk. Tirmizî, Fiten 13; Nesâî, Bey’at 37; İbn Mâce, Fiten 20; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 19, 61; IV, 314, 315; V, 251, 256. Beyhakî, es-Sünenu’l-kübrâ, X, 91; Beğavî, Şerhu’s-sünne, X, 65-66),
Hep söylüyoruz, Diyanet maalesef, ayet
ve hadîslere, mevcut rejimin hassasiyetleri çerçevesinde sansür uyguluyor.
İslam’ı tam ve doğru anlatmıyor. Eksik,
hatta bazen çarpık anlatıyor. Çarpıtıyor.
Onun için, Türkiye’de asla Şeriat konulu bir hutbe duyamazsınız.
Tağutla ilgili ayetleri hutbede işitemezsiniz.
Maide Suresi’nin “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler” hakkındaki ayetlerini dinleyemezsiniz.
Bu tür ayetlere sansür uygulanır.
Cihatla ilgili ayetleri artık okuyorlar,
çünkü laik (siyasal dinsiz) devletin âlî menfaatleri bunu gerektiriyor.
*
Evet, eskiden cihad konulu hutbe de
duyamazdınız, ama şimdilerde “milli ve yerli” ihtiyaç hasıl oldu..
Cihad kavramını Türkiye Cumhuriyeti’nin
“ulusal çıkar”larına göre istismar ihtiyacı
doğdu.
İşte onun için, Diyanet kendi kafasından “cihadın en üst seviyesi” icat
ediyor.
Eğer Diyanet’te gerçek bir İslamî hassasiyet varsa, bu hatasını düzeltir, bir
başka hutbede, “Cihadın en üst seviyesi, zalim,
cevr ü cefada bulunan sultana karşı hakkı ve doğruyu söylemektir. Bunu
Resulullah s.a.s. haber vermiştir. Biz de kendi kafamızdan daha önce birşey
söylemiştik, ama yanlış oldu, Allahu Teala’dan af, halkımızdan özür diliyoruz” der.
Der mi?..
Diyanet, devlete ve devlet başkanına
ayet ve hadîslerle “ayar” veren hutbe okuyabilir mi?
*
Erdoğan’ın
“rabia”sının (dörtlüsünün) ne olduğunu biliyoruz: “Tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak.”
Buradaki tek millete, Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde
yaşayan (yahudi, hıristiyan, müslüman, ateist, satanist vs.) herkes dahil.
Ve bu milletin adı da,
Anayasa’ya göre, “Türk“..
Ve, Türkiye
Cumhuriyeti, Anayasa’ya göre “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olma iddiasında..
1924
Anayasası’ndaki “Devletin dini, din-i İslam’dır” maddesinin
yerinde yeller esiyor.
(Kendilerini çok zeki,
müslümanları da salak zanneden bazıları “Devlet insan mı ki dini olsun?”
diyebiliyorlar. A geri zekâlı, devlet insan mı ki dili var?)
*
Evet, bugün Türkiye
Cumhuriyeti Devleti için savaşıp ölenler, laik Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası için, Atatürk ilke ve inkılapları için,
Erdoğan’ın “tek millet”i için savaşıyorlar.
Savaşabilirler..
Bizden izin isteyecek halleri yok.
Devletler ve
milletler, haklı veya haksız, kimi zaman savaşa girebilir, savaş hali
yaşayabilirler.
Diyelim ki haklı bir savaşı sürdürüyorlar ve bazı askerlerini
bu yolda kaybettiler.. İstiyorlarsa onları “ulusal kahraman, yiğit asker,
fedakârlık abidesi” filan gibi tumturaklı sıfatlarla anabilir,
haklarında Dombıravari şiirler destanlar yazabilir, sağa sola adlarını
verebilir, yaralanıp sağ kalan askerleri vs. de “üstün
cesaret madalyası” türünden parlak adlar taşıyan nişanlarla
donatabilirler.
Fakat laikliği benimsemiş (bütün dinlere eşit mesafede), tek
derdi kendisinin bekası olan, “tek
millet”inin “milli iradesi”ni Allahu Teala’nın emir, irade ve fermanına alenen
üstün tutan bir devlet, sanki Şeriat‘le yönetilen
(Allah’ın emir ve yasaklarını değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez
ilkeler kabul eden) bir devletmiş gibi, savaşta ölenlerini müslümanlara özgü
cenaze törenlerinde İslam’ın şehadet kavramı ile kabrine
uğurlarsa, işte o zaman, dini istismar etmeye başlamış demektir.
*
Böyle bir devlet adına
konuşan siyaset esnafının ve bürokratik ensesi kalınların birtakım
kesimlere “din istismarı” suçlaması
yöneltmesi ise, perhiz edebiyatı ile lahana turşusunu birlikte götürme
uyanıklığı sergilemeleri anlamına gelir.
Daha açıkçası
bu, “devletin din istismarını tekeline alma” dayatmasından
başka birşey olarak görülemez. “Din istismar edilecekse, onu
da biz yaparız netekim” hesabı..
İşin aslına bakılırsa,
Türkiye’de “din istismarının kamulaştırılması,
devletleştirilmesi ve millileştirilmesi” yönünde ciddi bir
mesafe alınmış durumda.
Ancak devlet, bu
kamulaştırma faaliyeti sırasında alabildiğine seçici/eklektik, menfaatçi (“ulusal menfaat” hesabı
yaparak), pragmatik, oportünist ve esnek (ya da çifte) standartlı davranıyor.
*
Mesela,
askerlerinin şehit payesini kazanmasından
büyük keyif alıyor, fakat yaşarken mücahit olmalarına,
cihadın İslamî hükümlerini kılavuz edinmelerine razı değil.
Bu çelişkiyi aşmak
için de “İslam’ın güncellenmesi”ne ihtiyaçları var.
Mesela mücahit olmadan şehit olmayı sağlayan bir
güncelleme..
Zaten “fiilen” güncellemişler..
İslam’ı “güncellenmiş”
haliyle benimsiyor ve savunuyorlar
(İş, bu güncellemeyi
resmiyete dökmeye kalmış. Rutin bir işlem.. Yeni MİT yasasını çıkardıkları
sırada Beşir Atalay, “Bunlar zaten fiilen yapılan şeyler, sadece yasal
düzenleme haline getiriyoruz, resmîleştiriyoruz” demişti.)
Fakat, bu arada
birtakım “yobazlar” devreye giriyor (“milli ve yerli
dalkavuklar” böyle adlandırıyor), aykırı sesler çıkarıyor, devletluların
keyfini kaçırıyorlar.
Laik demokrasilerde
çare tükenmez netekim.. Onları yola getirmek için de sağlam meşeden “din istismarı sopası” hazırlanıyor.
Ya susacaklar ya da
kafa göz gidecek.. İhtimal bazı kafalar
yarılacak.. Devletlular da bu hürriyet ortamında İslam’ı
keyiflerine göre “fikri hür, vicdanı hür” biçimde
güncelleyecekler..
*
Şu laik devlet için şehit olma mevzuuna tekrar
dönelim.
Resulullah s.a.s.
şöyle buyuruyor: “İslâm, câhiliyetten kalma ırkçılık ve kabileciliği
ortadan kaldırmıştır.” (Buharî, Ahkâm: 4)
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti davası gütmek, devleti (Allahu Teala’nın
dinine hizmet ve insanlar arasında adaleti hakim kılmak gibi) daha yüce amaçlar
için araç değil de bizatihî amaç haline
getirmek (böylece putlaştırmak, Allahu Teala yerine kulluk edilen bir mercîe
dönüştürmek), bunu da “devletin bekası” gibi
süslü laflar eşliğinde savunmak, ve de Türkiye Cumhuriyeti’nin “tek millet”çiliğini ilke edinmek, işte bu, cahiliyyet ırkçılık ve kabileciliğidir.
İslam’a göre böyle..
Ama, devlet laik olduğu için, İslam’ın bu değerlendirmelerine itibar etmek
zorunda değil. Bütün bunlar, onun kabul ettiği “çağdaş
uygarlık düzeyi” hedefi çerçevesinde aydınlanma, ilerleme, çağdaşlaşma ve uygarlaşma anlamına
geliyor.
Gelsin.. Devlet,
çağdaşlaşmasını da alsın ve gitsin, dinden elini çeksin, güncellemeye kalkışmasın.
Devlet nasıl
kendisinin dine uydurulmasına razı değilse, İslam da kendisinin güncelleme adı altında devlete uydurulmasına razı
olmaz.
*
Şehitlik bahsine devam edelim.
Hadîs-i şerîf
şöyle:
“Irkçılığa
(asabiyyeye) çağıran bizden değildir; ırkçılık için savaşan bizden değildir;
ırkçılık üzere, asabiyye uğruna ölen bizden değildir.”
(Müslim, İmare:
53.)
Mesela PKK‘nın durumunu ele alalım.
Davaları ırkçılık (Kürtçülük) olduğu için, bizzat
kendilerinin de itirafı ile, İslam’la bir ilgileri bulunmamaktadır. Ve ölüleri,
İslam nazarında şehit kabul edilmez. Batıl bir
davanın savunucularıdırlar.
Fakat, aynı şey, bozkurt işareti eşliğinde Türk milleti için savaşma davası güdenler
için de geçerlidir. Kürşat vs. gibi “ulusal kahraman” ilan edilebilirler,
madalyaya layık görülebilirler. Fakat şehit değildirler. İslam açısından, cahiliye ölümü ile hayata veda
etmişlerdir.
Bir başka hadîs-i
şerîf:
“Kim
hevâsına uyarak bâtıl yolda cenk eder, kavmiyetçiliğe (asabiyet) çağrıda
bulunur veya kavmiyetçiliğin sevkiyle öfke ve tehevvüre kapılırsa, câhiliyye
ölümü üzere (kâfir olarak) ölür.”
(İbn
Mâce, Fiten: 7.)
İsteyen Kürtçülük, isteyen Türkçülük, isteyen
de Arapçılık için ölebilir. Kendi keyifleri bilir.
Ancak bu, İslam Şeriati (kanunları) nazarında şehitlik değil, cahiliyye ölümüdür.
“… O (Allah) sizi, gerek yerden yarattığı
zaman, gerekse siz analarınızın karnında bir cenin iken en iyi bilendir. O
hâlde nefislerinizi temize çıkarmayın! O, takvâ sâhibi olanı en iyi bilendir.”
(Necm, 53/32)
“Kendilerini temize çıkarıp duranları
görmedin mi? Bilakis Allah dilediğini temize çıkarır ve (onlar) kıl kadar
haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisa, 4/49)
“De ki: Siz Allah’a dininizi mi
öğretiyorsunuz? Allah, göklerde olanları ve yerde bulunanları bilir. Allah,
herşeyi hakkıyla bilendir.” (Hucurat, 49/16)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder