(SİYASET, SAVAŞ VE KOMPLO)
Erdoğan’ın
Altılı Masa’yı nasıl alt ettiğine ve
bu süreçte Ümit Özdağ’ın oynadığı
istihbaratçılara özgü role ilişkindir.
*
Önce teori ve yasa kavramları üzerinde duralım.
Aslında doğa bilimlerinde yasa diye birşey yoktur.
Hepsi teoridir. (Sosyal bilimlerde
de öyle)
Yasa
diye “inanılan” tespitlerin kesin
doğru olduklarını söylemek mantıken
mümkün değildir.
Bunun
nedeni, gözlem ve deneylerden hareketle yapılan ve yasa adı verilen
çıkarımların tümevarım yöntemiyle yapılmış genellemeler olmasıdır.
Kesin
olan sadece o gözlemlerle elde edilen doğruudan bilgidir. Fakat onlardan hareketle yapılan
çıkarımın bir kesinliği yoktur. (Mesela ağaçtan düşen elmanın düşmesiyle ilgili gözlem kesindir, fakat düşmenin mekanizmasıyla ilgili "açıklama modeli" ya da kuram kesin değildir.)
Fakat
dilerseniz kurama inanabilir, iman edebilirsiniz.
Ki bugün
(epistemolojiden, bilim felsefesinden, mantık biliminden habersiz olan) herkesin durumu budur, körlemesine inanmaktadırlar.
Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’in Din ve Laiklik kitabında ifade ettiği gibi,
son tahlilde bilim de, (din gibi) bir inanç sistemidir.
Aradaki farkın kavramsal çerçeve farklılığı olduğunu
söylemek mümkündür.
Mesela, modern fiziğe göre, yağmurun yağması, yağmur damlalarının düşmesi, yerçekimi olgusu sayesinde olur. (Yani olay yerçekimi diye bir kavramla açıklanır, mesela melek kavramı kullanılmaz.)
Peki, yerçekimi (gravitasyon)
nedir?..
Aslında, içi boş bir adlandırmadan
ibarettir.
Newton, nesneler arası hareketin kendince bir matematiksel formülünü vermişti, fakat yerçekiminin nasıl birşey olduğu konusunda hiçbir şey söylememişti.
Söyleyememişti.
Meşhur fizikçi Feynman, bu hususu şöyle açıklıyor:
… Başlangıçta Newton, teorisi
konusunda sorgulanmıştı: “Ama bu birşey
ifade etmiyor; bize birşey anlatmıyor.” O da “Size nasıl hareket ettiğini söylüyor; bu yeterli olmalı.
Ben de size nasıl hareket ettiğini söyledim, neden öyle
olduğunu değil” yanıtını vermişti.
(Richard Feynman, Fizik Yasaları Üzerine,
çev. Nermin Arık, 2. b., Ankara: TÜBİTAK, 1995, s. 35)
Kısacası, ortada sadece bir matematiksel formül var, yerçekiminin (Feynman’ın
tabiriyle) mekanizması hakkında ise,
Newton da dahil, hiç kimsenin birşey bildiği yok.
Yine Feynman’ı dinleyelim:
“Newton’dan bugüne kadar hiç kimse
bu yasanın gerisinde yatan, matematiksel mekanizma
yerine geçebilecek … sonuçları bazı olaylarla
çelişmeyen teorik bir anlatım bulmayı başaramamıştır.”
(Feynman, s. 37)
Evet, çelişen bazı olaylar var.
Feynman şunu da söylemektedir:
“… eğer kuantum teorisi doğru ise
yerçekiminde de parçacık gibi davranan bir tür
dalga olması gerekir; bu parçacıklara graviton diyoruz.
Eğer buna inanmıyorsanız yerçekimi
deyip geçebilirsiniz.”
(Feynman, s. 177.)
Bu alıntıda olduğu gibi “Eğer kuantum teorisi doğru ise” demek
gerekiyor. Çünkü herhangi bir teorinin gerçekten doğru olduğunu söylemek “bilimsel”
olarak mümkün değildir.
Evet, parçacık kuramına (parçacık gibi davranan dalga kuramına) inanıyor ya da inanmıyor
olabilirsiniz. Çünkü, bilim de aslında inanç meselesi..
İsterseniz, ne olduğunu bilmediğiniz, nasıl birşey
olduğu konusunda hiçbir fikrinizin bulunmadığı bir yerçekimi kavramına (içi boş adlandırmaya, takılmış isme)
inanmayı (gökten gelmiş vahiy gibi iman etmeyi) sürdürebilirsiniz.
Ancak, fizikçiler öyle yapmıyorlar, sorgusuz sualsiz inanmak yerine, kendi yöntemleri çerçevesinde makul bir izah tarzı
bulmaya çalışıyorlar. Teorilerini sürekli sorguluyor ve yeniliyorlar.
O yüzden, Stephen Hawking şöyle demektedir:
“Klasik kuram artık, evrenin iyi bir
betimlemesi değildir. O halde evrenin ilk aşamalarını tartışırken kütlesel çekimin [yerçekiminin] tanecik
kuramı kullanılmalıdır.”
(Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi,
çev. Sabit Say ve Murat Uraz, İstanbul: Milliyet, 1998, s. 173-4.)
Olay sadece sihirli değnekvari çekim (yerçekimi) ise, tanecikten
bahsetmemek gerekir, fakat durum öyle değil.
Tanecik kuramının (teorisinin) kullanılması gerekiyor.
(Evet, teori; yasa değil.. Olayı açıklamak için “teori içinde teori” icat etmek icap ediyor.)
Tanecik teorisinin (tanecik gibi davranan dalga teorisinin) kullanılması neden gerekiyor peki?..
Sebebi, gözlemlerden
ulaşılan veriler (Evet, işin sabit olan kısmı, gözlemler.. Mesela gelgit
olayının kendisi kesindir, onunla ilgili “açıklama model”i ise “kesin doğru”
olduğunu ispatlayamayacağımız bir teoriden ibarettir):
… Bu olasılıkların hiçbiri gözlemlerimizle uyuşmuyor…. Evrenin
nasıl başladığının anlaşılması için çekimin tanecik kuramı kullanılmalıdır.
(Hawking, s. 189.)
Yani gözlemlerinizden hareketle bir kuram geliştiriyorsunuz, fakat yeni gözlemler, diktiğiniz bu kuram gömleğine sığmıyor, onu yırtıp parçalıyor.
Bir teoriyi (kuramı) kurtarmak için başka bir kuramla
onu desteklemek zorunda kalıyorsunuz. Fakat sonuçta o da kuram, “kesin doğru” olduğunu
söyleyebileceğiniz bir "yasa" değil.
Peki, tanecik kuramı çerçevesinde yerçekimini
gerçekleştirdiğini varsayacağımız bu (dalga gibi davranan, kanatlı melekleri hatırlatan) tanecikler ya da parçacıklar, nasıl
birşeydir?
İşte bu noktada fizik, metafiziğe (fizikötesine)
dönüşmeye başlıyor. Meleklere imanla yerçekimine iman arasında bir fark
kalmıyor.
Sadece yerçekimini sağlayan (ve dalga gibi davranan) taneciklerin değil, modern
fizikte sözü edilen pekçok parçacığın, melekler gibi gözlemlenemeyen,
sadece var oldukları sezilen şeyler oldukları kabul
ediliyor.
Hawking, şöyle diyor:
“Kapatma ilkesinin kuvark ya da
gluonların yalın biçimde gözlemlenmesine izin vermemesi, kuvark ve gluon
parçacıkları kavramının tümünü biraz fizikötesi yapıyor.”
(Hawking, s. 102.)
Bu tür parçacıkların özelliği ise (kurama göre) şu:
… Bunlar, güneşin çekim kuvvetini
taşıyan parçacıklar gibi sezilgen parçacıklardır:
gerçek parçacıklardan farklı olarak parçacık detektörü ile doğrudan algılanamazlar.
(Hawking, s. 141.)
Yani, mantık aynı.. Ha (kanatlı) melek demişsiniz, ha (dalga gibi davranan) parçacık.. Melekler de doğrudan algılanamıyor, bunlar da..
Ama olayı izah için (ve de bilimin karizmasını çizdirmemek için) bu parçacığın varlığına "inanmak" zorundasınız.
Modern
fizikçilere göre, gözlemlediğimiz olayları izah için, bunların varlığına inanmamız gerekiyor.
Yoksa boşlukta kalıyoruz.
Bir başkası da bu izahı meleklerle yapıyor.
Peki bu yerçekimini sağlayan parçacıkları zihnimizde
nasıl canlandırabiliriz? Canlandırabilir miyiz?
Hawking’in cevabı şöyle:
“Çekim alanına tanecik gözlükleri
arkasından bakarsak, iki madde parçacığı arasındaki çekim kuvvetinin graviton
denen 2-dönmeli bir parçacık tarafından taşındığını zihnimizde canlandırabiliriz…. Dünya ile güneş
arasındaki çekim kuvveti, bu iki cismi oluşturan parçacıkların aralarında
graviton değiş tokuşu olarak görülebilir. Değiş tokuş edilen parçacıklar gerçek
olmamalarına karşın ölçülebilir bir etki yaratırlar, dünyanın güneş çevresinde
dönmesine neden olurlar. Gerçek gravitonlar [tanecikler] klasik fizikçi
deyimiyle çekim alanlarının doğururlar. Bunlar o kadar zayıftır ki henüz algılanamamışlardır.”
(Hawking, s. 98.)
Yani yerçekimini yapan gravitonlar, tıpkı melekler gibi, tarafımızdan algılanamıyorlar.
Ama madem ki Güneş ile Dünya birbirini çekiyor (Daha doğrusu birbirini bırakıp gitmiyor), bunu
yapan birşeylerin olması gerekiyor.
Yine, gelgit diye birşey varsa onun da bir sebebi olmalı.. Üzümü gören tilkinin ağzının sulanması gibi Ay'ı görünce duruşuna çekidüzen verip başını dikerek kabaran denizin böyle yapmasının ardındaki etken ne?
Son beste, bunların hepsinin (dalga gibi davranan) parçacıkların başının altından çıktığını söylüyor.
Ancak, gözlemle değil sezgi ile var
olduklarına hükmettiğimiz bu tanecik ya da parçacıklarla ilgili teori de, bütün sorulara
cevap vermiyor.
Hatta, meseleyi bütünüyle gayb (metafizik) haline getiriyor.
Hawking’in ifadesiyle, ortaya şu sonuç çıkıyor:
“Tanecik mekaniğinin ortaya
çıkışıyla, olayların tam bir doğrulukla
bilinmeyeceğini, her zaman bir miktar belirsizlik bulunacağını
anlar olduk. İstenirse, belirsizlik içindeki bu gelişigüzellik Tanrı‘dan bilinebilir.”
(Hawking, s. 210.)
Yani iş dönüp dolaşıp yine Tanrı'ya (Allahu Teala'ya) geliyor.
Hawking’in ifadesiyle, durum şu:
“… tanecik mekaniğinin
belirsizlik ilkesinin [olayları] kestirme gücümüze getirdiği
sınırlamadır. Bunu ortadan kaldırmamızın
hiçbir yolu yok…. İkincisi, kuramın denklemlerini, çok basit
durumlar dışında, tam olarak çözemememiz gerçeğinden kaynaklanıyor. [Daha
önceki] Newton’un kütlesel çekim kuramında bile, üç
cismin devinimini tam olarak hesaplayamıyoruz; cisimlerin sayısı ve kuramın
karmaşıklığıyla zorluk daha da artıyor.”
(Hawking, s. 213.)
Bütün bunlardan hareketle varılan son hüküm ise şu:
“… kuramlar kanıtlanamayacağı için gerçekten doğru kuramı bulduğumuzdan hiçbir zaman emin olamayacağız. Ama kuram matematik
açıdan tutarlı ve gözlemlere uyan kestirimler veriyorsa, aradığımız kuram
olduğuna akla uygun ölçülerde inanabiliriz.”
(Hawking, s. 212.)
Böylece, başladığımız noktaya dönmüş olduk: Bilim de, sonuçta, bir inanç sistemidir.
Feynman şöyle diyor:
"… çekim yasasının söz ettiğimiz
diğer bazı yasalarla ortak
özelliklerini vurgulamak istiyorum. İlk olarak, ifade ediliş tarzı matematikseldir;
diğerleri de öyledir. İkincisi, tam
doğru değildir. Einstein onu değiştirmek zorunda kaldı; yine de tam doğru olmadığını biliyoruz….
Bunlar bütün diğer yasalarımız için de geçerlidir; hiçbiri tam doğru
değildir."
(Feynman, s. 30)
Peki, madem öyle, teori ya da kuram, ne işe yarar?
Yine Hawking’i dinleyelim:
"… bir kuramı, evrenin ya da onun
sınırlı bir parçasının modeli ve
gözlemlerimizi bu modeldeki niceliklere bağlayan [zihinde oluşturulmuş] kurallar takımı olarak tanımlayacağım. Kuramın varlığı yalnızca aklımızın içindedir ve başkaca hiçbir
gerçekliği (herhangi bir anlamda) yoktur."
(Hawking, s. 26.)
Daha kısa bir anlatımla:
"… bilimsel bir kuram, yalnızca gözlemlerimizi betimleyebilmek için
kurduğumuz matematiksel bir modeldir: salt kafamızda vardır."
(Hawking, s. 181.)
Kısacası, gözlemlenen nesne ve olaylar, vardır, mevcuttur, onların gerisinde olduğu düşünülen doğa yasaları ise, gerçekte yoktur.
Kafanızdan uydurduğunuz, kesin doğru olduğunu hiçbir zaman bilemeyeceğiniz “inanç”lardır.
Feynman’la noktayı koyalım:
“Bu, bilimin kesin olmadığı anlamına
gelmektedir…. Eğer daha önce bilimin çok kesin olduğunu düşündüyseniz, siz hata
yaptınız.”
(Feynman, s. 84-5.)
*
İsteyenler
bu meseleleri Kemal Sunal’ın oğlu Ali’nin Güldür Güldür skeçlerinden
öğrenmeyi deneyebilirler.
Herhangi birşey öğrenemeseler de zihin konforları bozulmaz, rahat ederler.
Modern bilimle aydınlanmış olmanın hazzını yaşarlar.
Ronald David Laing diye birinin şöyle bir sözü
var:
“Öldüğünüzde ölü olduğunuzu bilmezsiniz, bu sadece
başkaları için zordur. Aynı şey salak
olduğunuzda da geçerlidir."
İlk
cümle yanlış, ikincisi doğru.
Salak
olduğunu bilmeden bilim hakkında skeçler hazırlayan ve bu mevzuları gerçekten bilenleri
sarakaya alanların mutluluğuna gıpta etmemek mümkün değil.
Üstelik,
salaklıkları para ve şöhretle de ödüllendiriliyor.
İşin acı
tarafı ise şu: Türkiye’de akademisyenlerin çoğu da söz konusu tiyatro
kumpanyası boşboğazlarından daha donanımlı değiller.
Sözde
bilim adamı olarak vatana millete hizmet ediyorlar, fakat önemli bir bölümü “bilim”in
gerçekte ne olduğundan bile habersiz salak durumundalar.
Fakat,
mutlular.. Mutlu olmalarını sağlayacak salaklık, Allah vergisi olarak onlarda hadsiz hesapsız.
Yahya
Kemal haklı:
“Yalnız duyan yaşar” sözü, derler ki, doğrudur.
“Yalnız duyan
çeker” derim, en doğru söz budur.
*
Siyasetin (ve de istihbaratçılığın) teori
ve yasalarına gelelim.
Nasıl bir doğa bilimcisi gözlemlenen
olay ve nesnelerden hareketle onların ardındaki etkenlere (mekanizmalara)
ulaşmaya çalışıyorsa, siyasette de bir gözlemlenen olaylar ve
şahıslar, bir de bunlara ilişkin “kuram”lar söz konusudur.
Bu kuramlara bazıları komplo
teorisi, bazıları da yasa gözüyle bakarlar.
Gerçekten de siyasal gelişmeler ve
politikacılar hakkında yapılan analizlerin bazıları baştan sona (kara ve gri
propaganda eksenli) komplo teorisi durumundadır, fakat bazıları da müşahhas
verilerden hareketle bilimsel bir bakış açısıyla yapılmış değerlendirmelerdir.
Öte yandan, evrim ve izafiyet gibi hususlara dair teorilere "evrim
teorisi, izafiyet teorisi" vs. denildiği gibi, komplolara ilişkin
açıklamalara da komplo(nun) teorisi demek uygun düşer. Bu açıdan bakıldığında komplo
teorisi (kendisi komplo olan teori) ile komplonun teorisi (komploya dair teori)
arasında da ayrım yapmak gerekir.
General Clausewitz'in
"Savaş, siyasetin başka araçlarla devamıdır"
(Der Krieg ist eine bloße Fortsetzung der Politik mit
anderen Mitteln) şeklindeki sözü meşhurdur. Siyaset bazen açık çatışma ve
savaşla, bazen de "komplo"lar (yalan, hile, dolap, aldatma,
tuzak, kuyu kazma, şantaj, satın alma, suikast, sabotaj, provokasyon,
ajitasyon, yüze gülüp arkadan hançerleme) ile devam eder..
Siyaset elbette her
zaman komplo değildir, fakat komplosuz siyaset de (özellikle
çağımızda) hemen hemen yok gibidir.
Eski çağlarda istisnaî
bir durum olan komplolar, istihbarat faaliyetlerinin ileri düzeyde
kurumsallaştığı geçen asırdan beri istisna olmaktan
çıkıp kural haline gelmiştir.
*
Son cumhurbaşkanlığı seçimini Erdoğan’ın nasıl kazandığı sorusuna cevap vermeyi, olayı kısmen de olsa aydınlatacak bir "açıklama modeli" bulmayı denemeye kalkışsak neler söyleyebiliriz?..
Önce şu hususun altını çizelim: Erdoğan
tecrübeli bir siyasetçi.. Gençliğinden beri bu işlerin içinde.. Siyasetin
içinde pişmiş, bu işin kurdu olmuş.. Ayrıca Erbakan’ın rahle-i tedrisinden
geçmiş..
Bildiği
şeylerden biri şu: Seçimler döneminde ortamıın biraz gerilmesi, kaçacak
oyları çekecek bir yerçekimi mekanizmasının oluşturulması, bırakıp gidecek unsurların gözlerinin korkutulması gerekiyor.
2002,
2007, 2011 ve 2014 seçimlerini Türkiye’deki kutuplaşma ve askerî darbe korkusunun
gölgesinde (fazla bir çaba sarfetmeden) kolayca kazanabildi.
2000’li
yıllardaki Cumhuriyet mitinglerini, 2013’deki Gezi Parkı tantanasını, CHP ile
ortak hareket eden MHP’nin 2014’teki saldırgan üslubunu hatırlayın..
*
15
Temmuz’dan sonra ise durum değişmeye başladı.
Bir
defa, Erdoğan’ın MİT’e ve TSK’ya
tamamen hakim konuma geldiği düşünülmeye başlandı. Eski "mağdur, hakkı yenen ya da yenmeye çalışılan" Erdoğan yoktu artık.
İkincisi,
Kılıçdaroğlu, selefleri gibi “Laiklik elden gidiyor, Atam sen kalk da ben yatam” tarzı
bir siyaset yürütmüyordu.
Muhafazakâr
kesime karşı yumuşak ve uzlaşmacı bir üslup kullanıyordu.
Bu
sayede İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını AKP’nin elinden almayı başarmıştı.
Ayrıca,
son cumhurbaşkanlığı seçiminde Saadet Partisi’ni ve eski AKP’li Ahmet Davutoğlu
ile Ali Babacan’ı yanına çekmeyi sağlayacak bir yerçekimi hattı oluşturmuştu.
Dolayısıyla
muhafazakâr tabanı “CHP gelecek, canınıza okuyacak” diye korkutmak zorlaşmıştı.
Erdoğan’ın
seçimi kazanması için gereken gerilim ortamı oluşmuyordu.
*
Erdoğan
ile Kılıçdaroğlu’nu karşılaştırdığımız zaman şunu görüyoruz: Erdoğan Kılıçdaroğlu'nun suya götürür susuz getirir.. Kaçın kurrası!..
Siyasetin
ayak oyunlarını daha iyi (çok iyi) biliyor.. Tam bir siyaset canbazı..
Ayrıca Erdoğan, Kılıçdaroğlu ile eşit şartlarda yarışmıyordu,
seçime girerken daha avantajlıydı.. Çünkü devletin başındaydı.. MİT, kendisinin emrindeydi.
Derin
devletin artık Erdoğan’ın emri altında olduğunu (veya “Erdoğan – derin devlet
konsorsiyumu”nun kurulduğunu) iddia edenler de var.
Türkiye’de
derin devlet dediğimiz yapının ve (emekçisi ve emeklisi ile) MİT’çilerin, psikolojik savaşın da, algı operasyonunun da, provokasyonun da ustası oldukları
bir gerçek.
Ortamın
nasıl “gerileceğini” çok iyi biliyorlar.
28 Şubat
öncesinden örnek verelim..
Erbakan
çok ihtiyatlı davranıyordu.. Fakat derin devletçiler iki ayrı yapı icat ederek irtica tehdidini gündemde tutmayı ve bunun faturasını Erbakan'a çıkarmayı başardılar.
Bu yapılardan biri, domuz bağı cinayetleriyle ünlenen (sözde) Hizbullah’tı.. (Özde "hizbu
derin devlet".)
İkincisi
ise “uçkurist” Müslüm Gündüz’ün “şeyhliğini” yaptığı gecekondu tipi prefabrik Aczimendeburi
tarikatıydı..
Erbakan
istediği kadar ihtiyatlı olsun.. Türk tipi demokraside derin devlet için
çareler tükenmiyordu.
Derinlerin parası da elemanı da boldu.
*
Gelelim
son cumhurbaşkanlığı seçimine..
Seçim filmindeki gerilim ve korku öğesi eksikliği Zafer Partisi ve Ümit Özdağ sayesinde giderildi.
Ümit
Özdağ istihbarat konulu kitapları da bulunan bir adam.. Uzmanlık alanı
istihbaratçılık, gizli servisler..
İstihbaratçılığı, ajanlığı, sağ gösterip sol vurmayı, psikolojik savaş tekniklerini, algı operasyonu numaralarını, propaganda hilelerini ve de “vatana ve millete istihbaratçı tuzak ve oyunlarıyla, katakulli ve dolaplarıyla hizmet”in "önemini ve değerini" bilmeyen, bukalemunvari "istihbaratçı ahlâkı"nı özümseyemeyen, içine sindiremeyen, rahat yalan söylemeyi meslekî yetkinlik değil de düşük karakterlilik kabul eden bir adamı, gizli servis senaryolarında baş rolü üstlenmeye veya figüran olmaya razı etmek zor olabilir, fakat Ümit Özdağ gibi birinin, teorik bilgisini pratiğe aktarma fırsatı yakalamaktan keyif alması beklenir.
Soru şu:
(Kılıçdaroğlu’nun yol açmaktan özenle sakındığı, uzak durduğu) "Erdoğan’ı seçtirecek bir gerilimi üretme"si
görevi, derin yapılar tarafından Ümit Özdağ’a verilmiş olabilir mi?
Nasıl
sözde Hizbullah'ın sabıkası ve Aczimendeburiliğin sorumluluğu Erbakan’ın sırtına yüklendiyse, Ümit Özdağ’ın skandal boyutlarındaki Atatürkçü, laikçi, cumhuriyetçi, kavgacı, anti-ümmetçi sansasyonel çıkışlarının, milletteki CHP
korkusunun depreşmesine yol açacağı hesaplanmış olabilir mi?
Seçimin
ikinci turunda Özdağ’ın Altılı Masa’ya yanaşması, bu istihbarat uzmanının ve başında bulunduğu prefabrik tabela partisinin kademe kademe, aheste aheste, yavaş yavaş Altılı Masa'ya monte edilmesi bir tesadüf müydü?
Aynı Özdağ'ın seçimlerden önce Kılıçdaroğlu ile yapmış oldukları gizli anlaşmayı ancak istihbaratçılardan beklenebilecek kıvrak bir manevra ile CHP Kongresi’nin arefesinde açıklaması, böylece Kılıçdaroğlu’nun siyasi hayatının bitmesine sebep olması da bir tesadüf mü?
*
Evet,
doğa bilimleri söz konusu olduğunda bir gözlemlenen olay ve nesneler, bir de onlardan hareketle oluşturulan kuramlar (Ki bazen yasa diye adlandırılırlar)
bahis mevzuu olur.
Siyaset
alanında da salt olayları gözlemlemek, “Şu gün şöyle oldu, bugün böyle oldu,
falanca şöyle dedi, filanca böyle yaptı” demek yeterli değildir.
Perde arkasına, mantıksız görünen gelgit ve zikzaklara ışık tutacak kuramlarınızın, açıklama modellerinizin, teorik yaklaşımlarınızın bulunması önem taşır.
Öncelikle şu gerçeğin hep akılda tutulması gerekir: Siyasetin
yerçekimi yasasında devlet en büyük çekim merkezidir. Pekçok siyasetçi (derini
ve yüzeyseliyle) onun etrafında döner, onun etkisi altındadır.
Dünya’daki
gelgit olayının Ay’ın (görünmeyen) çekimi ile açıklanmasına benzer şekilde, siyasetteki
bazı gelgitlerin de, (ortada görünmeyen) derin devletin ve gizli servisin çekim etkisi ile birlikte düşünülmesi bazen zorunluluk haline gelir. Derin yerçekiminin bir parametre olarak denkleme dahil edilmesi, pekçok karanlık ve muğlak noktanın anlaşılır hale gelmesini sağlar.
Bu çekim, parçacıklarla (paracıklarla) mı oluyor, kuru kuruya beleş mi ortaya çıkıyor, yoksa algılarımızın ulaşamadığı başka bir mekanizma mı mevcut, o konuda
kesin bir sonuca varmak zordur.
Fakat
siyaset söz konusu olduğunda devletin derininin ve yüzeyselinin, ve de istihbarat
teşkilatlarının (çekim diye adlandırılabilecek olan) etkisini görmezden gelmek
saflık olur.
Hatta, Kemal
Sunal’ın oğlunun eğlence programı gibi platformlarda bu tür konulara girilmemesi
de, başka bazı konulara ise özel olarak girilmesi de bu etkiden bağımsız düşünülemez.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder