İSLAM DAVETÇİLİĞİNDEN ATATÜRKÇÜ LAİKLİĞİN NEFERLİĞİNE








Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesindeki şu satırlar önemli bir soruna dikkat çekiyor:

El-Makdîsî’nin iddiasına göre de birçok “tağuti” sistem parlamento ve meclis gibi resmi kurumların kapılarını davetçilere açmak suretiyle onları sistemin içine çekme çabası içinde olmuştur. Hasımları ile aynı çatı altında toplanan davetçiler, yaptıkları sonu gelmez toplantılar neticesinde benimsedikleri davanın düşmanları tarafından sulandırıldığını bir müddet sonra idrak edemez hale gelirler. Nihayetinde esas davaları olan kâfirlerden uzak durma, onların kanunlarını kabul etmeme ve onların takip ettiği yolu tanımama gibi meseleleri bir kenara bırakıp vatanın ve milletin selameti, güvenliği ve ekonomik kalkınması gibi meseleleri dert edinmeye başlarlar. Tüm bu çaba küfürle yönetilen vatanlar için verilmektedir. Davetçiler bu tuzağa düştükten sonra artık düzenin neferi haline dönüşürler ve kanunlara ve anayasaya bağlı kalacaklarına dair yeminler etmeye başlarlar (El-Makdîsî, 1984, 66).

Bu ifadeler Mısır, Tunus, Cezayir ve Pakistan için geçerli olabilir, fakat Türkiye için geçersizdir.

Çünkü Türkiye’de parlamento (TBMM) İslam davetçilerine kapalıdır.

Yani bir müslüman parlamentoda “İslam davetçisi” olarak görev yapamaz.

Diğer parlamenterleri (milletvekillerini, partileri) İslam’a (Şeriat’e) davet edemez.

Çünkü, Türkiye’nin (hristiyan-yahudi patentli çağdaş uygarlığın gereği olarak) siyasal dinsiz (laik) hale getirilmesini sağlayan Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı kalacağına en baştan yemin etmiştir ve İslam davetçiliğinden uzak durmak zorundadır.

Salt kişisel ikbali için siyaset yapmıyorsa, en iyi ihtimalle, vatanın ve milletin “siyasal dinsiz” selameti, güvenliği ve ekonomik kalkınması için ter dökmeye ve çene çalmaya başlar.

*

Böyle olduğu için  Türkiye’de siyaset yapan müslümanlar (Necmettin Erbakan’ın tabiriyle) “kuş dili” konuşmak durumundadır.

İnsan gibi konuşursa başı belaya girer.

[Mehmed Akif gibi TBMM’deki tüm zamanını susmakla geçirmek veya kuş gibi ötmek zorundadır.. İki Mehmet Akif var, birincisi İstiklal Harbi öncesindeki konuşan Mehmed Akif, ikincisi, marşı yazdıktan sonra hep susan.. (Kuş gibi ötmektense susması saygıya layık bir davranış.) O dönemde hemen herkes biraz değişmek ve susmak zorunda kaldı.. Eski Said'in Yeni Said'e dönüşmesi gibi.. Said, Eski Said olarak kalsaydı ne olurdu? Cevap belli: Şeyh Said ve Es’ad Erbilî gibi olurdu.. Fakat Yeni Said de laik yani siyasal dinsiz düzenin gazabından kurtulamadı, ömrü hapislik, sürgün ve zehirlenmelerle geçti.

Kuş dili deyince.. 1989 sonbaharı ya da 1990 yılı ilkbaharıydı. Avrupa Milli Görüş Teşkilatı, Köln’de Ren Nehri kenarındaki Jugendherberge’de, Almanya’daki yüksek öğrenim öğrencilerine yönelik bir program düzenlemişti. Konuşmacılar Erbakan, Lütfi Doğan Hoca, Oğuzhan Asiltürk, Recep Tayyip Erdoğan, Mustafa Tahhan ve Beşir Hamitoğulları gibi isimlerdi. Tahhan’ın konuşmasını Fatih Saraç tercüme etmişti. Erbakan, konuşmasını öğrencilerden biri kayda almaya kalkışınca ona engel olmuş, “Biz burada açık konuşuyoruz, dışarıda ise ‘kuş dili’ kullanıyoruz” demişti. Gerçekten de o toplantıda açık konuşmuş, Refah saflarında yer almayanlar için çok ağır ifadeler kullanmıştı. Bu dil farklılığı Erbakan’ın ayıbı gibi görünebilir, fakat gerçekte sözde demokratik ve özgürlükçü “düzen”bazlığın ayıbıdır. Nitekim bu laik demokrat düzen “zamanı gelince”, yani Erbakan iktidar olunca Refah Partisi’ni de, yerine kurulan Fazilet Partisi’ni de kapattı. Ve Erbakan’ı siyasi yasaklı yani siyasi mevta haline getirdi. Şayet o gün Erbakan’ın partisi bugünkü Saadet Partisi gibi siyasetin etkisiz elemanı olmaya devam etseydi kapatılmaz, düzen de “Bakın biz kimseyi yasaklamıyoruz, ne kadar özgürlükçü ve demokratız bir bakın! İşte Cumhuriyet'in farkı! Laikliğin farkı!” diyerek hava atmaya devam ederdi.]

Erbakan İslam kelimesini kullanamadığı için Milli Görüş ve Adil Düzen tabirlerini kullanıyordu.

Bu “kuş dili”, kısa vadede bir çözüm gibi görünebilir, fakat uzun vadede çürütücü ve öldürücüdür.

O dil, kullananları yavaş yavaş (manen) zehirler.

Bediüzzaman "Mecaz, ilmin elinden cehlin eline düşse, hakikate inkılâp eder, hurâfâta kapı açar" diyor.

Taktik yalan, cahillerin elinde önce stratejik yalana sonra da hakikate dönüşür” diyenler de var.

*

Nitekim, Erbakan’ın son partisi Saadet’in başındaki Temel Karamollaoğlu’nun “İslamcı değilim, müslümanım” diyerek İslamcılık karşıtlığı yaptığını gördük.

İslam dinmiş, İslam--lık ideolojiymiş..

Peki Milli Görüş-çü-lük ne?

İslam-cı olmuyor fakat Görüş-çü oluyor.

Aynı durum Adil Düzen tabiri için de geçerli..

Erbakan’ın takipçileri Adil Düzen diye diye İslam’ı neredeyse unutacaklar.

O kadar ki, Karamollaoğlu devletin dinsizliğini (laikliğini, İslamsızlığını) savunma anlamına gelecek şekilde “Devletin dini adalettir” diyebildi.

[“Düzen”bazların yalanlarından biri de bu uydurma sözü Hz. Ali’ye izafe etmeleri.. Hz. Ali’nin yok böyle bir sözü!. Onun döneminde Arapça’da devlet kavramı bugünkü anlamda kullanılmıyordu. O devirde mevcut devletler için (Hz. Ömer’in “Adalet mülkün/devletin temelidir” anlamındaki “el-Adlü esasü’l-mülk” sözünde olduğu gibi) mülk tabiri kullanılıyordu.. Hz. Ali’nin “Mülkün dini adalettir” diye bir sözü yok!.. Zaten Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in ve halifelerinin devleti (Muaviye r. a.’e kadar) mülk değildi, nev’i şahsına münhasır bir oluşumdu.. Ne Hz. Ali’nin başında olduğu siyasal yapı mülktü, ne de Hz. Ali “mülk sahibi” anlamında melikti.]

Adalet devletin temelidir, fakat dini değildir.

İslam adaletsizlik midir ki devletin İslam’dan ayrı olarak adalet diye bir dini olsun?!

*

TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Mâtürîdî” maddesinde Şükrü Özen, İmam’ın “zalim olduğu [Şeriat’e aykırı yönetim sergilediği] kesinlik derecesinde sübut bulan zamanının sultanına âdil diyen ve dolayısıyla zulmü adaletle vasıflandıran kimsenin küfre girdiği yolunda kanaat belirtmesi”nden söz ediyor.

Dikkat edin, zalim olmak tek başına küfür nedeni değildir, fakat zulmü adalet olarak nitelendirip savunmak küfürdür. Maide Suresi'nin 44'üncü ayetindeki "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler"in kâfir olmaları durumu da böyledir. Allah'ın indirdiği ile hükmetmemekle kalsalar zalim ve fasık olurlar, fakat yaptıklarını savundukları, helal, caiz, makul, meşru ve gerekli gördükleri zaman küfürlerinden şüphe edilemez. Onların küfründen şüphe eden de kâfir olur. 

İmam’ın tekfir demek olan bu fetvasını şerh eden Gümüşhanevî rh. a. şöyle demektedir:

İmam Ebu Mansur Matüridî şöyle demiştir: ‘Zamanımızın sultanı [devlet başkanı] âdildir diyen kimse kâfir olur.’ Çünkü bunların zulmünde şüphe yoktur. Zulmün haram olduğu ise kesindir. Yakînen haram olan bir şeye helal veya adalet demek küfürdür.

Adalet, cüz’î (parça buçuk kabilinden) bir meselede tatbik edilmekle yerine getirilmiş sayılmaz. Şeriatı halk üzerinde tatbike devam etmek sureti ile ancak adalet yerini bulur.”

(Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî, Ehl-i Sünnet İ’tikadı, İstanbul: Bedir Y., s. 159-60.)

*

Evet, İslam ulemasının adaletten kastı İslam’dır, Şeriat’tir.. Formül basit: Şeriat eşittir adalet.

Şeriat’in (İslam’ın) olmadığı yerde zulüm vardır.

Bu zulme adalet diyen ise kâfirdir. (AK Parti’nin açılımı Adalet ve Kalkınma Partisi.. Adaletin partisi.. Peki adaletten anladığı ne, din mi?.. Hayır, kendilerinin İslamcı/dinci bir parti olmadığını defaetle söylemiş durumdalar.. Dinci değillermiş, muhafazakâr demokrasiyi savunuyorlarmış.. İmdi, İmam Matüridî bugün yaşasaydı bu anlı şanlı adamlar için nasıl bir fetva verirdi? Ey yeşil sarıklı ulu hocalar, bana cevap verin, lütfedip merakımı giderin!)

“Devletin dini adalettir” hurafesini tekrarlayanlara göre İslam, devlet için adaleti sağlayamıyor, laikçiler yani “siyasal dinsizlik”çiler kendi kafalarından adaleti buluyorlar. Adaletin sağlanmasında ilk şart da önce dine/İslam’a sırt çevrilmesi.

Çünkü adalet adlı bu yeni din, ortak kabul etmiyor..

Peki adaletten neyi anlıyorlar? Adalet nedir? 

Bazılarının bu soruya cevabı “Türkiye’de adalet bir kadın adıdır”dan ibaret.

*

Evet, Türkiye’de parlamento gibi resmi kurumların kapılarını İslam davetçilerine açması diye birşey yoktur.

Eğer bir kurumun kapıları davetçilere (sözde) açılıyorsa asıl maksat onları “dava müşriği” yapmak, davalarında “ortaklık” kurmak içindir.

Onlara yapılan ortaklık teklifi kabaca şudur: “Tamam, Şeriatçı olun, İslamcı olun, fakat aynı zamanda ‘yerli ve milli, Türkiyeci’ olun.. ‘İslam dünyası ayağa kalkacaksa laik (siyasal dinsiz) Türkiye’nin liderliğinde ayağa kalkacaktır’ deyin.. ‘İslam en güzel Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa'nın Türkiye’sinde yaşanıyor’ diye konuşun.”

Doğal olarak bu ortaklık ve işbirliğinden uzun vadede maddeten güçlü ve iyi teşkilatlanmış olan taraf kârlı çıkıyor.

*

Mevcut düzen bu taktiği 1960’lı ve 70’li yıllarda komünistlere karşı kullanıyordu.

Mesela 1952 tevkifatında tutuklanan, sonrasında arkadaşlarından ayrılan ve bir itirafçı olarak geçmişini sorgulayan kitaplar yazan Aclan Sayılgan’ın eserlerinde verdiği mesaj böyle birşey.. “Türkiye’de komünistlik/solculuk milli (ulusal) olmalıydı” diyor. (Aclan Sayılgan o dönemde bütün solcuların bildiği ve nefret ettiği biriydi. Deprem ve Tutuklama romanları otobiyografik niteliktedir. Onu şimdi ne solcular ne de düzenperestler hatırlıyor. "Ondan kalan boynu bükük ve sefil, kitaplık bahçesine diktiği birkaç karanfil.")

Ona bu millilik aklını kimlerin verdiği belli.

*

Evet Türkiye, siyaset alanında İslamî davete izin vermeme bakımından son derece katı, tavizsiz, despot, baskıcı ve Firavun yönetimine rahmet okutacak kadar yasakçı bir rejime sahip..

Fakat Türkiye müslümanları siyasî alanda ciddi bir İslamî davet (davetçilik) hassasiyeti taşımadıkları, dertleri Türkiye’de Allahu Teala’nın hükümlerinin uygulanmasından ziyade kendilerinin rahat koltuklara, yüksek makam ve mevkilere, iyi maaşlara sahip olmalarından ibaret bulunduğu, düzen de onlara “dava müşriği” olmaları, “kuş dili”ni inanarak ve samimiyetle benimsemeleri karşılığında bu imkânı sağladığı için, rejimin yasakçılığından şikâyetçi değiller.

O koltuklara, makamlara, maaşlara, ihalelere, yönetim kurulu üyeliklerine vs. alışınca da zamanla “laikliğin davetçisi ve tebliğcisi” haline geliyorlar.. Şeriatçıları/İslamcıları düzen namına yola getirmeye, irşad etmeye uğraşıyorlar.

Türkiye’de cemaatler ve tarikatların bile çoğu bu durumda.. 

Selanikli’den fazla Selaniklici “Haydar Baş ve oğulları tarikatı”nda ne görüyorsunuz? İskenderpaşalı (Hakyolcu) Sağduyu Partisi’nin “dinî değerler”e kapıyı gösteren fakat boz kurtçuluğu alkışlayan kurtlanmasını nasıl değerlendirmeli?.. 

Sözde siyasetin şerrinden Allah’a sığınan Nurcuların bir bölümünün bile düzenperest hale gelmiş olmasını nasıl yorumlamalı?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÖMER FARUK KORKMAZ VERSUS HALİS BAYANCUK

  Halis Bayancuk ismine hapislik macerasından dolayı biraz aşinalığım vardı fakat Ömer Faruk Korkmaz’ın varlığından yeni haberdar oldum. ...