Dr. Nurullah
Çakmaktaş “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği
Tenkitler” başlıklı makalesinde, Eymen ez-Zevahirî’nin Müslüman Kardeşler
teşkilatının kurucusu Hasan el-Benna’ya yönelttiği eleştirilere yer veriyor:
… Eymen
ez-Zevâhiri, İhvan’ın kurucu ismi Hasan el-Benna’nın şiddet
karşıtı sözlerini ve onun takip edilmesi gereken yöntem hususunda ortaya
koyduğu şiddet karşıtı duruşu uzun uzadıya kritiğe tabi tutmuştur. Ez-Zevâhiri’nin
aktarmasıyla Hasan el-Benna; kötülük (münker) olarak kabul edilen
meselelerde, kötülüğün ortadan kaldırılması hususunda bireylerin ferdi olarak
inisiyatif alamayacağını belirtmiş, bu görevi hükümetlerin icra
etmesi gerektiğini, aksi taktirde toplumda kaos ortamının oluşacağını ifade
etmiştir. Benna’ya göre; İslam’ın münker olarak kabul ettiği meselelerin kanun
ve nizam çerçevesinde değişebilmesi için de bu konulara duyarlı
Müslüman temsilcilerin parlamento içinde bulunması gerekir.
Eymen ez-Zevâhiri, Hasan el-Benna’nın bu
konudaki görüşlerini eksik ya da hatalı anlamamışsa, merhum el-Benna’nın
oldukça naif ve safça düşündüğünü kabul etmek gerekir.
Bu, Mekke’de İslam’ın ilk yıllarında
Müslümanların, Mekke parlamentosu Daru’n-Nedve’ye katılma ve
orada sonuç almaya çalışma dışındaki seçenekleri gözardı etmelerine denk bir
durumdur.
İslamlaşmayı ve kötülüğün ortadan
kaldırılmasını Daru’n-Nedve’den beklemek gibi birşeydir.
İslamî hareket Daru’n-Nedve’nin
kararları çerçevesinde yürütülseydi bugün İslam diye birşey olur muydu?!
El-Benna’nın sözleri ancak
anayasasında Kur’an ve Sünnet’e (Şeriat’e bağlılık)
kaydı yer alan bir İslam devleti için anlamlıdır. (Merhum, bütün bu şiddet
karşıtlığı ve uzlaşmacılığına rağmen, sırf düzene biat etmediği, İslamlaşma
idealinden vazgeçmediği, rejimle “örtülü” işbirliği yapmadığı için suikastle
şehit edildi.)
*
Çakmaktaş sözlerini şöyle sürdürüyor:
Ez-Zevâhiri, kötülüğün
önlenmesine yönelik görevin hükümetlere ait olduğuna dair Hasan el-Benna’nın
görüşüne itiraz etmektedir. Ona göre; “iyiliğin emredilip kötülüğün
yasaklanması” farz-ı kifâye hükmünde bir vecibedir. Şayet
siyasi otorite dinin münker gördüğü hususları ortadan kaldırma konusunda
harekete geçmezse bu görev, gücü yetebilen her bir ferdin sorumluluğuna geçmiş
olur. Ayrıca ez-Zevâhiri, münkerin ortadan kaldırılması görevini meclis
çatısı altındaki dindar temsilcilere hasreden Hasan el-Bennâ’yı bazı
hakikatleri görmezden gelmekle suçlamaktadır. Öyle ki ez-Zevâhiri’ye göre
bizzat parlamento seçimleri laik anayasal düzenin kontrolü altında gerçekleşmektedir.
Dolayısıyla seçimlere katılmak da bu laik anayasal düzenin meşru olduğunu
kabullenmek anlamına gelmektedir. Diğer taraftan Mısır’ın o dönemde içinde
bulunduğu fesadın asıl nedeni müesses laik rejimdir ki onları kontrol
eden İngiliz sömürüsü zaten İslami değişim talebine izin vermeyecektir.
Türkiye söz konusu olduğunda sorun çok
daha karmaşık..
Çok boyutlu ve çok katmanlı..
Bir kere, mesele sadece parlamento
seçimlerinin laik anayasal düzenin kontrolü altında gerçekleşmesinden ibaret
değil.
Aynı zamanda bu laik düzen, devletin
İslamlaştırılmasını hedefleyen bir siyasal harekete örgütlenme, partileşme ve
seçimlere girme izni vermemektedir.
Yani seçime girecek partilerden, önce, laik düzene iman ettiklerini beyan etmelerini, laik düzenin kelime-i şehadetini söylemelerini, yani "şahsiyet özürlü" hale gelmelerini talep etmektedir.
Müslümanlara "şahsiyetsiz iç politika"yı dayatmaktadır. (Ve güya
Müslümanlar adına ortaya çıkan bazı partiler, salt “Partimiz yürürlükteki
Anayasa ve Siyasal Partiler Yasası çerçevesinde faaliyet gösterecektir” demeleri yeterliyken bununla da yetinmiyor, rejimperestlere yalakalık olsun diye, kendilerine dayatılmayan beyanlarda da bulunuyorlar. Mesela Sağduyu
Partisi’nin "dinî değerler yerine sağduyu ve bağımsızlık ilkelerini
savunduklarını" söylemelerinde olduğu gibi.)
Zevahiri’nin mevcut düzenin “İslamî
değişim talebine izin vermeyeceği” tesbiti de doğru çıkmış bulunuyor.
Mısır’da İhvan’ın ve Mursi’nin
geldiği nokta bu.. (Tunus’taki Raşid Gannuşi fırıldağı da aynı
akıbete uğradı.. İslamcılığı bırakıp Türkiye’deki AKP tipi laikliği savunmaya
başladığı halde darbeyi yedi.)
*
Burada dikkat edilmesi gereken
hususlardan biri şu: Bu herşeyi parlamentodan bekleyen “eski İslamcılar”, sözde
demokrasiyi savunan laiklerden daha demokrat bir duruş
sergiliyorlar.
Laik düzene öyle bir iman ediyorlar ki,
kraldan fazla kralcı, Papa’dan fazla katolik oluyorlar.
Çünkü Müslümanlara, “Herşeyi
parlamentoya ve hükümete bırakın” öğüdünü veriyorlar. Buna karşılık laikler “Herşey
parlamentoya ve hükümete bırakılamaz, laikliğin tehlikede olduğunu
görürsek aramızdan gücü yeten herkes duruma müdahale eder, gerekirse darbe
yapar, şiddetin her türlüsüne başvurur” diyorlar.
28 Şubat’ta darbenin medya ayağının başındaki
Ertuğrul Özkök Hürriyet’te askerlerin ağzından şu manşeti
atmıştı: “Gerekirse silah bile kullanırız.”
Bu ülkede birilerinin gerekirse silah
bile kullandığını faili meçhullerden biliyoruz.
Sadece bu da değil, gerekirse zehir de
kullanıyorlar..
Trafik kazası hizmeti de ayarlıyorlar.
Çok bonkörler.
*
Evet, laik demokratlar laiklik (siyasal
dinsizlik) söz konusu olduğunda (kendilerince siyasal dinsizliğin tehlikeye
düştüğü kanaatine vardıklarında) kanun, nizam, yasa, anayasa, demokrasi,
parlamento vs. tanımıyorlar.
Yani Zevahirî’nin Müslümanlardan İslam
için beklediğini (mevcut düzene sınırsız ve sonsuz sadakatten kaçınmayı) laik
demokratlar laiklik hesabına zaten yapıyorlar.
“Sınırlı sorumlu laik demokrası için
demokrasi dışı hareket edebilir, şiddetin her türlüsüne başvurabiliriz;
kendimiz koymuş olsak bile kanun nizam tanımayız” diyorlar.
Buna karşılık tatlısu müslümanları
İslam’la alâkası olmayan “düzen”lere, o düzenlerin "oyunlarının
kurallarına", düzenin kendi adamlarından daha sadık ve saygılılar..
Mükâfatını da arasıra (Mursi ve Gannuşi
gibilerin akıbetlerinin ortaya koyduğu üzere) eksiksiz biçimde alıyorlar.
*
Bu noktada Türkiye’deki nursuzlaştırılmış
Nurculuk hareketi üzerinde de durmakta yarar var.
Bazı Nurcuların Bediüzzaman’a verdikleri
konum, Yahudi ve Hristiyanların haham ve rahiplerini rabler
edinmelerinden bahseden Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini hatırlatıyor.
Dinde 'esas' olan Kur’an ve
Sünnet iken, edille-i şer’iyyenin diğer iki rüknü (icma ve
kıyas/içtihat) bu iki 'asl'a bağlıyken, ve Bediüzzaman’ın (şahsına özgü)
fikirleri (fıkıh usulüne uygun olmak kaydıyla) ancak “kıyas/içtihat”
olarak kabul edilebilecekken, ve de içtihat ancak sahibini bağlayan birşeyken,
ayrıca içtihat içtihadı nakzedemezken, yani bir başkasının (usule uygun) farklı
içtihadı da aynı değere sahipken, bu Nurcuların Risale-i Nurları
neredeyse Kur’an’ın bile önüne aldıklarını, Risale-i
Nurları Kur’an gibi “asıl” kabul ederek ondan
hareketle “içtihat”lar yaptıkları görülüyor.
Mevzumuzla ilgili bir örnek verelim..
Sorularlarisale.com diye bir site var..
Şöyle bir soru yöneltip
akıl(sızlık)larınca cevap vermeye kalkışmışlar: “Bediüzzaman Said Nursi
ile Seyyid Kutup’ın vizyon ve misyon farkı nedir? Dahili ve harici cihada
değinerek konuyu açar mısınız?”
*
Aynı sitede “Yanlış
Tanıtılmaya Çalışılan Bir Dâhi” başlıklı yazıda şunların
söylendiğini görüyoruz:
Bediüzzaman ile
alakalı yanlış tespit ve yorumlardan biri de, onun Şeyh Said ile
karıştırılması veya en azından Şeyh Said isyanına destek vermiş olduğunun
yayılmasıdır. Maalesef, gerçekle uzaktan yakından alakası olmayan bu tespit,
güvenlik raporlarına yazıldığı gibi, vatanperver ilim adamlarının zihinlerine
de yer etmiş durumdadır. Şeyh Said'in Bediüzzaman gibi bir dâhiyi yanına almak
isteyişi doğrudur; ancak bu büyük alimin mezkûr teklif karşısında takındığı
tavır, kasden yanlış aksettirilmiştir. Buyrun Şeyh Said'e olan cevabını beraber
okuyalım:
"Türk
Milleti, asırlardan beri İslamiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Çok
veliler yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin
torunlarına kılıç çekilmez.
“Biz Müslümanız,
onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşle çarpıştırmayınız. Bu şer'an caiz
değildir. Kılıç, harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç
kullanılmaz. Bu zamanda yegâne kurtuluş çaremiz, Kur'an ve
iman hakikatlarıyla tenvir ve irşad etmektir. En büyük düşmanımız olan cehaleti
izale etmektir, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Zira akim kalır. Birkaç cani
yüzünden binlerce kadın ve erkekler telef olabilir."
Bu rivayet doğruysa, Bediüzzaman’ın o
gün için Türk milletinin torunlarına kılıç çekilmesini istememesi anlaşılabilir
bir durum..
Teşebbüsten vazgeçilmesi teklifini “akim
kalması, başarısız olması” ve “birkaç cani yüzünden binlerce kadın ve erkeğin
telef olması” ihtimallerine bağlamakla yetinseydi yeterli olurdu.
Ancak, "Türk Milleti, asırlardan
beri İslamiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Çok veliler
yetiştirmiş ve şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç
çekilmez” şeklindeki laflar, bir “dahi”ye yakışmıyor.
Bir İslam âlimine hiç yakışmıyor.
Böyle bir mantıkla düşünülürse, Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İshak’ın oğlu (İsrail lakablı) Hz. Yakub’un oğlu Hz. Yusuf ile onun kardeşlerinin soyundan gelen, içlerinden Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. Davud, Hz. Süleyman, Hz. Zekeriya, Hz. Yahya ve Hz. İsa gibi peygamberler çıkmış, tarihte bir dönem İslam’ın hakim olduğu bir devlet kurmuş, Hz. Davud ile Hz. Süleyman’ın liderliği altında hak dine hizmet etmiş bir kavmin torunlarına da hiçbir şekilde kılıç çekilmemesi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in (Medine Sözleşmesi çerçevesinde “dahil”e dahil kabul edilen) Yahudiler’e kılıç çekmemesi gerekirdi.
Bediüzzaman’ın o gün için o olay çerçevesinde sergilediği tavır isabetli olabilir, fakat tavrını makul gösterme gayesiyle ileri sürülen böylesi bir gerekçelendirme yanlıştır.
Mesele torun olmaysa herkes Hz. Adem a.s.'ın torunu.. Herkes Hz. Nuh a.s. ile gemisindeki müminlerin torunu..
*
Gelelim şu ifadelere:
“Bu şer'an
caiz değildir. Kılıç, harici düşmana karşı çekilir. Dahilde kılıç
kullanılmaz.”
Bu sözler de bir dâhiye ve fakihe
yakışmıyor.
Dahil nerde başlar nerde biter, dahil
nedir, nereye düşer, önce onun belirtilmesi gerekir, usta!.
Ayrıca, mutlak olarak (kayıt
ve şart getirmeden) “Dahilde kılıç kullanılmaz” dediğinizde devletin de
isyancılara karşı kılıç kulllanmaması gerektiğini söylemiş olursunuz. Mantıken
bu sonuç çıkar, fakat bu sözlerle kastedilenin, mantıken anlaşılması gerekenler
değil, varsayılması ya da vehmedilmesi gereken "mantığa aykırı kabuller" olduğu
görülüyor.
Gelelim "kılıç çekilmeyen" dahildekilere..
Mesela 28 Şubat Süreci'nde bu "dahil"dekiler "Gerekirse silah bile kullanırız" diyorlardı..
Niye?
Çünkü Sincan'da "Kudüs Gecesi" düzenlenmişti.. Selanikli'nin kurduğu devlette İsrail'e laf söylenebilir miydi?!
Erbakan Başbakanlık Konutu'nda yaşlı başlı din alimlerine iftar vermişti.. Halbuki, milletin karısını kızını toplayıp onlara dekolte kıyafetler giydirmeli, tıpkı Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa Atatürk gibi balo düzenlemeli, milletin karısı kızıyla teker teker dans etmeli, vals yapmalı, salonda kızlarla pervane gibi dönmeliydi.
Erbakan, kızlarla dans etmek yerine hocalarla iftar yapmakla devletin temellerini sarsmış, laikliğe (siyasal dinsizliğe) büyük darbe vurmuştu.
Dolayısıyla ona karşı silah bile kullanılmalı, kafası duvarlara vurulmalı, beyni kurşunlarla delik deşik edilmeliydi.
*
Böyle bir Türkiye'de, o silah kullanma meraklılarının Nurcular arasındaki ajanları ise nursuz Nurculara sabah akşam "Dahilde kılıç kullanılmaz" türküsünü talim ettiriyorlar.
Bu Risale ezbercileri, “Dahilde kılıç kullanılmaz,
şer’an caiz değildir” demekle aslında, “dahil”de kılıç kullanmış
olan ashabın şer’an caiz olmayan şeyler yapmış olduklarını söylemiş oluyorlar.
Çünkü ashab, dahilde kılıç kullandılar.
Cennetle müjdelenmiş olan Zübeyr bin Avvam ile Talha bin Ubeydullah r. a. Hz.
Ali k. v.’ya karşı ayaklandılar.
Aynı şeyi Muaviye r. a. de yaptı.
İmdi, ashab söz konusu olduğunda “Dahilde
kılıç kullanılmaz, şer’an caiz değildir” demiyor, “Hz. Ali’ye karşı kılıç
çeken ashab içtihat etmiştir, içtihatta hata bile edilse sevap
alınır, dolayısıyla onların şer’an caiz olmayan bir şey yapmış
olduklarını söylemiyoruz, çünkü içtihat şer'an caiz” diyorsanız, kendinizle çelişkiye düşmüş olursunuz.
Bu durumda sizin fıkıh usulünden
habersiz olduğunuz anlaşılır.
İşin doğrusu şudur: "Dahil"de kılıç kullanmak bazen caiz olur, bazen olmaz.. Mesela İmam-ı Azam’ın fetvası da bu yöndedir..
O, İmam Zeyd’in isyanı için “Caiz değildir” fetvası vermemiştir.
Hariçte de böyledir, kılıç kullanmak bazen caiz olur, bazen olmaz.
*
Kaldı ki, Şeyh Said’in Ali Rıza
oğlu Selanikli Mustafa’ya olan isyanı ile ashabdan bazılarının Hz. Ali’ye
karşı olan isyanı aynı kefeye konulamaz.
Rasulullah s.a.s.'e suikast yapılması planlanan gece öldürülme riskini göze alarak onun yatağına yatan Hz. Ali ile, şapka devrimcisi, "Din, benim başında bulunduğum devlete karışamaz, fakat benim yönettiğim devlet dine karışır, ezanı bile değiştirir. Kur'an öğretimini yasaklar" diyen şapkalı Selanikli bir olabilir mi?!
Böyle bir konuda, ne anlama geldiği belli
olmayan, Kur’an ve Sünnet’ten kendisi için bir delil
bulunamayacak olan uydurma bir “dahil” kavramına dayanılarak fetva
verilemez.
Bu “dahil” nerde başlıyor, nerde
bitiyor, çeyrek dahiler?
Mesela Suriye dahil
midir, hariç midir?.. Irak dahil midir, hariç midir?
Yavuz Sultan Selim döneminde Memluk (Kölemenler)
devleti dahil miydi, hariç miydi?
Fatih Sultan Mehmed’in savaştığı Akkoyunlular “dahil”
değil de “hariç” miydi?
Evet, saçmasapan bir lastikli “dahil” kavramı
üzerine şer’î hüküm bina edilemez.
Su üstüne şato yapılabilir mi?!
*
Söz konusu sitedeki “Bediüzzaman
Said Nursi ile Seyyid Kutup’ın vizyon ve misyon farkı nedir? Dahili ve harici
cihada değinerek konuyu açar mısınız?” başlıklı yazıya dönelim.
Şu saçmalıkları yazmışlar:
Dahil ve hariç
arasında dağlar kadar fark vardır. ... Dahildeki bu gibi yanlışlara sadece
ve sadece kolluk kuvvetleri ve devlet müdahele eder.
Vatandaşlar kendi başlarına kesinlikle hareket edemezler. Vatandaşın
görevi devletine tebliğ ile ilimle, şefkat ve merhametle yardımcı olmaktır.
Devlete terettüp eden
bu gibi meseleler devlet tarafından ihmal edilirse; vatandaşlar
devletine isyan edemezler. Çünkü mesuliyet devletindir. Zekatını vermeyen
zenginin hesabını fakirler ve vatandaşlar göremez öyle bir vazifeleri yoktur.
Bu meseleler idareyi ilgilendirir.
Ancak devleti ve
hükümeti kifayetsiz görenler; kendilerinde bir yetenek ve kabiliyet
görüyorlarsa, oyunları kurallarına göre oynamak kaydıyla parti kurarlar
ve iktidara gelirler. Zinhar isyan edemezler.
Peygamber Efendimiz
(asm) bu iki cihat arasındaki farkı çok güzel izah etmiştir. Hadiste buyurulur
ki; hükümdarın zalimi fitne ve anarşiden hayırlıdır.
“Başınızda habeşi
siyah bir köle dahi olsa, itaatten elinizi gevşetmeyiniz.” (Buhârî, Ahkâm,
4)
Sondan başlayalım..
Bre dangalaklar, “laik” bir
devlette vatandaşların sorumluluklarını “hadîs”e dayandırırsanız laiklik
ilkesini yok saymış, devletin laik (siyasal dinsiz) olduğunu gözardı etmiş olursunuz.
Bu, Hz. Musa'nın karşısına geçip Firavun'a itaati savunmak için “Başınızda habeşi siyah bir köle dahi olsa, itaatten elinizi gevşetmeyiniz” demek gibi birşeydir. İtaat "sizden olan" (siz müslümanlardan olan, Şeriat'e iman eden) ulu'l-emr içindir.. Ve itaat ancak marufta (Şeriat'e aykırılık taşımayan hususta) olur.
Laik devlet böylesi nursuz Nurcu tipi itaat anlayışından ve hadis istismarcılığından memnun olur da, bu aptalca yaklaşım, İslam açısından laiklik (siyasal dinsizlik) ile İslam devletini eşdeğer kabul etmek, küfür ile imanı, Şeriat ile şirki eşitlemek demektir.
Nursuz Nurcuların ezbercilik, ahmaklık, düşüncesizlik ve zekâ özürlülük gibi dikkate alınması gereken mazeretlerinin bulunduğu belki düşünülebilir, fakat bu karıştırma ve iltibası bilinçli yapan biri küfre düşer. İmanlı kalamaz.
Laik devlet de az uyanık değildir, Müslümanların’ın ayet
ve hadîsleri laikliğin (siyasal dinsizliğin) bekasına hizmet edecek
şekilde yorumlamaları durumunda laiklikten feragat eder, “Devlet karşısındaki
tutumunuz hep böyle Şeriat’e göre olsun” der.. (Devlet, bu tür yorumları
ajanları vasıtasıyla köpürtür, o ayrı bir konu.)
*
Görüldüğü gibi, nursuz Nurcu "kardeş"imizin
anlattığı din İslam değil, demokrasi dini..
Müslümanın yapması gereken parti kurmakmış, bu şekilde iktidara gelmekmiş..
Gel gör ki, bu laik düzen
müslümana, Selanikli’nin ilke ve inkılaplarına iman etme
şartıyla iktidar olma izni veriyor. Bunun için ayrıca bir de yemin ettiriyor.
Fakat, sizden huylanırsa “Demokrasi
oyunu buraya kadar, şimdi darbe faslından oyun havasına geçiyoruz, haydi eller
havaya” diye horon tepmeye başlıyor. Heyecan olsun diye havaya ateş etmeyi
de ihmal etmiyor, mermilere acımıyor.
Nursuz Nurcu saftirik (veya saftirik numarası yapan ajan), “oyunları kurallarına göre oynamak kaydı”nı belirtmeyi de unutmamış.. Oyunları laikliğin (siyasal dinsizliğin) koyduğu kurallara göre oynayacaksın, zinhar “İslam’ın bu konudaki kuralı nedir?” diye sormayacaksın.
*
Nursuz Nurcu fırıldağın söz konusu yazısında şu ifadeler de yer alıyor:
Mesela, Mekke-i Mükerreme'de o kadar işkence, zulüm,
tecrit, baskı ve acımasız boykotlara rağmen kan dökülmemiştir. Yani
Peygamber Efendimiz (asm) sahabelere müşriklerin evlerini basmalarını ve
boyunlarını vurmalarını emretmemiştir. Öyle bir vakayı da bilmiyoruz. Çünkü
düşman ve fitne dahildedir. Mekke'de bir muharebe bir yığın mazlumun ve masumun
zayi olmasına sebebiyet verirdi. Hicretten sonra düşman hariçte kalmış oldu.
Hariçten gelen düşmanın zulmünü defetmek için sahabe-i kiram müdafaa tarzında
ilk olarak Bedir harbi yapmıştır.
Mekke’de Müslümanlar bu dangalağın
yazdığı şeyleri yapamazlardı.. Güçleri yoktu..
Ayrıca, gücü olsa bile, müslümanın
mücadelesi böyle ev basıp boyun vurarak olmaz. Bu, İslam’ın yöntemi değildir,
laik terör devletlerine ve terör örgütlerine özgüdür.
Dahası, Bedir Harbi müdafaa tarzında da
yapılmamıştır.
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem
Bedir’e, Şam bölgesinden gelmekte olan Kureyş kervanını basmak için gelmişti..
Ebu Süfyan’ın liderlik ettiği kervan, Müslümanlar’a görünmeden sıvışmayı
başarmış, fakat kervanı savunmak için de Mekkeliler ordu toplayıp Bedir’e
hareket etmişlerdi.. Yani müdafaa konumunda olanlar Mekkelilerdi.. Mekke ordusu
bin (rakamla 1000) kişiydi.. Müslümanlar ise 310 küsur kişiydiler..
Peki, İslam ordusundaki muhacirlerin
(Mekkelilerin) sayısı ne kadardı?
Sadece 67 kişiydiler.. Gerisi Ensar
(Medineliler)..
Rasulullah s.a.s. bu 67 kişiyle mi
Mekke’de “ev basıp boyun vuracak”tı, akılsız, bilgisiz ve nursuz Nurcu
"dahi"ler!
*
Şu noktanın da altını çizmek gerekiyor:
Bediüzzaman gibi zatların (ve müteşerrî meşayihin), yaşadıkları dönemde farklı
hareket etme şansları yoktu.
Mesela Mehmed Zahid Kotku rh. a.’i
alalım..
Bir köy imamı.. Sonra Bursa’ya intikal
etmiş.. Daha sonra, Abdülaziz Bekkine rh. a.’in, vefatından sonra Mehmed Zahid
Efendi’yi İstanbul’a getirip ona intisap etmelerini cemaatine vasiyet etmesi
üzerine İstanbul’a gelmiş..
Gelmiş ama, cemaat bir avuçken onun da
bir bölümü Mehmed Zahid Efendi’yi küçümsemişler, “köylü” kabul etmişler.
Öyle bir dönemde, o günkü şartlarda
Mehmed Zahid Efendi ne yapacaktı, Şeriat için laik devlete savaş mı ilan
edecekti?
*
Evet Bediüzzaman gibi zatların
söylemlerini ve hizmet tarzlarını kendi şartları çerçevesinde değerlendirmek
gerekir.
Onları suçlamak doğru olmadığı gibi,
onların hareket tarzlarını ve söylemlerini “her dönem için geçerli, her hal ve
şartta takip edilmesi gereken değişmez prensipler” olarak görmemek gerekir.
İslam değişmez, fakat şartlar değiştiği
zaman ameller değişir. Güneş doğmadan önce namaz kılarsın, fakat tam da
Güneş’in doğduğu sırada namaz kılarsan yanlış yapmış olursun.
Bediüzzaman gibi zatların Güneş doğarken
namaz kılmayı kerih bulmalarına bakarak namazı tümden defterinden silersen
sapıtırsın..
Cihad vs. de böyledir.. Bu zatların
dönemi ve kendi dönemlerine özgü icraatları ve amelleri dinde şer’î delil katına çıkmazlar,
çıkarılamazlar.
Onların eylem ve söylemlerini motamot
taklit zındıklık sonucunu verir.
Halid-i Bağdadî k. s., Risale-i
Halidiye’de, şeyhi (kâmil mürşid olsa bile) her hususta taklidin zındıklığa yol açacağını söyler.. (Günümüzün irşada muhtaç sahte şeyhlerini düşüncesizce taklidin hükmünü varın siz düşünün.)
Ne yazık ki bu zaman insanının önemli
bir bölümü şeyhlerini ya da şeyh yerine ikame edilen hocalarını “taklid mercii”
olarak görüyor, onların sözleri ve amelleri mevzubahis olduğunda ayet ve hadis teferruat
haline geliyor.
Böylece hocalarını rab edinmiş oluyorlar.
Zındık hale geliyorlar.
Fakat farkında değiller.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder