Halis Bayancuk ismine hapislik macerasından dolayı biraz aşinalığım vardı fakat Ömer Faruk Korkmaz’ın
varlığından yeni haberdar oldum.
İsmailağa
medreselerinde yetişmiş genç bir molla..
İkilinin internette
yayınlanan tartışmasını izledim.. Faydalı olduğu kanaatindeyim.
Gördüğüm kadarıyla
Bayancuk daha sakin, mütevazi, mülayim ve esnekti.. Belki tecrübesizliğinden
olsa gerek Korkmaz birazcık gergin ve katıydı.
Ayrıca programın
sonunda Matüridiyye adına Selefîliğe karşı bir nevi “kesintisiz savaş” ilan
etmesi de hoş olmadı.
Şu noktaya da dikkat
çekmek gerekiyor: Bazı fitne ve fesat odaklarının Bayancukculuk ya da
Korkmazcılık yaparak olayı horoz döğüşüne çevirmek, tartışan hocaların
nefsaniyet damarını harekete geçirmek istedikleri görülüyor.
Bunlar her iki
taraftan da nefret ettikleri halde sosyal medyada bir yandan Bayancuk’u
“Türkiye’nin en büyük hocası”, diğer taraftan da Korkmaz’ı “Matüridiyye’nin
yeni aslanı” ilan edip kavganın kızışması için ellerini oğuştururlar.. Dikkat
etmek gerekir.
Sizi övenler genelde
düşmanlarınızdır.. Bazıları da akılsız dost.
*
Bayancuk özetle şunu
söylüyor: Ayet ve hadîslerde geçen ifadeleri yok sayamayız.. Mesela “istiva”
ayeti: “Er-Rahmanu ale’l-Arşi’stevâ (alâ el-Arşi istivâ).” “Rahman Arş’a
istiva etti.” (Tâ-Hâ, 20/5)
Altı ayette daha
böyle geçiyor.. Bakara 29’da ise ibare “semâyı/göğü istiva” şeklinde..
Burada “istiva”ya yedi kat göğün hepsi dahil oluyor. (Ki yıldızlı göğün tamamı
“birinci kat gök” durumunda, ötesinde altı gök daha var.)
Merhum büyük alim
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, “istiva” konusunu Hak Dini Kur’an
Dili’nde, A’raf Suresi’nin 54’üncü ayetini tefsir ederken geniş bir
şekilde açıklıyor. Orada şu ifade de yer alıyor:
“İmam Mâlik b. Enes hazretlerine bir
gün bir adam "istivâ nasıldır?" diye bu âyetteki istivânın nasıl
olduğunu sormuş ve İmam Mâlik de biraz başını eğip murakabeye daldıktan sonra
vücûdundan şiddetli bir ter boşanmış ve demiştir ki: "İstivâ [ayetle
sabit olduğu hususu] malûm; keyf (nasıl) makul değil
[keyfiyeti/nasıllığı akılla anlaşılabilecek birşey değil]; buna inanmak vacib
ve bu soru bid'attır. Sanıyorum ki sen sapık bir adamsın". Bundan
sonra emretmiş, o adamı huzurundan çıkarmışlar. Aynı mânâ selefin daha birçoğundan
nakledilmiştir. Bizim Hanefilere göre asıl rivayet edilen de, "Arş üzerine
istivâ, Allah Teâlâ'nın keyfiyetsiz [nasıllığı mevzubahis olmayan] bir
sıfatı" olduğudur.”
*
Tartışma sırasında
Korkmaz’ın Bayancuk’a “Keyfiyetten neyi anlıyorsun?” anlamında bir soru
yöneltmiş olduğu görülüyor.. Keyfiyet, uydurma Türkçe’de “nitelik”
denilen şey.. Daha basit bir ifadeyle “nasıllık”.. TDV İslâm
Ansiklopedisi şu tanımı vermiş: “Bir nesnenin yapısını, nasıl olduğunu
belirleyen özellik, nitelik; klasik felsefe ve mantıkta on kategoriden
biri.” (Tartışmacılar isbat kelimesini de çok kullanıyorlardı.. Günümüz
Türkçesi’nde bu kelime “kanıtlama” olarak anlaşılıyor. Ancak
tartışmacılar isbat derken Arapça'daki anlamıyla “sabit/mevcut olmayı” kastediyorlardı.)
Korkmaz’ın
dikkat çektiği şu nokta önemliydi: Arapça ibareler Türkçe’ye tercüme
edildiği zaman ister istemez bir anlam kayması oluyor ve yanlış anlaşılabiliyor..
Dolayısıyla Selefîler söz konusu ibareleri Türkçe ifade ettikleri zaman
insanların tecsim (cisimleştirme, Allahu Teala'yı cisim gibi düşünme) ve teşbih (benzetme, Allahu Teala'yı mahlukata benzetme) hatalarına düşmelerine yol açabiliyorlar.
Bayancuk,
başkalarının cehaletinden ve yanlış anlamasından kendilerinin sorumlu
tutulamayacaklarını söyleyerek bu eleştiriyi savuşturmaya çalıştıysa da,
üzerinde durulması gereken önemli bir nokta.
Yine
Bayancuk’un muhkem-müteşabih konusundaki yaklaşımı da indî.. Nakle değil
akla (kendi aklına, daha doğrusu kendi zannına) göre bir ayrım yaptı..
Böylece tenakuza düştü.
*
Bununla
birlikte, Bayancuk’un dile getirdiği gibi, bu tür ayetleri yok sayarcasına bir
tutum sergilemek de doğru değildir.
Ancak,
böylesi ibarelerin Türkçe’ye belirli Türkçe kelimelerle tercüme edilmesi,
onların bir bakıma tevil ve tefsir edilmesi anlamına gelmektedir.. Ki bunu bazı
Selefîler (hepsi değil) ısrarla yapıyorlar.
Mesela
istiva kelimesine Türkçe meallerde verilen anlam kimi zaman “nasıllık/nitelik” boyutu içeriyor gibi görünebiliyor ya da o şekilde anlaşılabilecek hale gelebiliyor. Dolayısıyla meallerde hemen parantez içinde gerekli
uyarının yapılması, konunun tercümeyle geçiştirilmemesi gerekir.
Mesela
Dr. Nedim Yılmaz, “İsmail Hakkı Bursevî Açıklamalı Kur’ân-ı Kerîm’in
Türkçe Meâli” adlı çalışmasında Tâ-Hâ Suresi’nin 5’inci ayeti için şu
notu düşmüş:
“Yüce Allah mekandan münezzehtir. Öyle olmasaydı, ‘mekan’
unsurunun da kadîm olması gerekirdi. Oysa Yüce Allah’tan başka kadîm yoktur.
Bu, ‘istiva’dan maksadın ‘istikrar [karar kılma] ve oturma’ olmadığına
delildir. Böyle ayetlerin yorumu, selefin çoğunluğunun yaptığı gibi Allah’a
havale edilir.”
Dikkat
edilirse burada “aklî” bir delil getiriliyor.. Aynı zamanda selefî bir
tutum söz konusu.
*
Bu
konuda Selefîlere (gerçekten selefi takip etmeleri durumunda) muhalefet etmemek
gerekir.
Nitekim
merhum Elmalılı Hoca A’raf Suresi’nin
54’üncü ayetini tefsir ederken şöyle diyor:
“… bu meselede büyük âlimler şu iki
mezhepten biri üzerindedirler: Birincisi Selef mezhebidir ki, Allah
Teâlânın mekân ve yönden yüksek olduğunu kesin bir şekilde tasdik etmekle
beraber Arş üzerine istivâsı sıfatına da - Allah'ın irade ettiği şekilde - iman
etmek ve tafsilatıyla te'viline dalmayıp, "Onun açıklamasını ancak Allah
bilir." (Âl-i İmran, 3/7) âyetinin delaleti üzere hakikatini Allah'ın
ilmine bırakmaktır. Ehl-i Sünnetçe asıl tercih ve itimad edilmiş olan da
budur.”
İşte Selefîlik bu..
Fakat bir de (Korkmaz’ın fedailiğine soyunduğu)
Matüridîlik ile Eş’arîlik var.
Merhum Elmalılı Hoca onlar için de şunu diyor:
“İkincisi, sonradan ortaya çıkıp
istivâdan tecsîm (cisimlendirme) veya ittihat (birleşme) şüphesi çıkarmaya
çalışan ve selefin sözlerini bu konuda bir çeşit kapalılığa sevketmeye kalkışan
nefsine düşkün kimselere karşı müteahhirîn (sonra gelen âlimler)in tercih
ettikleri doğru te'vil mezhebidir ki, aklî ve naklî delillere
göre Allah Teâlâ'ya nisbeti caiz olmayan bâtıl ihtimalleri atarak caiz
olduğunda şüphe edilemiyecek doğru bir meâl araştırmaya girişmektir.”
*
İşte bu, meselenin bir “içtihat” konusu haline
gelmesi oluyor.
Aklî ve naklî delillere
göre Allah Teala’ya nisbeti caiz olmayan batıl ihtimalleri atarak doğru tevil
yapanların, Selefîlere, “Bizim içtihadımızı kabul etmek, selef mezhebini terk
etmek zorundasınız” deme hakları bulunmamaktadır.
Bu, cehaletin ve taassubun ta kendisidir.
Doğal olarak, Matüridiyye ve Eş’ariyye’nin, ilgili
nasslardan Allahu Teala için tecsim ve ittihat anlamı çıkaran sahte selefîler
konusunda gereken uyarıları yapmaları hakları, hatta görevleridir.
Bununla birlikte, hakiki Selefîlerin de, Allahu Teala
hakkında caiz olmayan sözler sarfeden sahte Matüridî ve Eş’arîlere (Matüridîlik istismarcılarına) tepki
göstermelerini tabiî karşılamak gerekir.
[Türkiye’de özellikle Matürîdiliğin istismar edilmeye çalışıldığı,
İmam Matüridî kalkan yapılarak “dinin güncellenmesi”ne uğraşıldığı
bir sır değil.
Her sakallıyı dedemiz zannetmememiz, her “Ehl-i
Sünnet’in savunucusuyum” diyeni de “Sünnet ehli” kabul etmememiz gerekiyor.
İşte Fethullahçı Takiyye Örgütü örneği ortada.. İlk
ortaya çıktıklarında örnek bir Ehl-i Sünnet cemaati olarak gösteriliyorlardı..
Ve onlar da Şia’ya ve Vehhabiliğe karşı “Türkiye’nin Ehl-i Sünnet
müslümanlığını” savunma iddiasındaydılar.
Gazetelerinin hediye ettiği kitaplar da buna şahitlik ediyordu: Merhum Elmalılı’nın Hak Dini Kur’an Dili tefsirini, Prof. İbrahim Canan’ın Kütüb-ü Sitte Şerhi’ni, Vehbe Zuhaylî’nin Fıkıh Ansiklopedisi’ni okurlarına dağıttılar.
İncil dağıtmadılar.
Bugün Türkiye’de “dinler arası diyalog” fitnesi
lanetleniyorsa da, laikliğin (siyasal dinsizliğin) şemsiyesi altında “Matüridî
etiketli dindarlık ile Kemalist dinsizliğin diyaloğu” fitnesi almış başını
gitmiş durumda.
Ortalık yangın yeri, fakat pek fazla kimsenin umurunda değil.]
*
Merhum Elmalılı Hoca’nın açıklamalarına dönelim.
“Doğru tevil” yapanlar da maalesef (her ne kadar
birbirlerini çürütmüyor olsalar da) farklı şeyler söylemişler.
Merhum Hoca şöyle diyor:
Bunda başlıca üç, dört görüş hasıl
olmuştur:
1- Yukarda gösterildiği üzere lisan örfünde
"Arş'ı hükmüne aldı", "mülkünün tahtına yerleşti"
deyimleri, tam sahip olmakla işin intizamından kinâye olarak kullanılır
ki, "mülkü bozuldu"nun zıddıdır. Şu halde "sonra Arş üzerine
hükümrân oldu [istiva etti]" âyetinde de en açık ve en olumlu mânâ "bütün
yaratıkları üzerinde devamlı emrini yürütmek ve muntazam bir şekilde hükümleri
icra etmek sûretiyle eksiksiz kudretin nüfuzu ve iradenin cereyan
etmesinden" kinaye olmasıdır. Bu mânânın gerçekte hakikatı şüphesiz
olduğu gibi devamında "O, geceyi, durmadan onu kovalayan gündüze bürüyüp
örter; güneş, ay ve yıldızlar emrine âmâdedir." aynı şekilde Yûnûs
Sûresinde "Sonra arş üzerine hükümrân oldu, işleri nizama koyar."
(Yûnûs, 10/3) buyurulması buna bir karine veya tefsirdir. Hasan-ı Basrî
hazretleri bunu "işine hâkim oldu" diye ifade etmiştir ki, aynı
mânâyı mecazî isnat şeklinde göstermiş demektir. Yani istivânın Allah'ın
zâtına nisbeti hakikatte [zatının değil] fiil ve emrinin vasfı olması
itibariyledir. "Sonra" buyurulması da buna bir karine
gibidir. İlk yaratma lahza (an)ları mukayesesi mümkün hiç bir denk ve misal ile
geçmemiş olan ve hiç bir tekrarlama ve benzeme devamını içine almayan çeşitli
yaratıklarını yeniden yeniye yaratılmaları ile cereyan ettiği, diğer deyişle
altı gün henüz tekrar etme devrine girmemiş bulunduğu için ilk önce yaratma
hiç bir devamlılığı içine almış olmayacağından o demlerde istivâ düşünülemez.
O vakitler rabbânî tecellîler "Onun Arş'ı su üzerinde idi." (Hûd,
11/7) âyetinin delaleti üzere hiç bir seviyede durmayan çeşitli bir cereyanı
ifade eder. Mesela bir bulut, bir duman, ondan bir göksel cisim, ondan ateş,
ondan toprak, ondan su, ondan bitki ve hayvan yaratılır giderken bu fiilde
henüz bir âdet, bir devamlılık, bir istivâ yoktur. Hepsi olağanüstü,
hepsi çeşitlidir. Fakat yaratma böyle soyut bir fark ve değişim cereyanından
ibaret kalmamış, değişim içinde az çok bir benzeme ile bir düze tekrar ve devam
etmiş, genel bir değişim ile değişen ve içerikleri başka başka bulunan
yaratıklardan sonra cüz'î değişim ile çeşitli müttefik ve benzer yaratıklar da
yaratılmış, yaratılanlar değiştirilmeye ve düzeltilmeye, sonradan olma ve yok
olma devam etmeye, mesela buluttan ateş ve su, su ile topraktan hayat bir defa
değil birçok defalar yaratılmaya ve giderek bitki bitkiden, hayvan hayvandan,
insan insandan yapılmaya başlamış ve artık o zamandan itibaren zamanda bir
devir, çeşitli işlerde bir tertip ve devamlılık tecelli etmiştir ki, buna "sünnetullah"
(Allah'ın sünneti), "âdetullah" (Allah'ın âdeti) denilir. Bu istivâ
vasfı bundan itibaren düşünülebilir. İşte "yarattı, sonra istivâ
etti" terâhî (gecikme)si de buna işaret eder. Hasılı istivâ, ne bir
fiil, ne de sırf değişme ile değil, bir tekrarlama ve benzeyiş nisbeti ile
düşünülebilir. Bu ise zatında çoğalmadan, artmadan, değişmeden münezzeh olan
Allah Teâlâ'nın ancak fiilleri arasındaki uyuşma nisbeti itibariyle bir fiilî
sıfatı demek olur. Nitekim Süfyân-ı Sevrî hazretleri bunu: "Arş'da bir iş
yaptı ki, ona istivâ ismi verdi." diye ifade etmiştir. Diğer bazı
âlimler de: Yani hepsi Allah Teâlâ'nın "Sonra göğe yöneldi ve onları
düzenledi." (Bakara, 2/29) âyetinde açıklanan düzenlenmesiyle muradı
üzere istikamet aldı demiştir ki, bu da kinâyede anılan işin intizamı ile
devamı, iradenin cereyanı mânâsının diğer bir ifadesi olarak fiil sıfatına
işaret demektir. Ancak bunda istivânın esas itibariyle yaratıkların
vasfı olması hususunu tercih şüphesi vardır. Halbuki âyet bu istivâyı Arş'ın da
üzerine geçirmiş olmak itibariyle Allah'a tahsis eylemiş yani mahkûmun
mahkûmiyete istivâsını değil, yalnız hâkimin hâkimiyette istivâsını
anlatmıştır.
(http://www.enfal.de/telmalili/araf.htm)
Bu, birinci tevil.
Bu noktada, istivanın Türkçe’de kullandığımız “müsavî” ve "tesviye" kelimeleri ile aynı kökten geldiğini hatırlamak faydalı olur.
Merhum Hoca üç tevil daha aktarıyor.. Yazı uzamasın
diye geçiyoruz. (Ayrıca konuya ilgi duyanların TDV İslâm Ansiklopedisi’nin
“İstivâ” maddesini okumalarında fayda var.)
Aslında, Elmalılı Hoca’nın aktardığı tevillerde ifade
edilen hususları (ya da hakikatleri diyelim), Selefiîler de kabul ediyorlar..
Etmek durumundalar.. Ancak, meseleyi “istiva” kavramı altında ele almıyorlar..
Bundan dolayı onları suçlamak gerekmez.
Fakat “istiva” kavramı için Türkçe bir karşılık kullandıklarında kendilerinin de bir tür “tevil”de bulunmuş olacaklarını anlamaları gerekiyor.
Korkmaz, haklı olarak bu noktaya dikkat çekmişti.
*
Bayancuk’un Kelam
alimlerine karşı biraz daha insaflı olmaya ihtiyacı var gibi görünüyor.. Aynı
şekilde “aklın sınırları” konusundaki hassasiyetin cahiller elinde “akıl
düşmanlığı ya da karşıtlığı”na dönüşebileceğini unutmaması gerekiyor.
Akla uygunluk çok
önemlidir, fakat akıl herşeyi öğretmez.. Mesela geçmişte yaşanmış bir
olayı tutup aklımızı çalıştırarak bilme imkânımız yok, bunun için yazılı ya da
sözlü “nakle/habere” ihtiyacımız vardır.
Bundan aklın
yetersizliği yahut güvenilir olmadığı sonucuna varılamaz.. Bu sizin
yetersizliğinizdir, akılsızlığınızdır, sıcaklığı manifaturacı mezurası ya da bakkal terazisi ile
ölçemezsiniz.
İmdi, Allahu
Teala’nın varlığı ve birliği “akıl” ile bilinir. Hiç peygamber gönderilmese
bile, aklını kullanan insanlar bu sonuca varacaklardı, varırlardı.
Yine, gönderilen bir peygamberin peygamber olduğuna dair hükmü de insanlar olarak önce aklımızla veriyoruz.. Bir peygamberin gerçekten peygamber olduğuna dair herkese ayrı vahiy gelmiyor. Peygamberlerin mucizelerinin gözlemlenmesinin ardından herkes akıl yürütüyor.
Ve bu noktada bazı üstün zekâlı insanların bile nefislerine,
heva ve heveslerine, kibir ve gururlarına, haset ve taassuplarına, hayvanî
dürtülerine mağlup olarak akıllarını kullanmadıkları görülebiliyor.
Allahu Teala’nın
varlığı ve birliği, peygamberlerin peygamberliği, yalancı peygamberlerin de
sahtekârlığı akılla bilinir.
Bununla birlikte
ahiret hayatı ve ölümden sonra diriliş salt akılla bilinemez, bu noktada “doğru
haber”e ihtiyaç vardır.
Ama kimin doğru haber getirdiği, kimin deccal (çok yalancı) olduğu hakkındaki hükmü de gözleme/müşahedeye dayanan aklımızla veririz.
Evet, Allahu
Teala’nın varlığı ve birliği (peygamber gönderilmese bile) akıl ile
bilinir, fakat zatı akıl ile bilinemez.
Çünkü Allahu Teala,
yarattığı mahlukata benzemez.
*
Kâinat (evren) ve
dünya hayatı hakkındaki bilgimiz beş duyumuza dayanıyor.
Mesela yıldızları görme
duyumuz (gözlerimiz) sayesinde biliyoruz.
Bütün insanlar Hz.
Adem aleyhisselamdan beri gözsüz olarak yaratılmış olsalardı, yıldızların
varlığı bizim için meleklerin varlığı gibi olacaktı.
Öyle bir durumda
peygamberler yıldızların varlığından söz ettiklerinde inkârcılar pozitivist
ve materyalist mantıkla “Hani sesleri, hani kokuları, hani tatları, hani
dokunuş?! Var olsalardı bir sesleri kokuları vs. olurdu, onları algılardık”
diyeceklerdi.
Aynı şekilde renkler
de onlar için “kabulü imkânsız, dolayısıyla akla aykırı hurafeler”
olacaktı. (Aslında böylesi yaklaşımlar, “gözlem/müşahede ve tecrübe/deneyim”
ile “akıl”ı birbirine karıştıran cehalete dayanır. İmam Matüridî’nin Kitabu’t-Tevhîd’de
dikkat çektiği gibi, küfür ehli bu hataya çok düşmektedir.. Akıl öyle bir
durumda renkler için ancak “mümkün” hükmünü verebilir, “zorunlu/zaruri”
ya da “muhal/mümtenî/imkânsız” hükmünü veremez.)
Diyelim ki öylesi bir
durumda peygamberler insanlara yıldızlardan, bulutlardan, Güneş’ten, Ay’dan,
ışıktan, gündüzün aydınlığından, gecenin karanlığından, renklerden, karın beyazlığından, yaprağın yeşilliğinden, gögün
maviliğinden, gülün kırmızılığından, gün batımının kızıllığından bahsettiler, insanlar iman etseler bile, bunları anlayamazlardı.
Mesela ışığı
anlamak için onu ya ses, ya koku, ya tat, ya da dokunuşla hasıl olan bir
algıya benzetmek durumunda olurlardı.
Suyun renksiz olduğu söylendiğinde de buna anlam veremezlerdi.
*
Diyelim ki böyle bir
insana gülün güzelliğinden bahsedildi.. O, bu güzelliği anlamak için onu
ya bir müzik parçasına, ya bir güzel kokuya, ya leziz bir tada, ya da hoş bir
dokunuşa benzetmek zorundadır.
Yani gülün kendisine
has görünüş güzelliğini anlayamaz.
Allahu Teala’nın
isimlerinden biri, el-Cemîl..
Alahu Teala cemal sahibidir,
güzeldir, fakat bu güzellik, bu dünya hayatında müşahede ettiğimiz güzellikler
gibi değildir, Allahu Teala’ya has bir güzelliktir.
Ve biz bunu ne
tasavvur edebiliriz, ne de onun künhüne vakıf olabiliriz.
Anadan doğma bir kör,
gülün görünüş güzelliğini nasıl idrak edip anlayamazsa, bu mesele de öyledir.
*
Bir kör, dört
duyusuyla edindiği güzellik nosyonuyla güzellik diye bir şey olduğunu anlar,
böylece gülün görünüş güzelliği düşüncesi onun için anlaşılabilir hale
gelir.. Hakikatini/künhünü kavrayamasa da..
İşte, Allahu
Teala’nın esma-i hüsnası ile ilgili bilgimizin sınırı da budur.. Kendi
görmemizden hareketle görme diye birşey bulunduğunu anlamış durumdayız,
fakat Allahu Teala’nın görmesi bizim görmemiz gibi değildir.. Onunki kendisine
has, şanına yakışır bir görmedir ve biz bunun künhüne vakıf olamayız.
Kaderin künhüne vakıf olamayışımız da bundan kaynaklanır..
Allahu Teala’nın iradesi bizim irademize benzemez.. Dolayısıyla onun takdîri ve
kaderi bizim kavrayışımızı aşar.
Anlamaya çalışmak,
körün renklerin mahiyetini keşif çabası gibi bir aptallık ve ahmaklıktır.
Anlayamıyor diye renklerin
varlığını inkârı ise saf ve pür akılsızlıktır.
Dolayısıyla, “istiva”
ayeti gibi ayetleri okurken bunların künhünü kavrayamayacağımızı akılda
tutmamız gerekiyor.
En selamette olan,
Allahu Teala hakkında dilini en çok tutan, onu tehlil, tesbih, hamd ve tekbir ile
takdis edendir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder