Evet, “zamamın imamı” meselesini
ayet ve hadîsler çerçevesinde ve fıkıh
usulünün yol göstericiliğine başvurarak değerlendirmek gerekiyor.
Bu tabirin yer aldığı bir ayet yok,
fakat hadîsler var.
O halde öncelikle konuyla ilgili
hadîsleri bilmek gerekiyor.
Bu yapılırken de, istismarcı bir yaklaşımla işe gelenlerin
alınıp, gelmeyenlerin göz ardı edilmesi gibi (Tevrat’ın mesajını bozup
çarpıtan, bazı hakikatleri gizleyen Yahudilere yakışan) bir tutumdan
sakınılması önem taşıyor.
İkinci olarak, rivayet edilen
hadîslerin sahih olanları ile zayıf olanlarını aynı kefeye koymaktan,
bunları aynı değerde görmekten sakınmak gerekiyor.
*
Durum buyken, “zamanın imamı”
kavramını istismar edenlerin bir taraftan “sahih
kaynak” ve “sahih İslam”
edebiyatı yaparken diğer taraftan zayıf rivayetleri sahih olanlara tercih
edebildiklerini görüyoruz.
İskenderpaşa
Cemaati’ne ait zinde.info adlı sitede yayınlanmış olan
“Kavramları Yeniden Anlamak” başlıklı yazıda geçen “Peygamberlere
uymayan insanların helak olması gibi, zamanının din önderini, vazifeli
insanını bilmeden, onu tanımadan ölmesi de o kişinin helakine, sanki
islamdan önce ölmüş gibi imansız gitmesine sebep olabilir” şeklindeki ifadenin durumu bu.
Buradaki
bir başka sakatlık, sanki hadîslerde sözü edilen “imam”larda manevî (ya da ruhanî) bir boyut söz
konusuymuş gibi onların “din önderi,
vazifeli kişi” kabul edilmeleri.
Burası,
birilerinin Ehl-i Sünnet yolunu terk
edilip Şia’nın şaşkınlık denizinin
yutucu girdaplarına yelken açtıkları iskele durumunda.
*
Şiîlere
özgü bir anlayışın savunulduğu, söz konusu yazıdaki şu ifadelerden de
anlaşılmaktadır:
“Her peygamber varisi veli de, aynı şekilde kendisine verilen yetkileri ve görevleri kendi zamanında peygamberden sonra hakkıyla yerine
getirir ve rabbinin davetine, görevini kendinden sonraki vazifeliye devrederek
icabet eder.”
İşte
bu “imam” anlayışı tam da Şiîlere özgüdür.
“Hakkıyla yerine getirme” iddiası Şiîlerdeki
“masumiyet” düşüncesinin muadili
kabul edilebilir.
“Yetki
ve görevleri” ifadesindeki “yetki” lafı
da sorunlu.. Sorumlulukları/mükellefiyetleri (Ki Şeriat’le kayıtlıdır) anladık,
fakat yetkiler ne demek oluyor?
“Görevini
kendinden sonraki vazifeliye
devretme” lafı da bir başka tuhaflık.. (Velî kelimesi tarikat kurumunu akla getirdiği için, burada, bir şeyhin birilerine mutlaka icazet vermesinin gerekmediğini hatırlamak
gerekiyor. Ayrıca birden fazla kişiyi de vazifelendirebilir, mesela Yusuf-u Hemedanî k. s.’nun dört
halifesi mevcuttu, onlardan Abdülhalık
Gücdüvanî rh. a. Nakşbendiye tarikatı tarafından pîr kabul edilir, diğer
halife Ahmed Yesevî k. s.’nun
silsilesinden ise Bektaşîlik gibi
tarikatlar zuhur etmiştir.)
Gerçekte,
ilgili hadiste “Peygamber varisi”
değil, “peygamberlerin varisleri” ifadesi geçer:
“ Muhakkak, âlimler peygamberlerin mirasçılarıdır.
Şüphesiz peygamberler ne altın ne de gümüşü miras bırakırlar. Peygamberler miras olarak ancak ilim bırakırlar.
Bu itibarla kim peygamberlerin mirası olan ilmi elde ederse tam bir hisse almış
olur.”
(Hüseyin Akyüz, “ ‘Âlimler Peygamberlerin
Vârisleridir’ İbaresinin Yer Aldığı Bir Hadisin Mutâbaat ve Şevâhid Açısından
Değerlendirilmesi”, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: XV,
Sayı: 28 (2013/2), s. 115)
Söz
konusu varisler için velî tabiri kullanılmaz, onların alimler oldukları belirtilir.
Peygamberlerin
varisleri olmak için özel görevlendirme
gerekmiyor, yapacağınız tek şey, ilim
öğrenmek.
Bunu
nasib eden de Allahu Teala’dır.
Bu
varisliğin gereğini yerine getirirseniz ne iyi, getirmezseniz sorumlu
olursunuz:
“Sonra o kitâbı, kullarımızdan seçtiğimiz kimselere mîras
kıldık. Onlardan nefsine zulmeden de var, orta yolda giden de var. Bir de
onlardan Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçen var. İşte büyük lütûf budur!”
(Fatır, 35/32)
*
“Zamanın imamı” tabirinin geçtiği
hadislerden hareketle oluşturulan “imamet” düşüncesi, Ehl-i Sünnet ile Şia
arasındaki temel ihtilaf noktasını oluşturuyor.
Konuyla ilgili bir doktora tezi
yazmış olan Prof. Abdullah Ünalan’ın ifadesiyle “Şîa’ 15 kadar temel konuda
Ehl-i Sünnet’ten ayrılmaktadır ki, esasta bunlar da İmamet’i farklı
yorumlamalara dayanmaktadır”. (Abdullah Ünalan, Ehl-i Sünnet ve Şîa’nın İmâmet’te
Dayandığı Hadisler, doktora tezi, Şanlıurfa: Harran Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, 1998, s. 4.)
Dolayısıyla, Şia’nın imamet (zamanın
imamı) yorumunun, onların alâmet-i farikası durumunda olduğunu söylemek
gerekiyor. Çünkü bu imamet düşüncesi, diğer ayırıcı ön kabul ve varsayımlarının
temelini oluşturmaktadır.
*
[Bu noktada Safevîler’i hatırlamakta yarar var.
Eşrefoğlu
Rumî rh. a., Müzekki’n-Nüfûs
adlı tasavvufî eserinde Şeyh Safî’den
çok sık alıntı yapar.
Şeyh Safî, Şah İsmail’in büyük
dedesi olup, Somuncu Baba (Hamideddin-i Aksarayî), Hacı Bayram-ı Velî, Akşemseddin, Aziz Mahmud Hüdayî ve İsmail Hakkı
Bursevî gibi zatların tarikat silsilesi ona dayanır.
Bugün nasıl Mevlana Türkiye’de herkesin saygı duyduğu bir isimse, o gün de Şeyh
Safî (Safiyyüddin Erdebilî) Anadolu’da öyle bir saygınlığa sahipti. Osmanlı Devleti nezdinde de durum
buydu, İstanbul’dan her yıl tarikatın Erdebil’deki merkezine hediyeler
gönderilirdi, tıpkı Mekke’ye giden Sürre alayları gibi. O gün için Şeyh Safî’nin
şöhreti yanında Mevlana’nınki önemsiz sayılırdı.
Ancak tarikatın merkezinde
postnişinlik Şeyh Safî’nin soyundan gelenlerin tekelindeydi, şeyhlik babadan oğula geçer hale gelmişti.
Bu torunlardan Şeyh Cüneyt Şia mezhebini benimsedi ve siyasî emellerine ulaşmak
için Akkoyunlular’ın hükümdarı Uzun
Hasan’ın kız kardeşi ile evlendi.
Bu evlilikten doğan Şeyh Haydar, kızılbaşlığın mucididir,
Çünkü müritlerinin kendilerine özgü bir alâmet/simge olarak kızıl başlık giymelerini istiyordu.
Böylece o dönemin sofu tarikatçıları kızıl başlık giymeye
başladılar ve halk onlara “kızılbaş”
demeye başladı.
Büyük çoğunluğunu Türkmen
aşiretlerinin oluşturduğu bu cahil kızılbaşlar, eskiden Sünnî oldukları halde,
Şeyh Cüneyt’e ve oğlu Şeyh Haydar’a uyarak Şiîleştiler.
Şeyh Haydar, dayısı Uzun Hasan’ın kızı ile evlenmişti, bu
evlilikten dünyaya gelen Şeyh (Şah)
İsmail, hem Şeyh Safî gibi bir efsanenin, hem de Akkoyunlular’ın en büyük
padişahının torunu olarak büyük bir karizmaya sahipti, doğuştan liderdi, adam
lider olarak doğmuştu.
İsmail’in doğuştan muazzam olan
hırslarına devasa gaddarlığı da eklenince gözünü Osmanlı topraklarına dikmekte
gecikmedi, Anadolu’da Şahkulu (Şah’ın
Kulu) isyanları gibi isyanlar başgösterdi. Yavuz Sultan Selim onunla hesaplaşmak zorunda kaldı.
O dönemden sonra Sünnî mutasavvıflar, Şah
İsmail’in “laneti” yüzünden (gerçekte salih bir zat olan) Şeyh Safî’yi
eserlerinde anmayı bıraktılar.
Safevî
devletinin adı Şeyh Safî’den gelir, Alevî kelimesinin Ali isminden
türemiş olması gibi. Evliya Çelebi Seyahatname’sinde İran parasının “Şeyh Safî akçesi”, burada uygulanan
kanunların da “Şeyh Safî kanunu”
diye adlandırıldığını söylemektedir.
Kısacası, Safevî devleti, Şiîleşen bir tarikatın devletiydi.]
*
Şia’nın “zamanın imamı” anlayışını kısmen revize ederek benimseyen tasavvufî nitelikteki gruplar ve tarikatlar, bu anlayışlarını savunabilmek için Ehl-i Sünnet’le yollarını başka konularda da ayırmak zorunda kalmaktadırlar.
İmameti Hz. Hüseyin’in soyundan
gelen “masum imamlara” tahsis eden Şia’dan farkları ise, Hz. Hüseyin’in soyu
yerine “görevli veli”den söz ediyor olmaları. İttifak ettikleri husus ise,
imamın insanlar tarafından seçilen bir lider olmayıp, “manen görevli” bir insan
olmasıdır.
Mesele sadece (Allah dostu olma
anlamında) velayet (velilik) olarak alındığında, bunun insanların tensibi ve
seçimiyle değil ancak Allahu Teala’nın takdiriyle olacağı kesinse de, ümmetin seçimi
(biati) esasına dayanan “imamet”in bu velayetin bir parçası haline getirilmesi,
ya da velayete (veliliğe) imamet (liderlik/başkanlık) gibi bir dünyevî
taht/koltuk imtiyazının sunulması, meselenin maneviyat konusu olmaktan çıkıp
maddî menfaat çarkı haline gelmesi demek oluyor.
(Şeyhlik bilinen bir vasıf olmakla
birlikte, velilik için aynı şey söylenemez. Bir başka ifadeyle, şeyhlik başka,
velilik başkadır, ve kimin gerçekten velî olduğunu ancak Allahu Teala bilir. O
yüzden eskiler bir kimse için “O, velidir” demek yerine, “O, mazannedendir [velî olduğu
zannedilenlerdendir]” diye konuşurlardı.)
*
Ehl-i Sünnet nazarında (istikamet
üzere olan) bir tarikat şeyhinin konumu (İmam Gazalî’nin İhya’da ifade etmiş
bulunduğu gibi) muallimlikten (eğiticilik ve öğreticilikten) ibaretken,
istikameti kaybedip Şiîleşen (ve dünyevileşen) tarikatlarda şeyh, muallim
olmaktan çıkıp “zamanın imamı” haline gelmektedir. (Bazılarının kullandığı
“doğal lider” tabiri “zamanın imamı” olma iddiasına karşılık geliyor da
olabilir, bilemiyoruz.)
İmamet meselesi ümmetin tensibi ve
seçimiyle ilgili bir konu olmaktan çıkıp “ilahî” bir konu haline gelince, Ehl-i
Sünnet indinde “zamanın imamı” (kendi zamanlarındaki imam) olan şahsiyetler
bile Şiî zihniyetliler tarafından dalaletle/sapıklıkla suçlanan,
hatta tekfir edilen kişiler olabilmektedir.
Nitekim Şia’nın büyük bir kesimi, kendi
inançlarına göre nassla imam tayin edilip görevlendirilmiş olan Hz. Ali’nin
imametini tanımayıp halife/imam oldukları için Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz.
Osman'ı dalaletle suçlamakta, “sahabenin büyük bir çoğunluğunun Hz.
Peygamber’den sonra Hz. Ali’ye biat
etmedikleri için küfre girdikleri”ni ileri sürmektedirler. (Mehmet Ümit, Hicrî Üçüncü Asırda Şiî-Mu’tezilî
İmamet Tartışmaları ve İskâfî’nin Yeri, yüksek lisans tezi, Ankara:
Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1996, s. 37.)
Müslümanların seçimi ve biatiyle
belirlenen halife/imam (lider) düşüncesinin yerini “vazifeli” imam anlayışı alınca, önce, o “vazifelilik” birisine yakıştırılıyor, sonra bu yakıştırmaya
kulp takılması için ayet ve hadîsler yanlış
yorumlanıyor (hatta bazen hadis uyduruluyor), sonra da bütün bu uydurmalar
bir tekfir mitralyözüne
dönüştürülerek insanlar manevî katliama tabi tutuluyor.
İlk düğme yanlış iliklenince gerisi
de öyle geliyor, bir yanlıştan nice yanlışlar doğuyor.
Bu Şiî dalaletini tasavvuf ve
tarikatlara taşıyanlar ise, fıkhî hükmü “muallimlik”ten öteye gitmeyen tarikat
şeyhini “zamanın imamı” (doğal lider, doğasında liderlik olan, yaratılıştan
lider olan kişi) yapıyor.
“Zamanın imamı"nı tanıyıp
bilmeyenlerin tekfiri ise (Şiîleşme ile laikleşmeyi mezceden yurdum
tarikatçılığında) hal diliyle “zamane tarikatçılarının” kerameti kendinden
menkul irfanına havale ediliyor.
*
Konuya devam edeceğiz inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder