Prof. Faruk Beşer’in Yeni Şafak’ta yayınlanan
yazılarından birçoğu faydalı ve güzeldi.
Onlardan biri “Dindar gençler için asıl tehlike” başlığını
taşıyordu.
Evet yazı güzeldi, fakat eksikti..
Ve bu eksiklik ne yazık ki çok önemliydi..
Önce yazısını okuyalım, sonra da eksik bıraktığı çok
önemli noktaya değinelim:
İman ve İslam açısından tehlike ile
karşı karşıya olanlar sadece gençler değildir, her aklı başında insanın bu
dünyada kendini korumak zorunda olduğu düşmanları vardır. Bu kanun Hz. Âdem’den
beri hiç değişmemiştir. Nefsin arzuları, şeytan ve şeytanlaşmış insanlar bu
düşmanların başında gelir. Eğer şeytanın kendi mesleğini icra etmek için
yetiştirdiği insanlar ve nefis bu düşmanlığı tam olarak yapamazsa şeytan dış güçleri devreye sokmaya
çalışır ve başka hileler kullanır. Bu hilelerden biri, öğrenme ihtiyacı duymama, başkasının söyledikleriyle yetinme,
aklını ve fikrini birilerine emanet etmedir. Oysa
Kuranıkerim’de Allah ‘atalarımız böyle inanıyordu, biz de onlara uyuyoruz’
diyenlerin yanlış yolda olduklarını defalarca söyler. ‘Yaşayan da bir delille
yaşasın, ölen de bir delille ölsün’ buyurur.
Dini kendi
çıkarları için kullanmak isteyen bazı hainler de bundan
yararlanır ve etrafına topladıklarını öğrenmemeye, söyleneni itiraz
etmeden kabule teşvik ederler. Başta Kuranıkerim olmak üzere
onların dini anlamayacaklarını onlara telkin ederler. Bunun için kitaplar
dolduracak kadar edebiyat geliştirmişlerdir.
Bu insi şeytanlar da
iki koldan çalışırlar. Bir kolu sapık tarikatlardır.
Onlar da bu tahribatı iki sebeple yaparlar. Biri; dini, imanı, şeriatı, Kitabı,
Sünneti yeterince bilmedikleri için kendilerini gerçekten
mürşit sanmaları, insanları yoldan çıkardıktan sonra, Kuranıkerim ifadesiyle ‘güzel bir iş yaptıklarını zannetmeleridir’.
İkincisi, niyeti daha başlangıçtan bozuktur, özellikle de dini heyecanları olan cahil
gençlerin kandırılıp sömürülmeye müsait olduklarını
şeytanlıkları sebebiyle bildikleri için, onları bile bile kandırıp kendilerine kul köle yaparlar, onların maddelerini manalarını
sömürürler.
Bunlara bakıp tasavvufu bir bütün
olarak reddetmek de başka bir şeytani aldatmadır. Tarihten günümüze İslam’ı
daha hassas ölçülerle, özellikle de nefis tezkiyesi ve ahlak olarak yaşamak
isteyen sağlam bir tasavvufi damar hep var olagelmiştir. O halde mesele
tasavvuf ya da tarikat meselesi değil, cehalet meselesidir.
Şeytanların insanları ve özellikle
de gençleri yoldan çıkardıkları ikinci kol cihat gibi
yüce bir duygunun yanlış anlatılması ve böylece
de aslında çok nadir bulunan bu ulvi duygunun adeta topraklanıp, üstelik bir
de başkaları adına heder edilmesidir. Bunun sebebi de
yine cehalettir, yani İslam’ın temel doğrularının bilinmemesidir. Ya da yine
hıyanettir, ipin ucu başkalarının elindedir.
Benim acizane gördüğüm manzara
şudur. İslam’ın ve Müslümanların dış düşmanları bu iki zayıf
noktayı da çok iyi tespit etmişler. Bugün bunları Müslümanların
parçalanmaları ve kendi kendilerini bitirmeleri için kullanmaktadırlar.
Bunun özel bilimini dahi yaptırıyorlar. Bugün sosyolojinin çatışma çıkarma, ya da istedikleri
yerlerde çatışmaları önleme gibi alt dalları var. Vurmak kırmak, gücünü
dağıtmak istedikleri İslam ülkelerini artık onlar için daha pahalı olan topla
tüfekle, bomba ile değil, kendileri oluşturdukları bu tür
örgütlerle perişan ediyorlar. IŞİD bunların
en belirgin olanlarından biridir. Buna rağmen bizim imanlı ve cihat aşkıyla
tutuşan pek çok gencimizin bunu gerçekten bir cihat hareketi olarak gördüğü ve
katılmak için can attığı da ortada. Oysa cihat da, Efendimizin
ifadeleriyle ‘kıyamete kadar devam edecektir’. Ama cihat
düşmana karşı yapılır. Cihadın en büyüğü de bilgi ile olan cihattır. Etrafına
on kişi toplayan cihat diye eylem yapmaya kalkışıyor, birileri de onu
kullanıyor.
Müslümanları mağlup etmenin en etkili
yolunun bu olduğunu öğrenen dış düşmanlar sadece bu örgütleri kendileri kurmuyorlar, ayna zamanda akidesi
bozuk kişileri, tarikatları ve oluşumları da maddeten destekleyip onlara
gaz veriyorlar. Tahribatı, dağılmayı, parçalanmayı, iç çatışmaları bu maşalar
aracılığı ile yapıyorlar. Televizyonlar kurduruyor, ya da
uygun olanları destekliyorlar. Bunlar o kadar açık yapılıyor
ki, bilgi ve basiretle bakanların anlamaması mümkün değil.
O halde yapılacak iş, İslam’ın en
öncelikli dairesinin herkes tarafından iyi bilinmesidir. Herkes âlim olamaz ama
herkes bilgili ve akıllı bir Müslüman olabilir. Seyyid Kutup, Müslüman bir
gencin temel İslamî bilgileri öğrenmedikçe ve İslam’ı kendi İslam’ı kılmadıkça
başka şeylerle meşgul olmaması gerektiğini söyler. Eskiden tarikatlar da böyle
imiş; kitaptan ve Sünnet’ten imtihanı geçemeyenler tarikata alınmazmış.
Tek başına Müslüman kalabilmek
zordur, elbette güç birliği yapmak, yine Kuranıkerim’in ifadesiyle dürüst
insanlarla beraber olmak önemlidir, ama hiç kimse İslam’ı paket program olarak
alıp kullanmamalıdır. O yapıyorsa mutlak doğrudur
denebilecek hiçbir âlim, hiçbir mürşit yoktur. Bu sebeple Allah
bazı sahabileri Resulüllah’a dahi, ‘neden böyle, ya Resulüllah?’ diye
sordurmuştur. Bu durum onların örnek nesil olması için Allah’ın özel olarak
yaptığı bir şeydir.
*
Beşer “dış düşmanlar”ın oyunlarından
söz ediyor.
IŞİD örneğini vermesi, akla ABD
gibi güçleri getiriyor.
Ancak, bir de iç düşmanlar var..
Ve bunlar, sapık ya da cahil tarikatlardan
ibaret değil.
İslam dünyası olarak
bilinen devletler topluluğunun mevcut üyelerinin kimi kurumları da o sapık ya da cahil tarikatlardan daha iyi durumda
değiller ne yazık ki..
Nitekim, ahir zaman ve kıyamet alametleriyle ilgili hadîslerde, bir zaman
gelip samimi müslümanların sığınabilecek yer bulamayacakları, sultanlarından, yani devletlerinden zulüm
görecekleri belirtiliyor.
*
Cihat kavramını IŞİD gibi CIA ürünü örgütler istismar ediyorlar da,
mevcut laik (yani dini olmayan, dinsiz) devletler istismar
etmiyorlar mı?!
Mesela, milletvekili,
hatta sıradan bir memur yapmak için bile Atatürk ilke ve inkılaplarına (ve bu arada laikliğe, yani dinler
arasında tarafsız kalmaya) bağlılık yeminini vatandaşlarına
dayatan Türkiye Cumhuriyeti Devleti, kendisi için ölen askerlerine şehit unvanını veriyor ve cami önlerindeki cenaze
merasimlerinde onları cennetle müjdeliyor.
Bu, istismar değil mi? Ya da bu da istismar değilse,
istismar nasıl birşeydir?
*
Üstelik söz konusu milletvekili ve memuriyet yemini, mevcut Anayasa’ya da aykırı..
Mesela Madde 5’le çatışıyor:
“Devletin temel amaç ve
görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini,
Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve
mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak
ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.
Bahis konusu yemin, insanın inanç ve fikir hürriyeti gibi en temel bir hakkını hukuk ve adaletle bağdaşmayacak şekilde
sınırlıyor.
Çünkü, Atatürk ilke ve inkılaplarının kapsama alamına
giren konularda Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına fikir ve inanç hürriyeti
tanımıyor.
Çağdışı (çağımızın
dışında kalmış olması itibariyle çağ dışı) ölmüş
bir adamın Atatürk ilke ve inkılapları denilen kişisel ve sübjektif düşünce
ve icraatını insanlara sanki gökten inmiş vahiy gibi “mutlak gerçeklik” ve “dogma”
olarak dayatması itibariyle de insanın
manevî varlığının gelişmesini engelleyici nitelikte.
Bilimsel
gelişme ve ilerlemeyi yok sayması itibariyle aklî gelişime de aykırıdır. Çünkü bu yemin, Atatürk ilke ve
inkılaplarının kapsama alanına giren konularda aklın kullanımını yasaklıyor.
*
Bu yemin Madde 10’a da aykırıdır:
Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç,
din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
Hiçbir kişiye, aileye,
zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Lafta böyle, uygulamada ise Kemalist (Atatürkçü) zümre imtiyazlı.
Ayrıcalıklı..
Türkiye'de değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ayrıcalıklara sahip zümreler var.
Atatürkçülük (Kemalizm) bir “siyasî düşünce”..
Onu “felsefî
inanç” kabul etmek de mümkün.
Peki Türkiye’de Şeriatçılarla Kemalistler kanun önünde
eşit mi?
Kemalist/Atatürkçü, inandığı siyasal düşünce (Atatürk ilke ve devrimleri) doğrultusunda yemin ederek inancının gereğini yerine getirmiş oluyor.
Peki bu yemini etmek zorunda bırakılan müslüman
(sosyolojik müslüman değil, inanç müslümanı) inancının gereğine göre yemin
edebiliyor mu?
Tabiî ki hayır..
*
Zaten öyle yemin edilecek olsa hemen “Laiklik çiğneniyor, laiklik isterük!”
naraları atılır, laikler savaş
baltalarını topraktan çıkarmak için hemen kazma küreğe sarılırlar, savaş tamtamlarını çalan davulcu
sanatkârları gulu gulu dansı yapmaya başlarlar.
TBMM eski Başkanı İsmail
Kahraman’ın “içinden laiklik geçen” bir konuşması yüzünden bir bardak suda
ne fırtınalar kopartıldığını hatırlıyoruz: Kılıçdaroğlu,
Bahçeli ve Akşener hemen “çılgın
Türkler” olarak gözlerine ve sözlerine vahşi bir hava verip çılgınca nutuklar
atmaya başlamışlar, sonra da sazı Erdoğan
alıp Kahraman’a ayar vermişti.
Karamollaoğlu ise
susmuştu.
“Ya hu bu ne çılgınlık! Biraz akıllı olun, hemen
dellenmeyin!” demesi gerekirken susmuştu.
Çünkü Türkiye’de din ve vicdan hürriyetinin aslı
astarı olmayan bir efsane, herkesin inanmış görünmeyi çıkarına uygun bulduğu
büyük bir palavra olduğunu, kendisinin konuşması durumunda işin partisinin
kapatılması noktasına kadar götürülebileceğini, derin devlet adı verilen her zaman aç laik (siyasal dinsiz) çetenin
kan kokusu aldığı için ağzının suyu akarak kenardan olayı seyretmekte olduğunu
biliyordu.
*
Bu yemin Madde 17’ye de aykırıdır:
“Herkes, yaşama, maddi ve
manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
Peki bir müslüman böyle yeminle dayatılan dogmalar,
siyasal düşünce ve felsefî inançlar karşısında kendi hür ve bağımsız manevî
varlığını nasıl koruyacak ve geliştirecek?
Böylesi bir durumda hür ve bağımsız bir manevî
varlıktan söz edilebilir mi?!
Edilemez!..
Çünkü, İslam dışı (İslam şeriatiyle yönetilmeyen)
devletlerin ve rejimlerin temel özelliği, insanlara gerçek (tam) bir hürriyet
vermemeleri, bir hürriyet illüzyonu
ve içi boş söylemlerle, kırıntı kabilinden özgürlüklerle insanları
aldatmalarıdır.
Bu gerçeği merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hoca,
Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde En’âm Sûresi’nin 136’ncı âyetini açıklarken çok veciz
bir biçimde anlatıyor:
… Burada iman ile şirki, önce biri
inanca, biri amel’e (fiil, eylem ve davranışa) ait olmak üzere iki açıdan
düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah’ı birleyen bir müminin Allah’tan başka hakem ve Allah’ın hükmünden başka hüküm (yasa,
kanun) tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o
ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah’tan başkasının
hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah’tan başkasının
hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah’ın hükmü adına
ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi
gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve
faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan, Allah’ı birleyen bir mümin bu iman
ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından
tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve “âkıbetü’d-dâr” (dünya yurdunun sonu) onun, o
inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o
zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve
fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin
uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek
mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke
sürüklenmekten uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı
olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda “Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak
müşrik olursunuz” (En’âm, 6/121) buyurulmuştu.
*
Gelelim madalyonun arka
yüzüne..
Ne yazık ki Anayasa türküsü
salt bu hak, hukuk, adalet ve hürriyet nağmelerinden oluşmuyor.
Aralara korku filmlerindeki
insanın yüreğini hoplatan çığlık ve gürültüleri hatırlatan ifadeler de
serpiştirilmiş.
Mesela Madde 14:
“Anayasada yer alan hak
ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik ve lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde
kullanılamaz.”
Bu madde mucibince,
Müslüman’ın “manevî varlığını koruma ve geliştirme” faaliyeti istenilen (ya da
fırsat bulunan) herhangi bir zamanda “laik Cumhuriyeti”, yani laikliği ortadan
kaldırmayı amaçlayan faaliyet olarak yorumlanabilir.
Geçmişte yorumlandı..
Bu yüzden Milli Nizam
Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi kapatıldı.
Madde 12 de aynı durumda:
“Temel hak ve
hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu
sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve
ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
Mesela bir müslüman olarak
Allahu Teala’nın haram kıldığı davranış ve eylemlerin yasaklanmasını talep
ettiğinizde inancınız, maneviyatınız ve siyasal düşünceniz bu maddeye takılıp
yere kapaklanabilir.
*
Bütün bunlar şu anlama
geliyor:
Bir Kemalist/Atatürkçü ile
bir müslüman yan yana geldiğinde ikisi vatandaş olarak eşit, fakat Kemalist olan, (Orwell’in
tabiriyle) “daha eşit”..
Böylece, merhum
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır rh. a.’in Hak Dini Kur’an Dili adlı
tefsirinde Fatiha Suresi’nin açıklarken anlattığı bir başka gerçeğe ulaşıyoruz:
Sözlü ve yazılı İslami eserlerde
hürriyet, kişi haklarına sahip olmaktır (Keşf-i Pezdevî).
Bunun tam tersi, haklarına başkasının sahip olması demek olan esirlik ve
köleliktir. [Orijinali: “Lisanı İslâm’da hürriyyet, hukukuna
malikiyyet diye tarif olunur, (Keşf-i Pezdevî) ki bunun zıddı hukukuna
başkasının malik olması demek olan esaret ve rıkkiyettir.”]
Hakların (hukukun) aslı ise, Allah’ın
koymuş olduğudur. Bundan dolayı her hangi bir kişi Allah’ın koyduğu hukuku, kendi rızası olmaksızın, başka bir insanın yaptığı diğer bir hukuk ile
değiştirmeye, bozmaya veya tasarrufta bulunmaya mahkûm olabiliyorsa o artık yalnız Allah’ın kulu değildir. Ve onda bir esirlik
payı vardır. Artık onun vecibeleri ve vazifeleri (görev ve
sorumlulukları) yalnız hakkın gereği için
değil, şunun bunun heves ve isteğine tabidir. [Orijinali: “Asl-ı hukuk ise vaz’-ı ilâhidir. Binaenaleyh herhangi bir
ferdin vaz’-ı ilahi olan hukuku kendi rızası munzam olmaksızın diğer bir vaz’-ı
beşerî ile tebdil, tağyir veya tasarrufa mahkûm olabiliyorsa, o artık yalnız
Allah’ın kulu değildir. Ve onda bir hisse-i esaret vardır. “Ve artık onun
vecaib ü vezaifi mahzı hakkın icabına değil, şunun bunun keyf ü iradesine
tabidir.”]
Bundan dolayı Allahü Teala’yı
tanımayan kimsede, haklarına (hukukuna) sahip olma anlamında hürriyet hakkını
farz etmek bir çelişki olduğu gibi, Allahü Teala’dan başkasına kul olanlarda
da, hürriyet farz etmek imkânsızdır. Ve bunun için hürriyete kâfil olma, yalnız
Allah’a kulluktadır. Ve doğru yolun başlangıç noktası bu kulluk ve dünya ile
ilgili ilk maksadı da en büyük nimet olan bu hürriyet hakkıdır. Bunun başı da
Allah vergisi nimetlerden olan hayat ve kazanılan nimetlerden olan
imandır. (Binaenaleyh Hak Tealâyı tanımayan kimsede hukukuna malikiyet
manasına hakk-ı hürriyet farz etmek bir tenakuz olduğu gibi, Hak tealâdan
başkasına kul olanlarda da hürriyet farz etmek imkânsızdır. Ve bunun için
zâmini hürriyet yalnız Allah’a ubudiyettedir. Ve sırat-ı müstakimin mebdei bu
ubudiyet ve ilk gaye-i dünyeviyesi de nimet-i uzma olan bu hakk-ı hürriyettir.
Bunun başı da niam-ı vehbiyeden hayat, niam-ı kesbiyeden imandır.)
Evet, hukuk, işte budur!
Mevcut Anayasa’nın sözünü ettiği hukuk ise İslam
açısından (Atatürk ilke ve inkılapları açısından değil, İslam açısından) Allahu Teala’dan başkasının kulu ve kölesi haline gelmekten
ibarettir.
*
Faruk Beşer’in yazısına dönelim..
İslam dünyasında sorun sadece onun dikkat çektiği
şekilde sapık ve/veya cahil tarikatlar değil.. Asıl sorun mevcut devletler ve rejimler..
O tarikatların birçoğunun bozuk hale gelmesinin sebebi
ya da etkeni de yine bu devletler.. İstihbarat teşkilatları vasıtasıyla
hepsini içeriden dizayn ediyor, bir zaman sonra tümden ele geçiriyorlar.
Bazen de yeni dinî hareketler ve dinî önderler üretiyorlar.
Mesela, Genelkurmay İstihbarat Dairesi eski
Başkanı emekli Korgeneral İsmail Hakkı Pekin, Fethullah Gülen
ile Mehmet Şevket Eygi’nin Özel Harp tarafından
keşfedilip sivriltilmiş olduklarını açıkladı. Daha önce de Latif Erdoğan gibi isimler Fethullah’ın CIA-MİT konsorsiyumunun adamı olduğunu dile
getirmişlerdi. Buna göre, sonradan CIA, stratejik ortağı MİT‘e
kazık atmış, Fethullah’ı tek başına kullanmaya başlamış bulunuyor.
28 Şubat’ın Müslüm
Gündüz’ü de aynı durumda.. Benzer şekilde Nurcu grupların birçok liderinin
derin devletin adamları oldukları biliniyor (Ki bazılarının adlarını Mehmet Kutlular ve Mustafa Kaplan gibi isimler açıkladılar).
Birçok tarikat, dergâh ya da tekkenin de vaziyeti
böyle.. Bunlara tarikat niteliği taşımayan başka cemaat, grup, klik ve sivil
hareketleri de ekleyebiliriz.
*
Evet, tarikatlardan önce devletleri, hem de yabancı
devletler kadar İslam dünyasındaki devletleri konuşmamız gerekiyor.
Tabiî bir de partiler ve parti liderleri meselesi var.
Yani sorun sadece sapık ya da cahil şeyhler değil..
Mesela Erdoğan, Arap Baharı
sırasında Tunus ve Mısır’da Şeriat’e karşı laiklik tavsiyesinde
bulunmuş, İsmail Kahraman‘ın anayasa ve
laiklik konusundaki malum açıklaması üzerine de o tavsiyesini tekrar
hatırlatmıştı..
Dinde zorlama yoktur, Erdoğan istediği gibi
inanabilir, Şeriat’e karşı laikliği benimseyebilir, fakat böyle bir siyasetçi 2017
referandumundan önce Bursa’da, kendisinin arzusu hilafına oy kullanacak
vatandaşlara “Dünyanızı ve ahiretinizi tehlikeye atmayın!” diye
seslenebilmişse, ortada şu sapık tarikatlar meselesi kadar ciddi ve önemli bir
çarpıklık var demektir.
Halbuki, Hz. Ebubekir bile,
yerine tavsiye ettiği Hz. Ömer için,
“Kanaatimce en layık olan odur, fakat eğer zulmederse ben gaybı
bilmem” demişti. “Ömer’in hilafetini kabul ederseniz ahiretiniz
garanti” diye konuşmamıştı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder