SÜLEYMAN
ARİF EMRE, LOZAN’DAKİ GİZLİ CELSEYİ VE LAİKLİĞİN TÜRKİYE’DEKİ İŞLEVİNİ
ANLATIYOR
TBMM Tutanak Hizmetleri
Başkanlığı
Komisyon: DARBE
Giriş : 12.00, Tarih:
26/6/2012, Grup: Uyan
DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU
BAŞKANI YAŞAR KARAYEL– Muhterem Süleyman Ağabey, ev sahipliği yaptığınız ve bizi kabul ettiğiniz için size
teşekkür ediyoruz. Türkiye Büyük Millet Meclisi ülkemizde demokrasiye müdahale
eden tüm darbe ve muhtıralar ile demokrasiyi işlevsiz hale getirmek isteyen
bütün girişim ve süreçlerin tüm boyutlarıyla araştırılarak, alınması gereken
önlemlerin belirlenmesi amacıyla dört siyasi partimizin de müştereken vermiş
olduğu Meclis araştırması önergesinin kabulüyle bir Darbeleri Araştırma
Komisyonu kuruldu. Bu Darbeleri Araştırma Komisyonu üç kısımdan
oluşuyor: 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 80 darbesi ve 28 Şubat dönemindeki
yaşadıklarımız ve 27 Nisan Bildirisi’yle oluşan üç tane komisyonumuz var. Biz
bu 3’üncü komisyon olan, Darbeleri Araştırma Komisyonu, 28 Şubat ve 27 Nisan
dönemini araştırıyoruz. Buradaki arkadaşlarımız, Avukat Feyzullah Kıyıklık Bey, İstanbul Milletvekilimiz;
Avukat İdris Şahin Bey, Çankırı Milletvekilimiz, bizim
aynı zamanda komisyon sözcümüz, AK PARTİ milletvekili her ikisi de; Sırrı Süreyya Önder Bey İstanbul Milletvekilimiz,
kendisi Adıyamanlı, sizin de hemşehriniz, şu anda Barış ve Demokrasi Partisi
adına burada bulunuyor. Benim ismim de Yaşar Karayel, Kayseri Milletvekiliyim,
bu alt komisyonun başkanlığını yapıyorum. Bize ev sahipliği yaptığınız için
size teşekkür ediyoruz.
SÜLEYMAN ARİF EMRE – Biz de teşekkür ederiz.
BAŞKAN – Sağ olasınız. Öncelikle, kayıtlara geçmesi açısından
kendinizi kısaca, biyografinizi söyleyerek lütfederseniz memnun oluruz. Buyurun
efendim.
SÜLEYMAN ARİF EMRE – Ben, 1923 doğumluyum. Mesleğim avukat, önce Ankara’da, sonra Adıyaman’da avukatlık yaptım. Sonra Adıyaman’da politikaya giriştim, 65 seçimlerinde Yeni Türkiye Partisinden milletvekili seçildim. …
Şimdi, gerçekten Milli
Nizam, Milli Selamet, Refah, Fazilet, bütün bu davalar nasıl oldu? Darbelerin
meydana getirdiği yamukluk sebebiyle siyasi parti hak ve hürriyetleri nasıl
ortadan kaldırıldı, onu anlatmak istiyorum. Şu şekilde: Gene belgelere hemen el
konuluyor, bir yere, çuvala muvala saklanıyor. Ondan sonra, Başsavcı birçok kendi yakını olan yazarlara, gazetecilere
delil ihdas etmek için makale yazdırıyor, o makaleyi Anayasa Mahkemesine
götürüp veriyorlar…. Ondan sonra, belge yok, Partinin her şeyi
kapalı, bir de üstelik partilerin hukukunu garantiye, istikrara kavuşturmak
için Siyasi Partiler Kanunu tedvin edilmiş o sırada, 648 sayılı Kanun ve ondan
sonra da onu takip eden kanunlar. Bu kanunları nasıl aşıyorlar? Despotluk yapmak için yani bir nevi darbe
içgüdüsünden kaynaklanıyor.
Biz Anayasa Mahkemesine diyoruz ki: “Efendim, birkaç şahsın sözüyle milyonlarca oy almış bir parti kapatılamaz." Siyasi Partiler Kanunu’nda gerçekten isabetli bir hüküm var. Ne diyor o, "Evvela, o kişiler ait olduğu mahkemede yargılanır, siyasi yasakları çiğnediğine dair mahkeme karar verir. O kararı, Anayasa Mahkemesi Savcısı partiye gönderir, bir ay içerisinde o şahıslar ihraç edilmezse, parti kabullenmiş olur o yasak fiilleri, ondan sonra dava açılır."
Anayasa Mahkemesi oturuyor, diyor ki: “Ben, o şahıslarla ilgili 3-5 kişinin mahkemeye sevk edilmesini edilmemesini ciddiye almıyorum. Ondan dolayı, sizin dayandığınız o savunma maddesini, biz hem Anayasa Mahkemesiyiz hem de kanunları yargılayan mahkemeyiz, iptal ettik. Başka diyeceğiniz var mı?”
İnceliyoruz, bir madde daha buluyoruz, “Peki, öyleyse inceleyelim.” diyorlar.
Ertesi gün, biri çağırıyor “Evvela bu davalara duruşmalı bakılır” dediği hâlde o zamanki 648 sayılı Kanun’da, “Peki, duruşmalı bakalım” dediler, sonra dediler ki “Yanılmışız, duruşmasız bakacağız.”
Daha
sonra 2’inci maddeyi de öne sürdük, “Bu varken de kapatamazsınız dediler. Biz
onu da inceledik, onu da iptal ettik” dediler.
Hadi bakalım ne diyeceksin! [Erbakan] Hoca da o zaman Genel Başkan, dedi ki: “Ormanda bir fil çamları devire devire geliyor, hiç kurtuluş yok.”
Refah Partisinin davası da o şekilde, aynı prosedürde, partilerin savunmasını sağlayan maddeler iptal edilmek suretiyle, Fazilet Partisi de o şekilde kapatılmıştır.
Yani, Türkiye’de ne
demek oluyor bu: Siyasi hak ve hürriyetler mahkemelerin darbe içgüdüsüne
kapılmaları dolayısıyla işlemez hâle gelmiş bulunuyor. Mesela o zaman şeyle
ilgili “kayıp trilyonlar davası” var. Makbuzları, belgeleri ortaya koyacağız,
altmış sekiz çuvala doldurulmuş, üstü mühürlenmiş, onu çıkartıp okuyamıyor,
kullanamıyorsunuz. Ondan sonra, hadi bakalım, sen hamasi bir nutuk çek de parti
kurtulsun!…
Bildiğiniz gibi 1’inci, 2’inci Meşrutiyeti Abdülhamit Han ilan etmişti fakat Abdülhamit Han, darbeyle, darbe-i hükûmetle tahttan indirildi. İlk defa orada başladı böyle bir zorbalık diyelim.
Cumhuriyetten sonra niçin sık sık darbe ve darbe gerilimi meydana
gelmiştir? Bildiğiniz gibi, cumhuriyette, Avrupa’da olduğu
gibi, din ve vicdan hürriyeti ilmî tariflerine uygun olarak kabul edilmemiştir.
Devamlı tek taraflı, Müslümanları ezecek şekilde bir tatbikata müsait bir şey
ortaya konmuştur. Niçin bu yapılmıştır? Şimdi "Efendim, biz
yeni bir inkılap yaptık.”
İşte İstiklal Mahkemelerinin fonksiyonunu
biliyorsunuz, birçok kişi hiç yüzünden, sorgusuz sualsiz idam edilmiştir.
“Bu şartları da göz önünde tutarak, biraz da şey davranmak lazım, devrimler
oturuncaya kadar yerine böyle şeylerden bahsetmemek lazım.”
Şimdi, şu şekilde bir hatıramı anlatacağım, kısa kesmek için, çok teferruatlı olaylar var da: 1965 senesinde Meclise ilk defa girdiğim zaman, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Meclise getirilmişti, Yeni Türkiye Partisi milletvekili ya da grup başkan vekili olarak, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planına bir ek yapılmasını önergeyle teklif ettim. Dedim ki: “Yalnız maddi hedeflere yönelik bir planlama yetersiz kalır. Osmanlı devrinden beri sükûta başlayan ahlakımızı yeni nesilleri eğiterek bir de manevi kalkınma, ahlaki reform yapmamız lazım gelir" diye bir önerge verdim.
Bu önergeden sonra, İsmet Sezgin çıktı, dedi ki:
“Sarahaten böyle bir hükmü yok ama planı zımnen vardır, önergenin, teklifin
reddine…”
O sırada da Ali İhsan Çelikkan diye bizim Yeni Türkiye Partisi’nin bir milletvekili vardı, Gümüşhane Milletvekili, Ekrem Alican Bey’in de akrabası. Ali İhsan Çelikkan dedi ki: “Arif Ağabey, ben senin önergene oy verdim, haberin olsun.”
“Ya, İhsan aynı partideniz.” dedim.
“Ondan dolayı değil de içtenlikle oy verdim. Şimdi bir
hatıramı size anlatacağım.” dedi….
Şimdi, İkinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı’na verdiğim önergesinden sonra Ali İhsan Çelikkan “Ben bu
konuyla ilgili tarihî bir hatıramı size anlatmak isterim.” dedi ve şöyle
anlattı:
... [Bunlar] 40- 50 tane solcu genç, Türk Millî Talebe Federasyonu solcu bir teşekküldü o zaman…. Celal Bayar’a gidiyorlar, Tevfik İleri’yi şikâyet ediyorlar, diyorlar ki: “Tevfik İleri, Milliyetçiler Derneğine para yardımı yaptı. İlerici, Atatürkçü olan Yalman’ı Hüseyin Üzmez ondan dolayı vurdu.” …
Ali İhsan Çelikkan …, o solcu gençlerle beraber kendisi de talebeymiş o zaman,
Ekrem Alican Bey’in tesiriyle düzeltmiş fikirlerini.
Celal Bayar … “Söyleyin bakalım gençler, laikliğin bizdeki esas hedefi nedir?”
Gençler demiş ki: “Efendim, din işi ayrı olacak, devlet işi ayrı olacak.”
“Hayır oğlum, sadece o değil.”
"Kanunlar yapılacağı zaman dinî kurallara hiç müracaat edilmeyecek.”
“O da değil, şu da değil.”
“Peki efendim nedir?” demişler,
Celal Bayar aynen şöyle söylüyor, “Biz zor anda, gizli celsede Batılılara söz verdik, belli bir zaman süreci içerisinde bu millete bu dini unutturacağız. Bizdeki laikliğin gayesi budur” diyor Bayar.
Ali İhsan Çelikkan bunu duymuş.
O esnada solcu olmayan
gençlerden birisi de Celal Bayar’ın bu sözüne şahit olmuş. Bizim eskiden
“Hulusi Özkul” diye bir Adana milletvekili vardı, şimdi sağdır,
mevcuttur…. Hulusi Özkul da orada, aynen Celal Bayar’ın bu
ikrarını dinlemiş.
Şimdi yani esas maksat zamanla bu milleti, şehitleri şehit, gazileri gazi yapan ruh ve imandan ve karakterden uzaklaştırmak, gaye bu yani “maneviyatını öldürmek” desek de aynı manaya geliyor. Şimdi böyle olduğu için…
Celal Bayar şunu da ilave ediyor: “Bu Batılılara verilen
gizli sözün bekçiliğini bizde devlet başkanları yapar. Başka? Ordu yapar,
devlet başkanları yapar ve ondan sonra mahkemeler yapar. Benden sonraki devlet
başkanları da aynı görevi yapacaklardır. Batılılara biz böyle söz verdik, hadi
bakalım inkılapçı gençler, böyle bilesiniz, böyle hareket edesiniz.”
Bu zihniyet ve bu iş
birliği ortada olduğu için, sık sık bu sebebe dayalı olarak,
laiklik de doğru dürüst tarif edilmediği için, bu yüzden partiler kapatılıyor,
darbeler yapılıyor, “İrtica geliyor, geldi, gelecek, öyleyse bu partiyi
kapatalım.”
Bakınız Menderes Meclis konuşmasında bir cümle söylemiş. Menderes’e karşı Meclis o kadar sert davranmıştı ki ben o hadiseleri hatırlıyorum. Ben o hadiseleri hatırlıyorum, demiş ki: “Arkadaşlar, Meclis her zaman gündemine hâkimdir, siz isterseniz hilafeti bile getirirsiniz.”
Şimdi, bir general başka bir darbede, aynen, ben
televizyondan dinledim, böyle dediği için bile onu idam ettiler. Şimdi, şey
buradan başlıyor; gerçek demokrasiye geçmek şöyle dursun,
milletin bütün manevi değerleriyle karşılaşma gibi, mücadele etme gibi bir
mecraya girmiş bulunuyor. Onun için, bu sebepten, “Efendim,
laikliğe aykırı hareket ettin, biz senin partini kapatacağız.” Adalet
Partisinin de aleyhine dava açan bu sebepti, bu gerekçeydi. Hatta, gelelim 28
Şubata….
Şimdi, devamlı olarak İslami hareketin sindirilmesi, etkisiz hâle getirilmesine çalışılmıştır. Bilhassa, İnönü devrinde -ben İçişleri Bakanlığında memurdum, hem memur hem talebeydim- İnönü zamanında İmam Hatip okulları kurulması yasaktı, ilahiyat fakültesi kurulması yasaktı, İslami müessese kurulması yasak, hepsi yasak.
Ahmet Hamdi Akseki, merhum -bilahare Diyanet İşleri Başkanlığında ben memur da oldum- “Memleket asıl irticaya şimdi girdi.” diyor. Şimdi, camilerde cuma hutbesi okuyacak hoca kalmamış, cenaze yıkayacak hoca kalmamış. Bir köylü delikanlısı “İşte, ben hocayım.” demiş, ona “Sen hoca değilsin.” diyen de yok.
Öyle bir korkunç Fetret Devri uygulandı ki ben şuna şahit oldum İçişleri Bakanlığında memurken: 5-6 bin kişi
listeye konuyor, eski müftülerden, dinî bakımdan, nice bilgili ilim
adamlarından, şundan bundan, bunlar sürgüne gönderiliyor. Şarktaki garba,
garptaki şarka, şimaldeki cenuba, cenuptaki şimale sürgüne gönderiliyor.
Maksat, dine baskı yapıp sindirmek.
Ondan sonra ne yapılıyor?
Aleyhlerine dava açılıyor, delil olsun, olmasın. Ertesi sene gene aynı
tatbikat, ertesi sene gene aynı tatbikat. Dinî eğitim yasaklandığı hâlde yetinilmiyor
onunla, bir de böyle bir idari mekanizma işletiliyor. Neticede, memleket,
tamamen, Bayar’ın dediği şekilde dini unutturma politikasını önemli bir
politika olarak benimsemiş sayılıyor.
Şimdi, bu 28 Şubatlar,
bizim partilerin kapatılması falan filan aynı zihniyetin devamından ibarettir.
Bakınız, şimdi, Vural Savaş Refah Partisini kapatmak için dava açtı. İddianamesinde şuna dayanıyor: Erbakan on sekiz maddelik, Millî Güvenlik Kurulunun dayattığı laiklikle ilgili şartları kabul edip uygulamadı, ondan dolayı bunun partisinin kapatılması lazım diyor. Bu gerekçeyle dava açıyor. Anayasa Mahkemesi aynı gerekçeye başka gerekçeler ekleyerek parti kapatıyor. Fazilet Partisi de aynı şekilde kapatılıyor.
Yani İslami herhangi bir mesele
bir siyasi parti tarafından ele alınsa derhâl o şaibeli hâle düşmüş oluyor….
Bizim bu konuda, yalnız,
Celal Bayar’dan edindiğimiz o itirafa ilaveten bir de şunu hatırladım: Hukuk fakültesinde 1944 senesinde Lozan seçmeli ders olarak bize
okutulmuştu. Nusret Mete isminde bir profesörümüz, o da aynı şekilde
söylemiştir, “Bizdeki laikliğin gayesi budur” demiştir.
[Bant/kaset kaydı çözülürken Metya şeklindeki
soyadının yanlışlıkla Mete olarak yazıldığı anlaşılmaktadır. Nusret
Metya, Lozan‘da, Dışişleri Bakanlığı İkinci Hukuk Müşaviri sıfatıyla görev yapmıştır.]
Bizim parti, Millî Nizam
Partisi, [Milli] Selamet olarak ortaya çıktıktan sonra daha, henüz, tam manasıyla
teşkilatlanmadan şöyle bir komployla karşılaştık: Orhan Birgit bana rast geldi
-Hazineden geliyorum, ben hem avukatım hem Genel Başkanım o sırada- dedi ki:
“Arif Bey, niye o kadar rahat adamsın sen? Bu Demirel ne yapmış? Demirel
Selamet Partisinin kapatılması için bir dosya hazırlattırmış, bu dosyayı da
Millî Güvenlik Kuruluna göndermiş, iki gün sonra Millî Güvenlik Kurulunun toplantısında
kapatılmalıdır derse derhâl siz kapatılacaksınız” deyince tabii, ben çok
üzüldüm, başımdan aşağı kaynar su döküldü….
Ne yapmışlar, biliyor
musunuz? Kadir Mısıroğlu’nun harf inkılabı aleyhinde, Atatürk aleyhinde,
getirilen Ceza, Medeni Kanun, Borçlar Kanunu hepsi gâvur kanunudur diye yazdığı
makalelerin üstüne şimdi Genel Başkan Süleyman Arif Emre konuşuyor diye
bir sahte giriş eklemişler. Bunları banda çevirip bu
bantları da paşalara göndermişler ki paşalar onu okuyacak, ertesi gün partiyi
şey edecek….
Şimdi, benim hatırımda kaldığı kadarıyla Fransa’da buhranlı bir dönemde, sanıyorum, Vichy Hükûmeti diye beceriksiz bir hükûmet varmış. Dört kuvvet komutanı, aynen Türkiye’de olduğu gibi, deklarasyonla, “Çekilsin bu hükûmet, biz yenisini kuracağız.” diyorlar. Bütün Fransa halkı, bütün sivil toplum kuruluşları, sendikalar, partiler, hatta seksenlik kadınlar bile reaksiyon gösteriyorlar. “Darlan’ın askerlerine biz süpürge sopasıyla, ekmek bıçağıyla karşı koyarız.” diyorlar ve ilk yaptırım olarak Demokratik Cephe genel grev ilan ediyor. Genel grev ilan edince grevi kırmak için GMC’ler, cipler sağa sola gidiyor, hiçbir şey yapamıyorlar. Öyle bir Fransa. İki üç gün sonra bakıyorlar ki durum vahim, “Biz büyük milletimizden özür dileriz. Varsa cezamızı çekmeye razıyız, biz deklarasyonumuzu geri aldık.”
Şimdi, Türkiye de demokrasiyi muhafaza konusunda buna benzer tavırları sürdürürse demokrasi gerçekten Türkiye’de yerleşir ve bir daha da geri dönülemeyecek hâle gelir. Ama darbe olacakmış, ben darbeci değilim ama yan cebime koyarsanız memnun olurum kabîlinden, 27 Mayısta İnönü’nün yaptığı gibi… İnönü 27 Mayısta tavır koysaydı bir şey olmazdı.
Bütün diğer
partiler “Bana ne canım, aleyhine darbe yapılacak olan parti düşünsün, ben bu
işe karışmayayım.” dedi miydi, o zaman demokrasi gemisinin delinmesine izin
verilmiş oluyordu….
BAŞKAN – Rahmetli Erbakan Hoca, bir televizyon programında Amerikan kriptolarınıgöstererek Amerika’nın Refah
Partisi Hükûmetinden rahatsız olduğunu ve bu iktidarın düşmesine dair bir
kriptodan bahsetti. Siz gördünüz mü onu?
SÜLEYMAN ARİF EMRE – Ben onu gördüm, okudum, Hoca’ya tekrar verdim. Tamamen CIA’nin öyle bir raporu var, o da bizim elimize geçmiştir. Bilhassa Hoca’nın D-8’leri kurmuş olması Amerika’yı son derece kızdırmış ve “Mutlaka bu Hükûmet bertaraf edilmelidir.” kanaati hasıl olmuş….
*
“İngiltere ile Lozan'dan
önce gizli hilafet anlaşması yapıldı”
Derin Tarih yıllardır merak
edilen gizli anlaşmanın perdesini aralıyor.
Atatürk’ün okul arkadaşı Ohrili Kemal Bey’in
yakın dostu İsmet İnönü’ye yazdığı, Lozan Antlaşması öncesinde imzalanan gizli
anlaşmayı ifşa eden mektupların tam metni ilk kez Derin Tarih’te.
Prof. Dr. Metin Hülagü mektupları tarihî önemi
ve muhtevası açısından değerlendirirken, Mustafa Armağan Ohrili Kemal’in İsmet
İnönü’ye gönderdiği mektupla resmî tarihe ve Lozan’a dair hangi ezberlerin
yıkıldığını analiz ediyor.
Prof. Dr. Cemil Koçak, Prof. Dr. Mustafa Budak
ve Gazeteci – Yazar Avni Özgürel ise İngilizlerle yapılan gizli anlaşmanın
Hilafet’in kaldırılmasına etkisini açıklıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün Harbiye’den arkadaşı olan Ohrili Kemal
Bey’in İsviçre’den Ankara’ya (Cumhurbaşkanı İnönü’ye) gönderdiği 1946 ve 1947
tarihli mektuplar yakın tarihin en merak edilen mevzularından birine ışık
tutuyor. Ohrili Kemal Bey’in İnönü’ye sunduğu teklifler ve tavsiyelerin satır
araları Lozan Antlaşması öncesinde Ankara ile Londra arasındaki hilafet
pazarlığını ifşa ediyor. Kemal Ohri, Lozan Antlaşması öncesi hilafet ve
saltanatı kaldıran, ayrıca din eğitimini yasaklayan Türk-İngiliz Gizli
Antlaşması’nın hâlâ yürürlükte olduğunu İsmet İnönü’ye hatırlatmakta, anlaşmaya
imza atan kişi olarak kendisine bu anlaşmanın İngiltere ile anlaşarak yine
kendisi tarafından feshedilmesini teklif etmektedir.
(https://www.yenisafak.com/hayat/ingiltere-ile-lozandan-once-gizli-hilafet-anlasmasi-yapildi-3388486)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder