UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 69
Bu yazı dizisine, Uğur Mumcu’nun Kazım Karabekir Anlatıyor adlı
kitabında yer alan bilgileri aktararak başlamıştık.
Ancak, Kâzım Karabekir Paşa’nın verdiği bilgileri başka
tanıklıklar çerçevesinde sorgulamak ve teyit etmek
gerekiyordu.
Ayrıca, tartışmalı hususlarda Selanikli Mustafa
Atatürk’e de söz hakkı vermek, ve kendisine yöneltilen suçlamalar konusunda
savunma hakkı tanımak, hem bilimsellik hem de hak ve hakikate
bağlılık bakımından vazgeçilmez bir şart durumunda.
Selanikli, olaylara ilişkin (Nutuk’unda yer
almayan) tanıklık, düşünce ve değerlendirmelerini sofrasının müdavimi has adamı
Falih Rıfkı Atay’a anlatıp yazdırmış durumda.
Bunların bir kısmı,
Atay’ın M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs adlı kitabında
yer alıyor.
Bilindiği gibi,
Selanikli’nin Nutuk’u “1919 senesi Mayıs'ının 19. günü
Samsun'a çıktım” diye başlar.
Öncesi işte Atay’ın bu
kitabında ve Çankaya’sında..
*
Mütâreke, terk
kelimesiyle aynı kökten geliyor.. Kastedilen, silahları ortaklaşa/birlikte (karşılıklı
olarak) terk, yani ateşkes.. (“Barış” antlaşması sonraki iş..)
Sözü edilen mütareke, Mondros
Mütarekesi.. 30 Ekim 1918 tarihinde (Vahideddin henüz dört aylık
padişahken) imzalanmıştı.
Bundan iki hafta sonra, 13
Kasım günü İngiliz donanması, mütarekenin bir sonucu olarak İstanbul’a
geldi.
Aynı gün, Selanikli’nin
Adana’dan bindiği tren, Haydarpaşa istasyonuna ulaştı.
Hem İngiliz subayları,
hem de Selanikli Pera Palas Oteli’ne yerleştiler. (Selanikli, anasının
Beşiktaş-Akaretler’de evi varken tutup İngilizler’le aynı otelde kalmaya
başladı. Gelecekle ilgili planları bunu gerektiriyordu).
Selanikli Filistin’de
İngilizler’in önünden kaçarak onlara büyük bir zafer bahşetmiş, Mondros
Mütarekesi’nin imzalanmasının yolunu açmış durumdaydı.
Zaten söz konusu
yenilgisinin ardından, (kendisini yaver yapmış olan) yeni padişaha (aralarındaki
samimiyete güvenerek) bir telgraf gönderip İngilizler’le behemahal (her
ne pahasına olursa olsun) barış yapılmasını teklif etmişti.
*
Aynı telgrafta, (gözü hep yukarılarda olduğu için) kendisinin de içinde bulunduğu yeni bir hükümet kurulması tavsiyesinde
bulunmayı da unutmamıştı.
[Filistin’deki
yengilginin ve ardından yaşananların ayrıntılarını geçmiş bölümlerde anlattık.
Filistin’de emri
altındaki orduya “Ben size taarruzu (hücumu) değil ölmeyi emrediyorum”
demedi. “Kaçmayı emrediyorum” dedi.
En önce de kendisi kaçtı.
Çanakkale’de de öyle
büyük bir başarısı yok.. Abartılıyor.
Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk adlı kitabında,
Jandarma yüzbaşısı Rıza Ruşen Yücer'den naklen
anlatıyor:
"Atatürk'e
ait meşhur bir saat hikayesi vardır. Çanakkale'de, göğsünün sol üst
cebindeki saate bir kurşun isabet etmişti. Bu fıkranın [anekdotun] birkaç
türlüsünü dinlemiştim. Fakat şimdi anlatacağım değişik şeklini, bir izci kafilesini
Canakkale'de harb sahasını gezmeye götürdüğümüz zaman bize kılavuzluk eden
bir Jandarma yüzbaşısından ve tam olayın gectiği Kemal Yeri'nde dinledim:
"
'Askerlikte aranan en mühim vasıflardan biri, çabuk karar verme denilen
meziyettir. Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal, Kocaçimen Tepe'nin ön
kesimindeki dalgalı sırtlara kadar ilerledi. Burada bir gözetleme müfrezesi
vazife görüyordu. Komutan, müfreze komutanının yanına sokuldu. 'Yakında düşman
var mı?' diye sordu. Teğmen tereddütsüz cevap verdi: 'Hayır Paşam, yoktur!..'
" Mustafa
Kemal, bu teminat üzerine ayağa kalktı, dürbünle ileri bakmağa başladı. İşte
tam bu sırada birkaç tüfek birden patladı ve kurşunlarından biri Mustafa Kemal’in
göğsüne rastladı. Kurşun, bahtiyar bir tesadüfle, göğüs cebindeki büyük saate çarpmıştı.
Mustafa Kemal, haklı bir hiddetle takım komutanınacıkıştı; 'Hani duşman
yoktu?..'
'Takım komutanı.
Anafartalar kahramanına aldırmadı bile. Erlerine döndü ve yüksek sesle.
'Benim takım, süngü tak, hücum’ emrini verdi.
"Yere
yatmış olan takım, bir anda zemberek gibi boşandı; marş marşla hücuma
gecti; az ilerde, arazinin dalgalı oluşundan faydalanarak gizlice yakına
kadar sokulmuş olan bir keşif mangasını tepeledi ve tekrar eski yerine döndü.”
(Niyazi Ahmet
Banoğlu, Nükte, Fıkra ve Çizgilerle Atatürk, s. 90’dan aktaran Gayrı Resmî Yakın Tarih Ansiklopedisi, C. 1, İstanbul: Risale Yayınları, 1993, s. 130-1.)]
*
Evet, mütareke
döneminden bahsediyorduk.
Selanikli, 13 Kasım
1918’den (Samsun’a gitmek üzere İstanbul’dan ayrıldığı) 16 Mayıs 1919 tarihine
kadar altı ay boyunca İstanbul’da kaldı.
Bu süreçte yaşadıklarını
ve yaptıklarını, çevirdiği entrika ve dalavereleri geçmiş bölümlerde genişçe anlatmaya çalıştık.
Bu arada, Selanikli’nin
Atay’ın mütareke dönemiyle ilgili söz konusu kitabında yer alan
açıklamalarından uzun alıntılar yaptık.
Selanikli’nin ifadelerini
aktarmaya (kaldığımız yerden) devam edelim.
Şunu diyor:
O sırada [1919’un ilk ayları] İstanbul'da [İngilizler
istediği için] birçok kimseyi tevkif ettiler (tutukladılar). Fethi (Okyar) Bey de
bunların arasında idi.
Fethi Bey'i iki defa tuttular. Birincisinden, bilmem
nasıl, çabuk kurtuldu, fakat ikincisi biraz uzun sürdü. Galiba bu ikincisinde
olacaktır, kendisini görmek istedim. Yaverim mevkufların (tutukluların) polis
müdürlüğü içindeki bir dairede bulunduklarını haber verdi. Resmi üniformamı
giydim, yaverimi yanıma alarak gittim. … Merdivenlerden çıkarken, kendi
ayağımla geldiğim hapishanede kalmak korkusu hatırıma geldi. Belki bir
hayırları olur diye, sahanlıklarda rastgeldiğim ve polisi takviye eden genç
jandarma zabitlerinin ellerini sıkıyor ve hatırlarını soruyordum. İçlerinden
beni tanıyanlar da vardı. Dam katma çıktık. Etrafıma baktım, dar bir koridor
üstünde [tutukluların bulunduğu] karşılıklı ufak odalar! Manzara heybetli idi:
sadrazamlar, nazırlar (bakanlar), bütün "ricali mühimme" (önemli
adamlar) ve bazı meşhur gazeteciler [tutuklu olarak orada]!
Benim de içlerine katıldığımı görünce sevindiler. Her
taraftan neşeli: "- Buyurun!" sesleri geldi. Sadrazam Sait Halim
Paşa'nın odasma gittik. Başka nazırlar da geldi: "- Ne var, ne oluyor?
diye soruyorlardı. … Damda Fethi Bey'le biraz dolaştık, konuştuk.
(Falih Rıfkı Atay, M.
Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 135-6.)
Bir
sürü adamı, ve Selanikli’nin hempası Fethi Okyar gibi (o gün için eften püften)
birini bile tutuklamışlar, fakat Selanikli’ye dokunan yok.
*
Selanikli, bu tuhaf dokunulmazlığının üstüne sünger çekmek için olsa gerek sözlerini şöyle sürdürüyor:
"Ben de o günlerde birtakım takiplere uğrar gibi
olduğumu hissettim. İstanbul'da hâlâ Ordu Kumandanı sıfatı ile bulunuyordum. Ne
azledilmiş, ne tekaüt (emekli) olmuş, ne de açığa çıkarılmıştım.
“Resmî bir vaziyette idim (resmî görevli
durumundaydım). Bir gün Harbiye Nezareti'nden (Savunma Bakanlığı’ndan) bir
tezkere geldi: otomobilimi ve yaverimi almışlar ve tahsisatımı kesmişlerdi. O
gün iktidarda bulunanlardan kendi hakkımda böyle bir muamele beklemiyordum.
Bu, henüz geldiği taraf belli olmayan (kimden kaynaklandığı bilinmeyen) bir
tazyik (sıkıştırma) idi.”
Mesele
açık, emrin altında bir ordu yok, orduyu Filistin’de mahvetmişsin.
İstanbul’da
(bir komutan sıfatıyla) ne yavere ihtiyacın var, ne otomobile, maaşına ek
olarak komutan tahsisatı almayı da hak etmiyorsun.
*
Selanikli
sözlerini şöyle sürdürüyor:
"O tarihlerde General Allenbi İstanbul'a
gelmişti. Bir gün Harbiye Nazırı (Osmanlı Savunma Bakanı) ve Erkânıharbiye
Reisini (Genelkurmay Başkanı’nı) karşısına alarak cebinden çıkardığı bir not
defterinden bazı şeyler dikte ettirmek ister. Nazır ve İkinci Reis konuşmak
isterlerse de General Allenbi:
"- Görüşmek için değil, bazı arzularımı söylemek
için sizleri kabul ettim, cevabını verir.
"İşte bu konuşmalar arasında, Allenbi, Altmcı
Ordu Kumandanlığı'na benim tayin olunmaklığımı da tavsiye eder.
“Gideceğim yerin neresi ve alacağım vazifenin ne
olduğunu, ne vaziyette kalacağımı tabii anlıyordum. Hemen reddettim. Yaver, otomobil
ve tahsisat meselesi bu hadiseye bağlı olsa gerekir.”
Harbiye Nezareti'nin muamelesini harp hizmetlerine ve şerefine
bir tecavüz sayan Mustafa Kemal, bir istida (dilekçe) ile bunu protesto
etmiştir.
(A.g.e., s. 136-7.)
*
General
Allenby, Selanikli’nin, Filistin’de önünden kaçtığı İngiliz komutan..
Onun
İstanbul’a geldiği sırada Selanikli, İngiliz Gizli Servisi’nin İstanbul şefi
Robert Frew ile yaptığı gizli görüşmeler sayesinde işgalci güçle mercimeği
fırına çoktan vermiş durumda.
İngilizler,
Osmanlı İmparatorluğu’nu tarihin tozlu sayfaları arasına gömmek için, (Selanikli’nin
başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin
Batı Cephesi Komutanı General İsmet İnönü’nün, anlı şanlı İsmet Paşa’nın 1973
yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği demecinde belirttiği
gibi) Selanikli’ye Anadolu’da bir “istiklal mücadelesi” tiyatrosu oynatıp onu
“kahraman kurtarıcı” haline getirmeye karar vermiş bulunuyorlar:
(Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
*
Allenby (o gün için etkisiz ve yetkisiz, İstanbul’da üç beş arkadaşı dışında kimsenin
adam yerine koymadığı) Selanikli için böyle bir teklifi, İngiliz İstihbaratı’nın
Osmanlı topraklarındaki en üst yetkilisi olan Frew’nun ve İngiliz Dışişleri
Bakanlığı’nın bilgisi dışında yapmış olamaz.
Olayın öncesini de unutmamak gerekiyor.
General Allenby İstanbul'a gelince ilkin, Altıncı Ordu'nun o günkü komutanı Ali İhsan (Sabis) Paşa'nın görevden alınması talimatını vermişti. Hükümetin çağrısı üzerine İstanbul'a hareket eden Paşa, 2 Mart 1919 günü Haydarpaşa Garı'na varır varmaz hemen İngilizler tarafından tutuklandı ve Malta'ya gönderildi.
Böylece Ali İhsan Paşa "denklem"den düşürülmüş oluyordu.
Selanikli'ye gelince.. Aylardan Mart... 19 Mayıs 1919 tarihinden iki ay öncesi.. Onun (gerçekten samimi olarak) Anadolu'ya geçip "emperyalistlere karşı" bir direniş hareketi örgütleme gibi bir niyeti olsa, bunu ganimet bilmesi, "Körün istediği bir göz, Allah vermiş ordu büyüklüğünde iki göz" diye düşünüp hemen yola düşmesi lazım.
Fakat bunu reddediyor..
Çünkü, İngilizler'in turpun büyüğünü heybede tuttuklarını ve kendisi için işlemden geçirmeye başladıklarını biliyor.
Nitekim İngilizler kısa süre sonra, Doğu Karadeniz'deki karışıklıkları bahane ederek Osmanlı Hükümeti'ne, bölgeye bir yetkili gönderilmesi ve olayların yatıştırılması için tedbir alınması talebini ileteceklerdir.
*
Öyle
anlaşılıyor ki, gizli servis hilekârlıkları alanında şeytana pabucunu ters
giydirecek kadar mahir olan İngilizler, Selanikli’yi kendileri açısından sözde
“İstanbul'da istenmeyen adam” gibi göstermek için Osmanlı Hükümeti’ne “numara”
çekmişler.
Selanikli'ye karşı gerçek ve ciddi bir alerjileri olsa, sadrazam ve bakan düzeyindeki adamları bile sıradan
çapulcularmış gibi tutuklatan ve hatta esir olarak alıp Malta’ya
sürgüne gönderen İngilizler, Osmanlı Hükümeti’ne, Selanikli’nin (en azından) bir süre hapishanede
dinlendirilmesi talimatını verirlerdi.
Hayal güçleri son derece gelişmiş olan Atatürkist sivri zekâlara göre ise İngilizler, çekindikleri Selanikli’den kurtulmak ve de aşağılamak ve pasifize etmek için onu Altıncı Ordu komutanı yaptırmak istemişler.
Güya..
*
Bu arada Selanikli de, Allenby'nin muhteşem "pas"ını alıp şahane bir gole dönüştürüyor, İngiliz taleplerine kahramanca karşı çıkan şahsiyet abidesi vatansever pozu veriyor.
(Bu durum karşısında Osmanlı hükümet erkanı da muhtemelen şöyle düşünmüştür:
"İngilizler'in kaprisleri yüzünden bizim burada anamız ağlıyor, baskıları yüzünden akla karayı seçiyoruz, bu artist de komutan olarak Altıncı Ordu'nun başına gitmeyi kabul etmiyor. Yedinci Ordu'yu Filistin'de mahvetmişsin, gelmiş İstanbul'da ordusuz komutan olarak otellerde fink atıyorsun, vazife alıp elini taşın altına koysan ne olur?")
İngiliz bu, oyununu iyi oynuyor, tuzağını sağlam kuruyor.
İnsanların "Asılacaksan bile İngiliz ipiyle asıl!" dedikleri bir çağ..
*
Aslında İngilizler, Allenby'ye Selanikli için bu görevlendirme talimatını verdirerek,
Padişah Vahideddin ile Osmanlı Hükümeti'ne, örtük/zımnî (ve aynı zamanda, teşbihte hata olmaz
derler, “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme” babından, bilinçaltı
mesaj kabilinden) şu mesajı ulaştırıyorlar:
"Ne duruyorsunuz, Selanikli’yi,
bize ve müttefiklerimize karşı cihat etmesi için Anadolu’ya göndermek
isterseniz biz buna hemen evet der, vize veririz. Çünkü biz, dünyanın en aptal, en keriz, en salak, dostunu düşmanını ayırmaktan aciz bir milletiyiz."



Hiç yorum yok:
Yorum Gönder