TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesi üç isim
tarafından kaleme alınmış bulunuyor. Bu yazıda o isimlerden Prof. Mahmut
Erol Kılıç’ın bazı ifadeleri üzerinde duracağız.
Şunları söylüyor:
… İbnü’l-Arabî’nin
görüşlerini takdir edenler onun tasavvufta otorite oluşunu kendisine
“Şeyhü’l-Ekber”, dinî ilimlerde müceddid oluşunu da “Muhyiddin” lakaplarını
vererek ifade etmek istemişlerdir. Mâlikî kadısı ve kelâm âlimi Ebû Bekir
İbnü’l-Arabî’den (ö. 543/1148) ayırt edilebilmesi için bazı kaynaklarda adı
İbn Arabî şeklinde de yazılmıştır. …
…
İbnü’l-Arabî, bulûğ çağlarında bir mânevî işaretle inzivaya çekilip kendi
iç âlemindeki hazineleri ortaya çıkarmaya karar verdiğini, bazan on
dört ay kadar süren bu halvet ve riyâzetlerin neticesinde mârifet
kapılarının kendisine yavaş yavaş açılmaya başladığını söyler (el-Fütûḥât, I, 616). …
Bu
sıralarda henüz on beş - on altı yaşlarında bulunan İbnü’l-Arabî, İbn
Rüşd’ün dikkatini çekmiş, İbn Rüşd bu gençle tanışmak için babasından görüşme
talebinde bulunmuştu. İbnü’l-Arabî, felsefî bakış açısıyla tasavvufî bakış
açısının mukayesesi bakımından önemli semboller içeren bu görüşmede filozofun
kendisine, “Senin keşif ve feyz-i ilâhîde bulduğun şey mantığın (nazar) bize
verdiği şey midir?” diye sorduğunu, ona hem “evet” hem “hayır” diye cevap
verdiğini, “Bu ‘evet’ ve ‘hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar
cesetlerinden fırlar” deyince İbn Rüşd’ün benzinin sarardığını, titremeye
başladığını, birden sanki elli yaş yaşlandığını söyler ve bu görüşmenin sonunda İbn Rüşd’ün, herhangi bir eğitim ve
öğrenim görmeden bilgisiz olarak halvete girip de böyle bir bilgiyle oradan
çıkan birini kendisine tanıttığı için Allah’a şükrettikten sonra, “Zira artık bu gibi hallerin erbabı kalmadı, biz hiç
görmedik” dediğini, kendisinin de, “Allah’a hamdolsun ki işte biz bu zamanda
bunlardan biriyiz” diye karşılık verdiğini kaydeder (el-Fütûḥât [nşr.
Osman Yahyâ], II, 372-373).
İbn Arabî’nin anlattığı bu hikâyenin
saçmalığı üzerinde bir başka yazımızda durmuştuk.
Çocuk ne sanat öğrenmiş, ne mektebe
gitmiş, ekmek elden su gölden, yan gelip yatmış..
Neymiş, keşf bekliyormuş.
Tembelliğin ve asalaklığın adını inziva
koymuş.
*
İddiasına göre, bulûğ
çağlarında bir mânevî işaretle inzivaya çekilmişmiş.
Büluğ çağından öncesi
çocukluktur, çocukken inzivaya çekilmeyip de topluma karışsan ne yazar?
Ve de daha yeni âkil
baliğ olmuş bir çocuğun manevî işaret hikayesini kim takar?
Senin anan baban yok mu,
sana “Oğlum böyle inziva minziva ayaklarıyla temsel tembel asalakça bir
hayat süremezsin, ya bir mektebe medreseye gideceksin, ya da bir sanat
öğreneceksin, elinin emeğiyle geçinmenin yolunu yordamını öğreneceksin”
demiyorlar mı?
Neymiş, kendi iç
âlemindeki hazineleri ortaya çıkarmaya karar vermişmiş.
İç aleminde çocukluktan başka ne vardıysa?
Hz. Musa aleyhisselam gibi bir ulu’l-azm peygamber
bile o yaşta “iç alemindeki hazineleri” ortaya çıkarabilmiş değil..
Lafa bakın, o yaştaki
çocuk “bazan on dört ay kadar halvet ve riyâzetler” yapmışmış. Ve bunun neticesinde
mârifet kapıları kendisine yavaş yavaş açılmaya başlamışmış..
Neyin marifeti?
İbn Rüşd’le ilgili hikayesine
bakılırsa, herşeyin marifeti..
*
Hem inzivaya çekiliyorsun, hem
de (İbn Rüşd de dahil olmak üzere) herkesin dikkatini çekiyorsun, bu
nasıl oluyor?
Mesela şimdi şu yaşadığımız çağda
15-16 yaşlarındaki bir genç evinden hiç dışarı çıkmasa, insanların dikkatini
nasıl çekebilir?. Milletin işi gücü yok da bir çocuğu mu merak edecek?!
Dikkat çekmek için inzivada olmamak, insanlarla
haşır neşir olmak gerekir. (Günümüzde inzivaya çekilen biri internet ve
telefonla başkalarıyla temas kurabilir de, o devirde insanlarla ihtilat
halinde olmadan dikkat çekmek mümkün değil.. İnsanlarla görüşüp konuşan
biri inzivaya çekilmiş sayılmaz. Mesela sarayında oturup ayağına gelen
kişilerle görüşen bir padişah inzivaya çekilmiş sayılabilir mi?!)
Dikkat çekmek için başkalarıyla
görüşmek de yetmez, bunun için “sıra dışı” eylem ve sözler gerekir.
Ancak, ulema ve meşayihin önünde uzun
yıllar diz çöküp ilim ve edep öğrenen alim ve fazıl kişiler, öyle duydukları her
zırtabozluğa müşteri olmazlar.
Hele o yaştaki mektep medrese
görmemiş bir çocuğa, bir tembel asalağa İbn Rüşd gibi bir adam asla itibar
etmez.
Keşf ve marifet iddiasına da çöp kadar kıymet
vermez.
*
Diyelim ki İbn Rüşd gibi biri böyle
bir cahil çocuğa “Senin
keşif ve feyz-i ilâhîde bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?”
diye sordu..
Sormaz da, sordu diyelim.
Bunu, verilecek cevabı
(anlatılan hikayedeki gibi) kabul etmeye hazır bir öğrenci edasıyla sormaz,
imtihan ve deneme için sorabilir:
Karşısındaki tüyü bitmemiş
tıfıl, mantıksız şeyler söylerse, onun keşf hikâyelerinin batıl olduğu
sonucuna varır.
İbn Arabî’nin anlattığı
hikâyede ise İbn Rüşd, (Türkiye’de şeyhlik taslayan bazı sapık
sahetkârların cahil halkı keşf, ilham vs. masallarıyla aldatarak şehevî arzularına
ram etmelerini hatırlatacak şekilde) aptal bir cahil gibi davranıyor.
Güya tüyü bitmemiş tıfıl,
İbn Rüşd’e hem evet, hem hayır diye cevap vermiş..
Cevap ya evet ya da hayır
olabilir.. “Üçüncü hal” imkânsızdır.
“Bazısı uyuyor, bazısı
uymuyor” dese, onu anlayacağız. Demiyor.
“Ne evet, ne hayır!” dese,
bunun da bir mantığı var.. Böylece dolaylı olarak “Cevap vermiyorum” demiş
olur..
Öyle yapmıyor, cevap veriyor, akıl
ve mantığın bütün kurallarının içine ederek.
İbn Rüşt böyle salakça bir
cevaba kıymet verecek adam mıdır?!
Sararıp solmuşmuş da, titremişmiş de, 50 yaş yaşlanmışmış da.. Gel de inan!
*
İbn Rüşd gibi
bir adamın böyle bir soruyu sorulabilmesi için, karşısındaki kişinin uzun bir medrese
öğrenimi görmüş, Kelâm ve Mantık ilimlerini yalayıp yutmuş olması gerekir.
Onun gibi bir adam, büluğ
çağına girince inzivaya çekilen (mektep medrese görmemiş) cahil bir çocuğa,
sanki kendisinin “aklî ve naklî ilimler” çerçevesinde bildiği herşeyi biliyormuş gibi,
“Keşfin o bilgilere uyuyor mu?” diye sorabilir mi?!
Keşf ile kazanılan bilgi
(marifet), Kelamcıların bilgisine karşılık geliyorsa, keşf sahiplerinin
Kelamcılara (hem manen, hem de bilgi açısından) hiçbir üstünlüğü yok demektir.
Yok eğer keşf ile
kazanılan bilgi (marifet), Kelamcıların bilgisi ile ilgisizse, o takdirde de,
bir kimse, keşf ile ulaştığı bilginin Kelamcıların bilgisi ile ne kadar örtüşüp
ne kadar örtüşmediğini bilemez.
Bilebilmesi için önce
Kelamcıların ilmini öğrenip sonra keşfte bulunmuş olması gerekir.
*
Evet, İbn Arabî denilen
kalpazan soytarı güzel hikâye uydurmuş.. İbn Rüşd’e “Bu ‘evet’ ve ‘hayır’
arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar” demişmiş de,
İbn Rüşd’ün benzi sararmış da, titremeye başlamışmış da, birden sanki elli
yaş yaşlanmışmış da..
Sen onu külahıma anlat!..
Beş on yaş da değil,
birden bire elli yaş yaşlanmışmış.. Hey babam, dile kolay, 50 yaş..
Yarım asır..
Niye yaşlanmışsa?.. Sanki kıyamet
suruna üfürülmüş..
Peygemberlerle karşılaşan
insanlar bile onların sözleri karşısında böyle bir hale girmiyorlardı. Küçük at
da civcivcler yesin!
Dahası da var, bu
görüşmenin sonunda İbn Rüşd, “herhangi bir eğitim
ve öğrenim görmeden bilgisiz olarak halvete girip de böyle
bir bilgiyle oradan çıkan” birini kendisine tanıttığı için Allah’a
şükretmişmiş.
Hikayede bilgi diye birşey de yok.. Som ve saf zırva var.
Çocuk cahil.. Mektep
medrese görmemiş.. Hocaların önünde diz çökmemiş.. Bütün yaptığı halvete
girmek.. Tembelin önde gideni, mektep kaçkınlığının, tembellik ve
asalaklığın adını halvet koymuş.
Sanki halvete girmek zor
birşey..
Halvetin en keskin biçimi,
hapishanede hücreye kapatılıp bütün insanlardan tecrit ve izole edilmektir.
Evinden çıkmazsın, al sana
halvet!.. Oh, yan gel yat!. Yaptığın hiçbir şey yok, oturmuş keşf
bekliyorsun..
Yani bu çok mu önemli
birşey?!
Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in bir hadîsini öğrenmek için günlerce yol kateden ilim aşıkları nerde, bu tembel asalak nerde!
*
Hani İbn Rüşd bu tüyü
bitmemiş cahil tıfıla imtihan için bazı sorular sormuş, o da bunlara (medresede
yıllarca dirsek çürütüldükten sonra zar zor öğrenilen hususlarda) şaşırtıcı
derinlikte cevaplar vermiş olsa, anlayacağız.
Anlatılan hikâyede bu da
yok.
Masala göre İbn Rüşd, “Artık
bu gibi hallerin erbabı kalmadı, biz hiç görmedik” diyor.
Böyle diyen bir insan,
15-16 yaşındaki bir çocuk hakkında birşeyler duyduğunda buna önem verir mi?
“Artık bu gibi hallerin
lerbabı kalmadı, önce medrese tahsili görmüş nice büyük büyük şeyhler
gördük, hiçbirinde böyle bir hal yok yok, cahil bir çocukta mı olacak!”
der, geçer.
Hikayeye göre İbn Rüşd
bunu demiyor, “herhangi bir eğitim ve
öğrenim görmeden bilgisiz olarak halvete girip de böyle bir bilgiyle
oradan çıkan” birini kendisine tanıttığı için Allah’a şükrediyor.
Bilgi dediği de (masala göre) evet ve hayırı buluşturma salaklığı..
Zır cahil çocuk, gayet
mütevazi bir şekilde “Allah’a hamdolsun ki işte biz bu zamanda bunlardan
biriyiz” diye karşılık vermeyi de unutmamış.
Yersen!
O zamanın sahtekâr sapık yalancılarından biri.. Başka da birşey değil.
*
Belli ki bu İbn Arabî denilen
soytarı, Eski Yunan filozoflarından Plotinus’un bu intihalci müridi, memleketi
Endülüs’te dikiş tutturamamış, cemaziyelevvelini bilen insanlara masal
anlatamayacağı için denizi aşıp çok uzaklara, Mısır, Suriye ve Anadolu’ya
gitmiş, uydurduğu masallarla aptalları peşine takmış.
O devirde telefon yok,
internet yok, kim kalkıp da adamın soyunu sopunu, Endülüs’teki halini
araştıracak, gidip onu tanıyanlardan gençliği hakkında malumat toplayacak?
Dolayısıyla atış serbest..
Yalandan, palavradan kim
ölmüş?!
*
Bir başka husus şu: İbn
Rüşd, öyle keşf ü keramet babından söylenecek sözlere itibar edecek biri
değil.
Böyle mektep medrese
görmemiş cahil bir çocuğu geçtik, ömrü medrese ve tekkelerde geçmiş yaşlı bir
alim ya da şeyhin bile keşfiyat adına söyleyeceği sözlere dönüp bakmayacak biri.
Onun, 15 yaşındaki tüysüz
bir cahil çocuğa, vahyin muhatabı peygamber muamelesi yaparcasına “Senin
keşif ve feyz-i ilâhîde bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?”
diye (Türkiye’deki sapık şeyh taslaklarının peşine takılmış hurafeci cahil
vatandaşlar gibi saftirikçe, verilecek cevabı ilkokul öğrencisi safiyetiyle
kabul etmeye hazır şekilde) bir soru yöneltmesi mümkün değildir.
TDV İslâm
Ansiklopedisi’nin “İbn
Rüşd” maddesinde yer alan şu satırlar bunu anlamak için yeterlidir:
Ona göre vahiy
ile akıl uyum halindedir. Bu uyum, ya doğrudan nassın zâhirinden anlaşılan
mâna ile veya hakikatin birliği ilkesine dayalı olarak yapılan te’villerle
gerçekleşir. … Akıl burhan yöntemini kullanır, vahiy ise hem akla hem hayale
hem de hisse hitap eder; dolayısıyla akıl yürütme (burhan), diyalektik
(cedel) ve retorik (hitabet) yönteminin üçünü birden kullanır. Nitekim Allah
Teâlâ, “Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel
şekilde tartış” (en-Nahl 16/125) buyururken bu konuda her üç yöntemin (hikmet,
öğüt ve cedel) kullanılmasını istemektedir. İbn Rüşd’e göre kesin bilgi
burhana, diyalektik bilgi zan ve tahmine, retorik ise hayale dayanır.
…
… Bu
demektir ki şeriat, insanların Allah’ı ve bütün var olanları burhana
dayanarak bilmesini emretmektedir. …
… İbn
Rüşd, Aristo mantığının genel kavramlarından yola çıkarak zihnî ve kültürel
kapasite açısından insanları üç grupta değerlendirir: Bilgi edinme
sürecinde aklî yöntemi kullananlar (burhan ehli), diyalektiği kullananlar
(cedelciler), başkalarından duyup işiterek bilgi edinenler (hitabet ehli). …
Hakikat hakikate zıt olamayacağına göre akılla elde edilen bilgi ve
delillerle vahiy yoluyla elde edilen bilgi ve deliller asla birbirine
ters düşmez.
*
İşte İbn Rüşd, bu kafada
bir adam.. Ona göre, bilgi ve marifet bahsinde keşfin yeri yok.
Böyle biri, 15 yaşındaki
cahil bir keşf pazarlamacısına (ahmak bir öğrenci ya da ilkokul birinci sınıf
öğrencisi edasıyla, verilecek cevaba inanmaya hazır halde), “Senin keşif ve
feyz-i ilâhîde bulduğun şey mantığın (nazar) bize verdiği şey midir?”
şeklinde aptalca bir soru yöneltmesi mümkün müdür?!
İbn Arabî soytarısına göre
bunu yapmış, aldığı cevaplar karşısında da titremiş, sararıp solmuş,
hatta neredeyse elli yaş yaşlanmış.
Soytarı büyük palavracı,
büyük şarlatan.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder