GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (26) / DR.
SEYFİ SAY
“FİŞLENDİLER, VE İNFAZ
EDİLDİLER!”
Hakyol Vakfı Genel
Müdürü Av. Hasan Pak ile Ümraniye Vaizi Mikdat Kutlu’nun beni ziyaretinden bir
iki ay sonra, 2008 yılı Haziran ayı başında, merhum Esad Coşan hocanın
babası Halil Necati Efendi, 102 yaşında vefat edecekti.
O, cemaatin “Necati Amca“sıydı. Abdülaziz (Bekkine) ve Mehmed Zahid Efendi‘lerin yadigârıydı. Cemaatin hâlâ
cemaat olarak kalmasını ya da öyle görülmesini sağlayan isimdi. Ve onun ölümü,
geride sadece Nurettin‘i bırakmıştı. O vefat
etmişti ama, Mehmed Zahid Efendi ile Necati Amca’nın torunu, Esad Efendi’nin oğlu “mübarek
ve muhterem Muharrem Nureddin Coşan hocaefendi hazretleri” tekkenin başındaydı.
Demek ki sıkıntı yoktu.
Bu vefat hadisesinden
iki buçuk ay kadar sonra, Ağustos sonlarında AKRA FM Genel Müdürü Naim Güleç beni
arayacak, anlamsız bir talepte bulunacak, sonra aramızda e-maille bazı
yazışmalar olacak, (sonradan Milli Savunma ve Milli Eğitim Bakanlığı yapan, o
günün Kültür ve Turizm Bakanlığı Müsteşarı) İsmet Yılmaz ismi üzerinden
bana, ima ile, “Cemaati terk edenin kendisinin kaybedeceği” mesajı
verilecekti.
Evet, her bakımdan
yalnızlaştırılmıştım, ve gerçekleştirilen algı operasyonu yüzünden
de kimseye derdimi anlatamaz hale gelmiş, getirilmiştim. Bununla
birlikte, Nurettin‘le uğraşmak gibi bir
niyetim de yoktu. 2004 yılında Sağduyu Partisi için
benden görüş istedikleri zaman onlara gerekli uyarıları yapmıştım. Benden vebal
gitmişti. Fakat Naim‘in aramasının ve ukalalık
yapmasının da gösterdiği gibi, peşimi bırakmak niyetinde değillerdi. Neyin ne
olduğu aslında açıktı. Cemaatteki üçüncü kişilerin, Nurettin ve hempalarının
benim hakkımdaki (paranoya ve vehim demeyelim) iftiralarının,
en iyi ihtimalle suizanlarının temelsiz olduğunu, aleyhimde
yürütülen gıybet kampanyalarının makul
ve mantıklı hiçbir mesnedinin bulunmadığını anlamaları için çok fazla
düşünmelerine gerek yoktu. Yapmaları gereken tek şey, akıllarını ve
vicdanlarını birazcık olsun kullanmalarıydı. İnsanların bu kadar anlayışı kıt,
firaset ve basiretten uzak olmasını anlayamıyordum.
Tek teselli kaynağım,
bir gün herşeyin açığa çıkacağını, hainlerin maskesinin düşeceğini biliyor
olmamdı. Fakat, o gün, öyle görünüyordu ki, ancak mahşer günü olacaktı.
O dönemde gördüğüm
bir rüyadan, meseleyi mahşere bırakmamam, hareket tarzımı
değiştirmem gerektiği sonucuna varmıştım. Rüyamda Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizi,
atamız Hz. Adem ile Hz. Musa‘yı (a. s.) bir arada görüyordum. Resulullah
s.a.s., sağ eliyle Hz. Adem’in, sol eliyle de benim elimi tutuyor ve birlikte
yürümeye başlıyorduk. Hz. Musa a. s., olduğu yerde kalıyordu. Biz yürürken
karşımıza, tam Resulullah s.a.s. ile benim önümüze gelecek şekilde, gövdesi
bilek kalınlığında bir ağaç çıkıyordu. Ben, kolumun, sanki su misali şeffaf ve
yarılıp geçilebilir bir nesneymiş gibi ağacın içinden geçeceğini düşünüyordum.
Fakat Resulullah s.a.s. beni kendisine doğru çekiyor, ağacı sol yanımızda
bırakarak yürümeye devam ediyorduk. Bunun ardından önümüze camdan bir duvar
geliyordu. Ben, bu duvarı da şeffafmış gibi geçeceğimizi düşünürken, Resulullah
s.a.s. onda bulunan bir kapıyı açıyor ve oradan geçiyorduk.
Bu rüyadan, hakkımdaki
algının kendiliğinden, mucizevî bir
şekilde düzelmesini beklememem, konuşmam
gerektiği sonucuna varmıştım. Hz. Musa’nın geride kalmasını da buna
bağlamıştım. Onun konuşması gerekmiyordu, asası onun yerine konuşuyordu.
Mesaj açıktı: Esbaba
tevessül etmeliydim. Sebeplere yapışmalıydım. Suskunluğuma son vermeliydim.
Tevekkülü esbaba
tevessülden önceye değil, sonraya almalıydım.
Ancak, Nurettin hakkında
konuşacaksam bile, bu, bir baskın şeklinde olmamalıydı. Ve ayrıca, artık
aramızda, Mehmed Zahid Efendi, Necati Amca ve Esad Coşan
hocanın yakını olmasından kaynaklanan bir hukukun bulunmadığını
bilmesi önem taşıyordu. Bu yüzden ona, 2008 yılı Eylül ayının (ve
Ramazan’ının) başında, artık aramızda hiçbir bağ bulunmadığını, bunu
böyle bilmesi gerektiğini ifade eden bir e-posta mesajı
göndermiş bulunuyordum. Benim bu mesajımdan sonra, Nurettin’in o güne kadar
benim mesajlarımı “dikkate almayan” sekretaryası bana
dil dökmeye başlayacaktı. Bunun ardından, cemaatin internet sitesindeki bazı
ifadeleri, taa 2004 yılında yapmış olduğum uyarılar çerçevesinde
değiştirecekler, ve bu arada, yaklaşık 10 yıldır Nurettin’in sağ kolu konumunda olan, herşeyin
kendisinden sorulduğu Necmi Sarıyer emekli
edilecekti.
O arada benim için bir
başka süreç daha başlamış bulunuyordu. Memleketim Gürün’ün tanımadığım Akparti ilçe başkanı, sanki biri yetmiyormuş gibi
ikinci bir yerel gazete çıkarma kararı
alacak, babamı araya koyarak orada yazmamı sağlayacak,
yazılarımdan sadece “işe yarar” üçünü internete koyacaklar, onları nasılsa
okumuş olan Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü’nün bayan personeli N. F., bu yazıları bahane ederek beni
büyük bir gayretkeşlikle Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık,
Ulaştırma Bakanlığı ve Denizcilik Müsteşarlığı makamlarına
şikâyet edecek, ayrıca İskenderpaşa Cemaati mensubu
bir tarikatçı olduğum ihbarında bulunacaktı. Denizcilik
Müsteşarlığı, bu şikâyetler çerçevesinde 2009 yılı başında
hakkımda soruşturma başlatacaktı.
Beni, çok fazla
önemsiyorlardı. Haddinden fazla..
Soruşturmaya
“karşı-dilekçe”lerle cevap vermeye başladığım Şubat ayı içinde beni eski mesai
arkadaşım H. Y. arayacak, başında
bulunduğu ve Prof. Erhan Afyoncu (şimdi Milli Savunma Üniversitesi rektörü) ile Akparti milletvekili Reşat Petek (15 Temmuz Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu Başkanı)
gibi isimlerin de belirli dönemlerde yazarları arasında yer aldığı haber sitesi için yazı yazmamı talep edecekti.
Fakat bir ay bile geçmeden bana sansür uygulayacak,
böylece orada yazmayı bırakacaktım. Daha sonraları bu şahsın söz konusu haber
sitesindeki yazıları Kemalist bir
tat vermeye başlayacaktı.
Yazmayı bırakmam belki
de daha iyi olacaktı. Çünkü o sıralarda artık, şu yarım kalmış olan doktoramı tamamlamak için hazırlıklara başlamış
bulunuyordum, ve zihnimi başka şeylerle meşgul etmemem daha uygun olurdu. 2008
yılı sonlarında öğrenci affı çıkmıştı ve
öğrenciliğe dönüş için son başvuru tarihi 29 Aralık 2008 günüydü, yani 2008
yılı sonu. Bunun ardından başvurular değerlendirilmiş ve başvurusu kabul
edilenlere 2009’un ilk aylarında kabul
yazıları ulaşmıştı. Bana da..
Ve, tam da o
sıralarda, 25 Mart 2009 günü, aylardır sıkı bir takip altında olan ve tehdit
edilen Muhsin Yazıcıoğlu‘nun helikopteri karlı bir
dağdaki Kanlı Çukur adlı yere düşmüş veya düşürülmüştü. O
ve yanındaki beş kişi hayatını kaybetmişti.
İki buçuk ay kadar
sonra, Haziran ayı başlarında bir Cuma günü, öğle vakti, namaza bir saat kadar
kala, GASM’daki o yalnız mekânımda, H. K.’dan yadigâr kalan damacanadaki suyla
yaptığım bitki çayını içecektim. Çok geçmeden içimin, daha önce hiç yaşamadığım
şekilde yanmaya başladığını hissedecektim. Aşağıdaki büfeye gidip içebildiğim kadar
su ve ayran içecek, içimdeki bu acayip yangını durdurmaya çalışacaktım. Daha
sonraki saatlerde, Beşiktaş iskelesine kadar yürümeye takatimin yetip
yetmeyeceği konusunda bende tereddüt uyanacak, bir taksiye atlayıp gitmemin
daha uygun olacağını düşünecektim. Eve gittikten bir süre sonra bendeki
tükenmişlik hali karnımdaki şiddetli bir sancı ve başımdaki ağrı ile başka bir
duruma evrilecekti.
Eşime ve çocuklara
halimle ilgili hiçbir şey söylemeyecektim. Sancı ve ağrı o gece boyunca
kıvranmama, bir saniye bile uyuyamamama yol açacak, ancak sabah saat 10 gibi
uykuya dalabilecektim. Kendimi tam toparlayabilmem ise, ancak üç-dört gün sonra
mümkün olacaktı.
En yakınlarımın
gözünde bile paranoyak ve vehimli bir insan
olduğum için, bu olayı, yıllarca hiç kimseye anlatmayacak, anlatamayacaktım.
Çünkü malum odak, şeytan ve cin gibi görünmezlik ve gizlilik özelliği
taşıyor, yapacağını kimseye göstermeden yapıyordu. Algı operasyonunu da, insanların duygularıyla oynamayı da çok iyi biliyorlardı.
(Mesela, insanların sizden etkilenmemesi için “Çok kolay etkisi altına
girersiniz” gibi laflar ederek o insanların duygularıyla oynayabiliyor,
onları bizzat kendileri şeytanca hile ile etkileyebiliyorlardı. Böylece, o
insanların size,”etkilenmekten muaf” olduklarını gösterme psikolojisi
içinde, önyargılı ve “etkileşime kapalı” biçimde
yaklaşacaklarını biliyorlardı.)
28 Şubat Süreci, daha
sinsi, ustaca, kalleşçe, sağ gösterip sol vurarak ve rafine bir biçimde devam
ediyordu. İdam cezası, yasalardan
çıkarılmıştı, fakat infazlar
sürüyordu. Kanal A Genel Yayın
Yönetmeni Alper Tan, o tarihten beş yıl sonra, 8 Mayıs 2014 günü yayınlanan
bir yazısıyla, uygulanan yöntemlerin kısa bir özetini
sunacaktı:
“28 Şubat döneminde yasakçı sisteme uymayan, yasakçı düzenin değişmesi için
gayret eden veyahut ‘şimdilik’ bir şey yapmasa bile ileride sistem açısından tehlikeli olabileceği varsayılan insanlarla
ilgili infaz kararları veriliyordu. Anlatıldığına göre
infaz kararı çıkanların sayısı 11 bin 800 civarındaydı. Çok çeşitli yol ve
yöntemlerle infazlara da başlanıyordu. 2003 yılına kadar devam eden
süreçte bu 11 bin 800 infaz kararından yaklaşık 3 bin 600’ünün
uygulandığı anlaşılıyor. Faili meçhul kalan cinayet, kayıp, çatışmada öldürülme, trafik kazası, intihar, evinde veya işyerinde ölü
olarak bulunma, gizlice zehirlenme uygulanan
yöntemlerden sadece bazıları…. Bunların bazıları ‘Kürtçü’ bazıları ‘Bölücü’
bazıları da ‘İslamcı’ yaftalarıyla suçlandılar, fişlendiler
ve infaz edildiler.”
*
Ve 11 yıl sonra...
2020 yılının Ekim ayında bir akşam bana seslenildiğini duyduğumda kendime
gelmiş, kendimi bir yatakta yatıyor bulmuştum.
Etrafımda çocuklarımdan ikisi ile beyaz elbiseli birilerini görmüştüm.
Bunlar, sağlıkçılardı.
Fakat ben neredeydim?
Doktor hanım bana, “Seyfi Bey, nerede olduğunu biliyor musun?” diye
sormuştu.
Bilmiyordum.
Bir hastane olduğunu anlamıştım, ama hangi hastane?..
Çocuklarımı tanımıştım, fakat birçok şeyi hatırlayamıyordum.
Başımda, 20 gün kesintisiz sürecek, beni uyutmayan bir ağrı vardı; sonra
giderek hafifleyerek aylarca devam edecekti.
Yürüyemiyordum.
Gözlerime hakim olmakta zorlanıyordum, bu yüzden onları kendi hallerine
bıraktığımda şaşı bakıyor, nesneleri çift görüyordum.
Aynada kendimi gördüğümde ürkmüştüm, mezardan çıkmış gibiydim.
Oraya o akşam getirilmiş olduğumu düşünmüştüm, fakat üç gündür orada
olduğumu sonradan öğrenecektim.
Pandemi günleriydi, fakat yapılan testte
bende covid’e rastlanmamıştı.
Kan değerlerim yaşam seviyesinin altına düşmüştü. Ölmem gerekiyordu, fakat
ölmemiştim.
Filmin koptuğu anı hatırlıyordum, Cuma günü işten döndükten sonra, öğleyin
de birşey yememiş olduğum halde iştahsızdım. Zorla birkaç lokma yedikten sonra
bende şiddetli bir kusma hali başlamış, yediklerimi kusmuştum. Midem bomboş
olduğu, birşey gelmediği halde kusma hali kesilmiyordu. İçim kalkmış, tekrar
lavabonun başına gitmiştim.
Sonrasını hatırlamıyordum. Çocuklarımın dediğine göre bir gürültü
işitmişler, beni ağzımdan köpükler çıkar halde yerde baygın
bulmuşlardı.
Hastanede rahatsızlığımın nedenleri için uzun tetkikler yapıldı,
ardından Acıbadem’de bir profesör çaba sarfetti, konulan
teşhis aynıydı:
Tanımsız.
Teşhis konulamamıştı.
Tıp, benim durumum karşısında acze düşmüştü.
* * *
GEÇMİŞ ZAMAN OLUR Kİ, MELÂLİ CİHAN TUTAR (27) / DR.
SEYFİ SAY
KORUNMA DUASI
GASM’da zehirlenme
olayını yaşadıktan birkaç gün sonra, Ziya Kalkavan Denizcilik Lisesi’nin cadde
üzerindeki bahçe kapısını bekleyen güvenlik görevlisi,
benimle konuşmak isteyecekti. O güne kadar bir buçuk yıl boyunca, hafta içi her
gün o kapıdan girip çıktığım halde bana yaklaşmayan, yaklaşmamak bir tarafa
asık bir suratla bakan bu 30 yaşlarındaki genç, kalın bıyıklarının uçları
dudaklarının kenarından hafifçe sarkıyor olsa da, bende MHP’li olmaktan ziyade solcu biriymiş gibi bir
izlenim uyandırmıştı.
Şimdi hürmetkâr bir
ses tonuyla benimle konuşmak isteyen bu gencin benden öğrenmek istediği şey, “korunma duası“ydı. Başına bir iş gelmemesi, birşeylerin
ona zarar vermemesi, verememesi için nasıl bir dua yapması gerekiyordu?..
Öğrenmek istediği buydu.. Bu genç bana, ayrıca, Peygamber Efendimiz
s.a.s.’i o günlerde rüyasında gördüğünü de söylemiş ve tuhaf birşeyler
anlatmıştı. Bana böyle bir “rüya” anlatması da,
benden dua öğrenmek istemesi de, öğrenmek istediği duanın
“korunma duası” olması da ilginçti..
Evet, her katil
mutlaka, cinayet mahalline dönüyordu.
Demek ki bu çocuk,
benim birkaç gün önce mutlaka ölmüş olmam
gerektiğini düşünüyordu. Fakat bana hiçbir şey olmamıştı? Neden?.. Bunun nasıl
bir sihirli formülü ya da duası vardı?
Gerçekten de, o gün
biraz daha fazla çay içmiş olsaydım, veya içimin yandığını hissettiğim zaman
bunu gidermek için damacanadaki suyu içmiş bulunsaydım, kurtulmam mümkün
olmazdı. Genç güvenlik görevlisinin bende sihirli bir “korunma formülü”
bulunduğunu, ve kendisine de öğretebileceğimi düşünmüş olması tesadüf değildi.
Ona, “Bu şahsı artık göremeyeceksin, öbür tarafa yolcu ediyoruz,
yolcudur Abbas, bağlasan durmaz” gibi birşey demiş
olmalıydılar.
Genci tanımak
istemiştim ve bana Tokat’lı olduğunu söylemişti. Tokat, DHKP-C’li yetiştirme
bakımından münbit bir yerdi. İtirafçı teröristlerin yeni bir kimlik ve farklı bir imajla devlet
kurumlarında çaycı, bekçi, temizlikçi vs. olarak çalıştırıldıklarını
biliyordum. Böylesi itirafçılara bazen ruhsatlı silah bile
verildiğini, terörle mücadelede çalışmış birinci sınıf bir emniyet
müdüründen sonraki bir zamanda duyacaktım. Bunlar bir kuruma
yerleştirildiklerinde, MİT ya da polis istihbaratı ile
olan irtibatları devam ediyordu. Söz konusu Tokatlı çocuk, “kullanılan”
itirafçı bir DHKP-C’li olabilir miydi? Bunu bilemezdim, fakat böyle birşeyin
olmadığından emin olmak da mümkün değildi.
Anlaşılıyordu ki,
damacanadaki suyuma zehir koyanlar, bu çocukla işbirliği içinde çalışıyorlardı.
Odama onun bilgisi dahilinde rahatça girip çıkıyorlardı. Veya, bu işi onların
talimatı, yönlendirmesi ve eline tutuşturdukları “madde”ler ile bizzat bu genç
yapıyordu.
(Eski MİT’çi Mehmet
Eymür’ün PKK itirafçısı İbrahim Babat’ın 11 sayfalık “ifade”sinden aktardığı bilgiler, bazı insanların nasıl
“kullanıldıklarını” ve “kullanılırken harcandıklarını”
ortaya koyuyor. Bu “ifade”ye göre, teröre karşı mücadelede çok yararlı
istihbarî bilgiler getiren Mehmet Bayar adındaki ispiyoncu ya da muhbir vatandaş
için İdilli bir avukattan randevu alınıyor.
Eline bir çanta veriliyor. “Avukatın yanına bu çantayla gideceksin. İçinde ses kayıt düzeneği
var, görüşme esnasında çantanın kolundaki ses kayıt düğmesine bas, sonra da
çantayı bize getir” deniliyor. İbrahim Babat ve
yanındakiler, Bayar’ı bir arabayla avukatın bürosunun yakınına bırakıyorlar.
Ancak Bayar, daha büroya girmeden “kayıt düğmesine” basmış olacak ki, çanta
infilak ediyor. Gerçekte ses kaydı diye birşey söz konusu değildir, istihbarat gizli servislerinin kullandığı orijinal bombalı bir
çantadır bu. Asıl amaç Bayar’ı yem olarak kullanıp onunla
birlikte avukatı öldürmektir.
Mehmet Eymür
şöyle diyor:
“Sizi ürperten bu ifadelerdeki olayların sadece
İbrahim Babat ve çevresi ile sınırlı kaldığını sanmayın. Devlet arşivleri,
mahkeme klasörleri benzeri binlerce dosya ile dolu. Bu
olayların geçmişte kaldığını ve artık olmadığını da sanmayın. Pek fazla bir şey
değişmedi. Peki, İbrahim Babat’ın ifadesinde bahsi geçen görevlilerle ilgili
ciddi bir soruşturma ve işlem yapıldı mı? Bildiğimiz kadarıyla yapılmadı.”
Kısacası, hiçbir
hukukî ve ahlâkî “değer“in kaale alınmadığı bir görev
anlayışından söz ediyoruz. Mesela 1990’lı yılların ortalarında “Türk istihbarat birimleri“nin Öcalan’ı Şam’daki evinden
çıkarmak için “tehlikeli” bir suikast planı hazırladıkları medyaya yansımıştı. Siz bu “tehlikeli” kelimesinin yerine
“şeytanî” vs. gibi bir kavramı da koyabilirsiniz. Bu plana göre, Öcalan’ın
katılma ihtimalinin yüksek olduğu büyük bir cenaze töreni için Şam’da hıristiyan bir din görevlisi öldürülecekti.
Hristiyan din adamının tek suçu, Öcalan’ın cenazesine katılması ihtimalini akla
getiriyor olmasıydı. Şayet Öcalan cenazeye katılırsa törende bir yangın
çıkarılacaktı. Ancak, içine MİT’in suikast timi yerleştirilmiş bir itfaiye
aracı önceden hazırlanmış olacaktı. Plandan neden vazgeçilmiş derseniz, nedeni,
uluslararası bir skandala yol açacağının düşünülmesi. Tabiî ki, suikast
timinin, Öcalan’ın cenazeye gelmesi beklentisinden hareketle daha önce
hazırlanmış ve yangının bunun için çıkarılmış olduğu hemen anlaşılacaktı, fakat
hristiyan din adamının ölümünün de suikastin “hazırlık safhası”na dahil olduğu
ancak “komplo teorileri”ne konu olabilecekti. Ancak, yabancı istihbarat
servisleri, “Paranoyanın lüzumu yok. Komplo teorilerine
prim vermeyin. Türk doğrudur, çalışkandır, herşeyden önce de doğrudur. Mevlana ne
demiş, ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol. Dürüstlük Türk’ün
genlerinde var” şeklindeki hurafelere itibar etmeyecekti.
Hristiyan bir din adamının oltadaki yem olarak kullanılmış olması ihtimalini de
düşünecek ve bundan rahatsız olabileceklerdi.)
Evet, bu genç her ne
kadar bana Peygamber Efendimiz s.a.s.’i rüyasında gördüğünü
söylemiş bulunuyorduysa da, dinî bilgisi ve ameli sıfır denilebilecek
düzeydeydi. Hemen yanı başımızda, Beşiktaş İlçe Emniyet Müdürlüğü ile Yahya
Efendi Dergâhı arasında Küçük Mecidiye Camii yer alıyordu. Ve 2008 yılı
başından beri bir buçuk senedir orada olduğum halde bu genci bir defa bile cuma
namazında görmemiştim, oradan ayrıldığım 2013 yılına kadar da göremeyecektim.
Fakat, Peygamber Efendimiz s.a.s.’i rüyasında görebiliyordu. Bu bana, şu
meşhur Baron de Tott‘un Türkçe’ye Türkler ve Tatarlar Arasında adıyla tercüme edilen anı kitabında aktardığı bir
anekdotu hatırlatmıştı. 1757-1763 yılları arasında sadrazamlık yapan Koca Ragıp Paşa‘ya, bir gün, Avusturya-Macaristan
İmparatorluğu’ndan sığınmacı olarak gelen bir mühtedîyi getirmişler, onun rüyasında Peygamber Efendimiz s.a.s.’i gördüğü
için müslüman olup ülkesinden ayrılmış ve Osmanlı Devleti’ne sığınmış olduğunu
söylemişlerdi. Koca Ragıp Paşa başını kaldırmış, adamı şöyle baştan aşağı bir
süzmüş, sonra da ona, “Bana bak” demişti, “ben yedi
yaşımdan beri namaz kılıyorum, buna rağmen hâlâ Resulullah s.a.s.’i rüyamda görmek
nasip olmadı. Sen nasıl oluyor da bir gâvur çocuğu iken Peygamber Efendimiz
s.a.s.’i görüyorsun? Sen ya ananı öldürdün, ya babanı, ve kaçıp geldin, doğruyu
söyle!” Adam, yüz kızartıcı bir suç işlediği için ülkesinden
kaçmak zorunda kaldığını itiraf ediyor, Paşa da adamlarına, “Bunu bir imama götürün, buna İslam’ı öğretsin” diyordu.
Evet, cuma namazı bile kılmayan, bıyığı mecusîlik müjdesi veren bu tip, rüyasında Peygamber Efendimiz s.a.s.’i gördüğünü
söylüyordu. Demek ki malum çukur odak, adamlarına, yeri geldiğinde ve
karşılarındakini saf bulduklarında rüya uydurmaları
tavsiyesinde de bulunuyordu.
Söz konusu zehirlenme
olayının tek faydası, geçmişte yaşamış olduğum birçok sağlık sorununun asıl
nedenini çözmemi sağlamış olmasıydı. 1999 yılı Kasım ayında Mustafa Cantürk‘ün evinde misafir olduğum sırada
yaşadıklarım, onun bir “görevli eleman”
olduğunu anlamamı sağlamıştı, fakat ondan sonraki günlerde yaşadığım sağlık sorununun, bana gecenin uygunsuz bir vaktinde
tok karna ısrarla yedirdiği ikinci yemeğin eseri olduğunu ancak bu zehirlenme
durumundan sonra anlayabilmiştim. Çalışma yöntemlerinin bu kadar insanlık dışı,
vicdansızca ve adice olabileceğini asla tahmin edemez,
düşünemezdim. Daha sonraki yıllarda, bundan da aşağılık yöntemlerinin
bulunduğunu fark edecektim.
Evet, bu zehirlenme
olayı, aynı zamanda, 1993 yılında Vefa Yayıncılık dergilerinin genel yayın yönetmeni olduktan bir ay sonra
başlayan sağlık sorunlarımın ardındaki etkeni çözmemi de sağlayacaktı. Bu
sorunlar, ancak yıllar sonra, işsiz kalıp evimde oturmak zorunda kalınca
ortadan kaybolacaktı. 2006 yılı Mart ayında memuriyete başladığım zaman da
sağlığım gayet iyi durumdaydı, fakat 2007 yılının sonlarına doğru vücudumda
tekrar yaralar çıkmaya başlamış bulunuyordu. Kollarımda ve bacaklarımda.. Bir
gün çaycımız odama girdiğinde, beni elimdeki kâğıt
mendille kolumdaki sivilcemsi yaralardan biriyle meşgulken görmüştü. Ona, son
zamanlarda vücudumda böyle yaralar çıktığını söylediğimde şaşırmış, yüzünün
rengi değişmiş, paniklemiş ve üzüntülü bir görüntü vermişti. Bir süre sonra da
işten ayrılmıştı. Ondaki bu anlamsız paniğin ardında başka etkenler olabilir
miydi? Evet, şimdi artık aklıma bu tür sorular geliyordu.
GASM’da (Gemi Adamları
Sınav Merkezi) o tek başıma kaldığım ve damacanadaki su yüzünden zehirlendiğim
odada karşılaşmış olduğum başka sorunlar da vardı, ve söz konusu zehirlenme
olayı, benim için onların da, farklı bir anlam kazanmasını sağlayacaktı. Bir
ara her sabah geldiğimde, odamın tavanının, duvarlarının, pencerelerin, büyük kara sineklerle kaplı olduğunu görüyordum.
Evet, normal sinekler de değildi bunlar. İlk işim, odayı bunlardan temizlemek
için uğraşmak oluyordu. Ki bir sabah yanıma gelen Denizcilik Müsteşarlığı
uzmanlarından Tuğrul G. benim bu temizlik
çabama şahit olmuş, o da bana yardıma koyulmuştu. Tuhaf olan, yan odada bu tür sineklerin hiç ortaya
çıkmaması, salt benim kaldığım odayı mesken tutmalarıydı. Ben temizliği
yaptıktan sonra herhangi bir şekilde gelen sinek de yoktu. Fakat her sabah
geldiğimde bunların sürü halinde yeniden ortaya çıkmış olduklarını görüyordum.
Tavanı incelemiştim, acaba geldikleri bir açıklık, delik vs. var mı diye, fakat
birşey bulamamıştım. Bu böyle bir süre devam etmişti. Bir zaman da tam
çalıştığım yerde, sanki bir fare ölüsü varmış gibi kötü
bir koku ortaya çıkmış bulunuyordu. Beş altı metre kenara gittiğimde o kokuyu
alamıyordum, masamın başına oturduğumda burnumun direği kırılıyordu. Masanın ve
kenardaki dolabın altını üstünü, yanını yöresini, içini dışını gözden geçirmiş,
birşey görememiştim. Sonra, yanı başımdaki dolabı diğer odaya götürmüş ve
böylece kokudan kurtulmuştum. Fakat, o büyük kara sinekleri de, bu berbat
kokuyu da, o zehirlenme olayına kadar,
malum odakların bana bir iyiliği olarak değerlendirmek aklıma gelmemişti. Demek
ki, insanın sağlığı bozulsun, günlük aktiviteleri aksasın diye masraf ve zahmet
edip yiyecek ve içeceklerine “katkı maddeleri” eklemekle yetinmiyor, bir de,
yaşadığı yerde rahat edemesin diye bu tür “kamu hizmetleri” de veriyorlardı.
Yıllar sonra Ankara‘da çalışırken de, tek başıma kaldığım eve bir
akşam gittiğimde, kaldığım odanın pencere camında eşek arısı tabir edilen
bir sarı arı görecektim. Ama bu, bildiğimiz türden
sarı arılardan değildi, azman birşeydi. Bunun, özel olarak getirilmiş olduğunu
anlamıştım. Gündüz ben yokken hemen her gün eve girmekte, kapalı kapıyı açmakta, açık olanı kapatmakta, bana
böylece mesaj vermekteydiler. Bunun için kimi kullanıyor olabilirlerdi acaba,
emekli memur olan apartman yöneticisini mi? Aylar sonra, bu işi, tam karşımdaki
dairede oturan ve genç bir oğlu bulunan emekli memura yaptırıyor olduklarından
kesin biçimde emin olmuş ve evin içine, kapının kenarına, “Karşımda oturan köpek, evime girenin sen olduğunu biliyorum” yazılı
bir levha asmıştım. Bunun ardından, girmeye devam ediyor olsalar da, geride
işaret bırakıp “nanik yapma” şımarıklığını terk etmişlerdi.
Keçiören’in Bağlum
tarafındaki bir kenar mahallesinde tek başıma ikamet ettiğim bu evde bir başka
akşam, yüzüm hole bakar şekilde otururken birden holde sarı renkte bir duman
belirdiğini görecektim. Hemen, hava cereyanı olacak şekilde pencereleri ve kapıyı
açacaktım. Duman hole banyodan gelmekteydi. Muhtemelen, komşu dairenin
banyosunun küçük penceresinin de açıldığı havalandırma boşluğundan gelmiş
olmalıydı. O gece rüyamda, bunun beyne zarar veren
bir gaz olduğunu öğrenecektim.
İstihbarat
teşkilatlarının ve onlara özenen çetelerin böylesi “gaz”lı “kamu hizmetleri” olabiliyordu.
Kariyer Yayıncılığın Berkay Sadi Türkol imzasıyla yayınladığı “Casusluk-İstihbarat Örgütleri: Büyük Kulaklar” adlı
kitapta KGB için şunlar söyleniyordu (İstanbul, 2010, s. 176-7):
“Eğer KGB gerçekten bir kişiden
şüpheleniyorsa … o kişinin hemen fotoğrafını çeker. Kişinin otel odasına …
sistemleri monte edilir. Kimi zamansa bazı otel odaları ve yataklı vagonlar
özel teçhiz edilmiştir. Bu odalarda özel kimyasal gaz püskürten
mekanizmalar vardır. … iz bırakmayan sessiz gaz tabancaları da
kullanırlar. … Hastaneye kaldırılan kişinin otopsi raporu bile net
değildir.”
Benzer şekilde, CIA
başkanlarından Colby, Amerikan Senatosu’nun yaptığı bir soruşturmada verdiği
ifadesinde, kendilerinin zehirleyerek öldürdükleri kişilerin otopsi kontrollerinde hiçbir ize rastlanmadığını itiraf
etmiştir (s. 89).
Evet, GASM’dayken
yaşadıklarım sadece bu tür şeyler de değildi, yollarda birkaç kez taciz de edilmiştim. O da ayrı bir dertti.
O zehirlenme olayını yaşadıktan
sonra çalıştığım odada su bulundurmadığım gibi, şüphelendiğim zaman, yer ve
durumlarda birşey yiyip içmemeye dikkat etmeye başlamıştım. Bazen de, bana çay
getirenleri test ediyordum. 2013 yılında Erciyes Üniversitesi İletişim
Fakültesi‘nde çalışmaya başladığımda, fakülte yönetimine ve benim
gibi öğretim üyelerine çay getiren hizmetliyi bir gün böyle bir sınamadan
geçirmiştim. Önüme çayı bıraktığında, sükunetle, “Bu çayda zehir var
mı?” diye sormuştum. Çaycının halinde herhangi bir
değişiklik, bir panikleme vs. olmamış, hafif gülümseyerek “Yok” demişti. “Hayır, var” demiştim, “bu çaylar birçok işlemden geçiyor, katkı maddeleriyle biraz
zehire dönüşüyorlar, attığımız şeker de bir tür zehir” diyerek
konuyu geçiştirmiştim. Çaycı, temizdi.
Ancak, öğrencilerin de
yararlandığı kantin için aynı şeyi söylemek
mümkün değildi. 2009 yılından sonra İstanbul’da yiyip içtiğim şeylere dikkat
ettiğim için iki yıl kadar sonra vücudumdaki yaralar ortadan kaybolmuş
bulunuyordu. Kayseri‘ye yerleştiğimde sağlığım
yerindeydi. Fakat öğretim yılı başladıktan birkaç ay sonra bir gün kantinde çay içip tost yiyecektim ve hemen
ardından vücudumda tekrar yaralar çıkacaktı. O sırada gördüğüm rüya da, bunun, (hafif dozda, bir defada değil,
yavaş yavaş, süründürerek öldürecek nitelikte olsa da) zehirli şeyler yemekten
kaynaklandığını gösterecekti. Rüyamın tabiri, İmam Nablusî’nin tabir kitabına göre,
zehirli şeyler yiyip içmekti. Evet, Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge
Müdürlüğü’nde, 2007 yılı sonlarından itibaren bana hafif dozda, salt
karaciğerime zarar verip yaralar açacak şekilde zehir vermiş olmalıydılar.
Buna, GASM’da da, H. K.‘nın bıraktığı damacana
sayesinde devam ettikleri kanaatine varmıştım. Yaşadığım o ağrılı ve
sancılı zehirlenme olayı ise, artık benden sessiz sedasız
tümden kurtulmak için attıkları, “yavaş yavaş öldürmek yerine
bir defada kurtulma” adımıydı. Ama ölmemiştim. Bununla
birlikte, etkisi tümden geçmiş değildi, vücudum yara bere içindeydi, elimin
üstü bile yaralarla kaplıydı. O sıralarda merhum dayım bir gün evime
uğramış, yüzüme dikkatlice bakmış, “Sen hasta mısın?” diye
sormuş, “Yüzün çok sararmış, hasta görünüyorsun” demiş
bulunuyordu.
O çay ve tost
olayından sonra Kayseri‘de fakülte kantininden
birşey yiyip içmemeye dikkat etmeye başlamıştım. Şayet nadiren de olsa çay
içersem, çayın bardağa gözlerimin önünde konulmasına dikkat ediyordum.
Kantinden odama çay istediğim zaman da bunu asla tek çay olarak istemiyor, en
az üç çay olmasına, ve bunlardan rastgele birinin bana verilmiş bulunmasına
özen gösteriyordum. Nedendir bilinmez, bir süre sonra, fakülte yönetimine çay
servisi yapan çaycının bana çay servisi yapmasına engel olmuş
bulunuyorlardı. Bu yüzden, yanımda içme suyu getirmeye başlamıştım. Daha çok
da maden suyu getiriyordum. Evden okula yürüyerek
geliyor, yolda bir bakkaldan maden suyu
alıyordum. Bir gün, bakkalın dolaptaki şişeler içinden herhangi birini değil,
kenara konulmuş birini verdiğini görmüştüm. Onu içmemiş, o günden sonra başka
bir bakkaldan maden suyu almaya başlamıştım. Bir cuma günü bakkal beni lafa
tutmuş, kim olduğumu, ne iş yaptığımı vs. sormuş, ve o hafta sonu sindirim
yollarımda ciddi rahatsızlık yaşamıştım. Acaba içtiğim maden suyuyla ilgili
olabilir miydi, bunu bilemezdim, fakat korkulu rüya görmektense uyanık durmak
daha iyiydi. Bu yüzden, o günden sonra üçüncü bir bakkaldan alışveriş yapmaya
başlamıştım. Ancak, bir gün bakkal dükkânına girdiğimde, önünde müşteri olarak
bekleyen 14-15 yaşlarında birkaç kız öğrenci olduğu halde bakkal, beni
görünce heyecanla “Hah” deyip yerinden hızla fırlamış,
birşey söylememi beklemeden hemen dolaba yürüyüp bir maden suyu şişesi
getirmişti. Evet, bir tuhaflık vardı. Yolda şişeyi bir çöp bidonuna atmıştım.
Türkiye’de bu tür
şeyleri yaşayan tek kişi ben de değildim. Odatv.com yazarı
Barış Terkoğlu, 20 Mayıs 2016 tarihli yazısında, Tuncay Özkan‘ın
zehirlenmesi olayını gündeme getirmiş bulunuyordu. Terkoğlu, 2012 yılında
Silivri 4 No’lu Cezaevi’nde birlikte altı ay geçirdiği Tuncay Özkan için, “Tuncay Özkan hastaydı. Teni sararıyordu. Vücudunda
lekeler çıkmıştı” diye yazıyordu. “Bu sararma hali öyle dikkat çekiciydi ki” diyordu,
“ziyaretçilerin gördükleri sayesinde konu bir süre sonra dışarıda
da tartışıldı“.
Terkoğlu’nun
aktardığına göre, Tuncay Özkan’ın kendisi de, yazdığı kitabında durumunu şöyle
anlatmıştı:
“Aniden sararmaya, yaralar dökmeye
başladım. Revire kaldırıldım, kimi zehirlendiğimi, kimi siroz olduğumu, kimi
portakalı fazla kaçırdığımı o yüzden sarardığımı, kimi de psikolojik olduğunu
söyledi. Hastaneye sevk edildim, tetkik üstüne tetkik; teşhis konulamadı.”
Evet, hastanede tetkik
üstüne tetkik, inceleme üstüne inceleme, araştırma üstüne araştırma yapılmış,
fakat Tuncay Özkan’ın sararmasının ve “yaralar dökme”sinin nedeni
anlaşılamamıştı. Fakat bir akşam, Barış Terkoğlu’na bir sır verecekti: “Beni burada zehirlediler. O yüzden sararıyorum.” Terkoğlu “Nereden bildiğini, emin olup olmadığını” sormuştu.
Özkan’ın ona anlattığına göre, “Ergenekon Davası’nın tutuksuz
sanığı olan doktor dostu bir duruşma arasında onun kan örneğini almış, o
örneği dışarıya incelemeye götürmüş, tahliller sonucunda vücudunda yüksek
miktarda DDT D-6 olduğu anlaşılmıştı”. Bu yüzden, dışarıdan
gizlice getirttiği ilaçlarla tedavi olmaya çalışıyordu. Bunu rağmen
iyileşememiş, hastalığı hapisten çıktığı zaman da sürmüştü. Tedavi için
Almanya’ya gitmiş, vücudunda zehir bulunduğu bir kez daha teyit edilmişti.
Terkoğlu, hapiste
birlikte geçirdikleri altı aylık zamandan dört yıl sonra, 2016 yılının Mayıs
ayı başında ziyaret ettiği Tuncay Özan’ın, önemli bölümü zarar görmüş olan
karaciğerine kök hücre tedavisi yapılmış olduğunu, şimdi durumunun düzelmiş
bulunduğunu öğrenmişti. Ona, Almanya’dan aldığı raporları da göstermişti. Vücudunda
bir dizi zehirli madde vardı. Doktorlarından öğrendiğine göre, bunlardan üç
tanesi vücudunun dengesini bozmuştu. DDT D6‘dan daha büyük zararı veren iki radyoaktif madde vardı: Strontium carbonicum D8 ve caesium chioratum D8. Bu maddeler karaciğerinden başlayarak vücuduna yayılmıştı. Dişlerine kadar sirayet etmişti.
Terkoğlu’nun yazdığına
göre, Tuncay Özkan Cemaat‘ten,
yani FETÖ’den şüphelenmekteydi. Ancak, Terkoğlu’nun
yazısından bir ay kadar sonra Sözcü gazetesinde yayınlanan bir haber, konuya başka bir boyut getiriyordu: İstihbarat teşkilatı (gizli servis) boyutu. Başak
Kaya’nın 18 Haziran 2016 tarihli haberinde belirtildiğine göre, Tuncay Özkan’ın
vücudunda bulunan radyoaktif maddeler “sadece istihbarat
birimlerinin ulaşabileceği nitelikte” idi. Ayrıca Alman
doktorlar, zehirlerin kapalı ayran kutusuna ve soğanın içine şırınga ile enjekte edilerek
verilmiş olabileceğini söylemiş bulunuyorlardı.
Barış Terkoğlu’nun
yazısını okuduğumda, FETÖ‘nün isminin
burada, hazır bir günah keçisi ve “makul
şüpheli” olarak “kullanılmış” olabileceğini düşünmüş bulunuyordum. MİT eski
Kontrterör Daire Başkanı Mehmet Eymür‘ün
istihbarat faaliyetleri için kullandığı “Oyun içinde oyun vardır”
sözünü yabana atmamak gerekiyordu.
Birincisi, Tuncay Özkan’ın zehirlenmesi olayını gerçekten
FETÖ tezgâhlamış olsaydı, bu kadar Cemaatçi tutuklanmış ve perişan edilmişken,
onu zehirleyenlerin kendilerini kurtarmaları mümkün olmazdı. Mutlaka deşifre
olur ve açığa çıkarlardı. Ve FETÖ’nün kirli çamaşırlarından “zehirleme faslı“na dair çarşaf çarşaf haberleri yandaş
TV kanalı ve gazetelerden alırdık.
İkinci birşey daha
vardı: Terkoğlu’nun yazdığına göre, sararıp yaralar döken Tuncay Özkan önce
hapishanenin revirine kaldırılıyor, sonra
hastaneye gönderiliyor, burada “tetkik üstüne tetkik” yapılıyor, ve hiçbir
sonuca ulaşılamıyordu. Fakat bir başkası, Almanya’da da değil, ülke
içinde “gayriresmî” tetkik yaptırınca, olayın bir zehirleme
vakası olduğu anlaşılıyordu. Buradan çıkan sonuç, söz konusu zehirleme
hadisesinin, sadece zehirleyenleri değil, hastane çalışanlarını da
kapsayan “organize” bir faaliyet olduğuydu. Zehirleyen şahıslar
meçhuldü, fakat hastanede sözde tetkik üstüne tetkik yapanların kimler olduğu malumdu. Bu durumda onların sorgulanması
ve FETÖ’cü olup olmadıklarının araştırılması, meselenin içyüzünün anlaşılmasını
sağlayabilirdi.
Bunun yapılmadığı
anlaşılıyordu.
Bana göre,
yapılmayacaktı da.. Hastanede sözde “tetkik üzerine tetkik” yapanlar
sorgulanmayacak, masa başı bir senaryo ile
FETÖ’ye lanet okunarak iş geçiştirilecek, “Canbaza bak, canbaza!” numarasıyla
kamuoyu uyutulacaktı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder