CUMHURİYET TÜRKİYESİ'NİN RESMÎ DİNİ: ATATÜRKÇÜLÜK PUTPERESTLİĞİ

 








Geçmiş yılların birinde, Diyarbakır’da İbrahim Yeşil adlı 30 yaşındaki bir vatandaş, Şeyh Sait Meydanı’nda bulunan Atatürk heykeline elindeki çekiçle saldırmıştı.

Bu tür saldırıların kime fayda sağlayacağını anlamak için MİT ajanı Prof. Mahir Kaynak‘ın ruhuna bir selam göndermekte yarar var.

Böylesi eylemler kime fayda ve zarar verir, nasıl bir sonuca yol açar?

Hangi sonucu verdiğini görüyoruz..

Bu tür saldırılar, Atatürk’ün “bilimsel” düzeyde, “tarihî gerçekler” ışığında sorgulanmasının önüne geçmekten başka bir sonuca yol açmıyor.

İnsanların, “Bu heykellerin faydası nedir?” diye sorgulamaları imkânsız hale getiriliyor.

Bir iki tane heykel zarar görüyor, yüz binlerce heykelin ibkası garantiye alınmış oluyor.

Atatürkçülük ve Kemalizmin sorgulanmasının, “meczup” olarak gösterilen kişilerle aynı düşünce frekansında yer almak olarak gösterilip itibarsızlaştırılması da cabası..

Evet, faydasına zararına, yol açtığı sonuca, ve bu olayları vesile ya da fırsat bilip yaygara koparan, bundan nemalananlara bakarak, bu eylemler dizisinin ardında gerçekte kimlerin olabileceğine dair fikir yürütmek, Mahir Kaynak’ın bilgi ve tecrübelerinden istifade etmek anlamına gelmektedir.

*

Bununla birlikte, heykellere yapılan (bir kısmı “derin mizansen”) bu tür saldırıların ardından koparılan yaygara ve gürültü, birşeyi ispat ediyor:

Türkiye’de Selanikli Mustafa Atatürk’ün şahsını geçtik, heykelleri ve resimleri bile birer puta dönüştürülmüş durumda.

Heykel ve resimlerine, sanki onlar Selanikli’nin bizzat kendisiymiş gibi hürmet ve tazimde bulunuluyor.

Oysa, adamın bırakın heykel ve resimlerini, şahsının bile bir “insan” olarak layık olduğu yere oturtulması, diğer insanlar gibi kusurları ve günahları bulunan aciz bir kul olduğunun hatırlatılması gerekiyor.

Fakat bu tür bir hassasiyet, kusursuzluğun ve mükemmelliğin yüce yaratıcımız Allahu Teala’ya ait olduğunun bilinmesiyle oluşabilecek birşey. Böylesi bir şuura/bilince sahip olunması şart.

*

Ne var ki, memlekete laiklik (siyasal dinsizlik) hakim kılınmış olduğu için, bu en büyük hakikat “devlet” tarafından “resmen” görmezden geliniyor.

Ancak, görmezden gelme, insanlardaki “kulluk” içgüdüsünü ortadan kaldırmaya yetmiyor, sadece yön değiştirmesine ve sapkınlaşmasına yol açıyor. 

İnsanlar bu defa Yaratan’ı bırakıp yaratılmışları tanrılaştırmaya ve kutsallaştırmaya başlıyorlar.

Türkiye’de bu, “devlet” düzeyinde Selanikli’ye karşı sergileniyor.

Merhum Kadir Mısıroğlu’nun aktardığı şu anekdot, tam da bununla ilgili:

Fakülte’den arkadaşımız olan Ferruh Bozbeyli, 1960 İhtilali’nden sonraki ilk seçimlerde Adalet Partisi’nden İstanbul milletvekili seçilmişti. Seçimini müteakiben onunla … karşılaştık. Tebrikten sonra dedim ki:

– Şu 5816 sayılı kanunun [Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanun] kaldırılması için Meclis’te bir teklif yap!.. Kabul edilmez ama, sen vazifeni yapmış olursun!

Bana ne dese beğenirsiniz:

– Sen kafayı Atatürk’le bozmuşsun!.. Yahu, onun etafında olsun bir birlik teşekkül etmiş!. Şimdi bunu neden yıkalım!. Yerine ne koyacağız!.

– “Oo” dedim, “Sende çok terakki olmuş!. Yakında mason da olursun!..”

Ayrıldık.. O günden beri kendisi ile bir daha da görüşmedik.

Bir gün bu vakayı Cemil Meriç‘e anlattım. O:

– Oo!. Sen güzel cevap verememişsin! Bak benzer bir hadisede ben nasıl cevap verdim, dedi ve anlattı:

27 Mayıs 1960 İhtilali’nden sonra Cemil Meriç, [Ord. Prof. Dr.] Ali Fuad Başgil ve bir albay konuşuyorlarmış. Ali Fuad, Mustafa Kemal’e tariz ifade eden bir söz söyleyince albay:

– Aman hocam Atatürk‘ü de mi yıkacağız!. Bu takdirde, onun yerine ne koyacağız!.. demiş.

Bunun üzerine Cemil Meriç bağırmış:

– Şart mı be birader!. Yerine birini koymazsan olmaz mı?! Sana ille de bir put mu lâzım!.

(Kadir Mısıroğlu, Geçmiş Günü Elerken -II-, İstanbul: Sebil Y., 1995, s. 92, dipnot: 21.)

Allah’ı unutuca böyle oluyor..

Sözde laik (siyasal dinsiz), özde ise putperest oluyorsun.

*

Merhum Ali Ulvi Kurucu, Türkiye’deki Atatürk putperestliğine hatıralarını anlatırken değinmiş durumda. (Bkz. Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar – 4, haz.: M. Ertuğrul Düzdağ, 9. b., İstanbul: MED Kitap, 2020, s. 381-2.)

Söze, “Bir Cuma gecesi idi. [Radyodan gelen] ‘Türk Silahlı Kuvvetleri şöyle yapmış, böyle yapmış’ diye, kalın, kaba bir sesle irkildim” diyerek başlıyor.

Kastedilen gece, 27 Mayıs 1960 gecesi.. Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece.. (İslam’da yeni gün akşam Güneş’in batışı ile başladığı için, “cuma gecesi” denildiğinde, perşembeyi cumaya bağlayan gece anlaşılır, cumayı cumartesiye bağlayan gece değil.)

Kurucu, sözlerini şöyle sürdürüyor:

0 27 Mayıs 1960 gecesi, bir kız da, [radyoda]  şu manzumeyi okudu:

And içtik Atam gitmeye, gösterdiğin izden,

Ruhun tutacaktır bizi her gün elimizden,

Çiğnenmeyecek göklere yükselttiğin ülkü,

Ta Arş’a çıkardın yere düşmüş ölü Türk’ü.

Türk ırkının en son ulu peygamberi oldun,

İnsan ölmez kalpte olmuşsa semâvî

Bir gün olacaktır anıtın Türklüğe Kâbe.

Ölmez bize cennetlerin ufkundan inen ses

İnsanlar ölür, Türklüğe Allah olan ölmez.

*

Görüldüğü gibi küfrün ve sapıklığın bini bir para..

Yer ve zamana dikkat!.. Okunan yer, herhangi bir sivil topluluğun bir toplantısı değil.. 

Devletin, interneti geçtik, televizyonun bile bulunmadığı zamanda radyo yayını tekelini elinde tutan, yani özel radyo kanallarının bulunmadığı zamanda rakipsiz olarak tek başına radyo yayını yapan kurumu.. 

TRT..

Okunduğu gece de, devlet gemisine yeni bir rotanın çizildiği gece..

Hezeyan feyezanı taşıp coşmuş..

Selanikli Ali Rıza ile Zübeyde’nin ölüp gitmiş, cesedi çürümüş günahkâr oğlu için söylenen zırvalara bakın!.. 

Önce peygamber yapılıyor, ardından anıtı “yönelinip kıble edilen Kâbe” ilan ediliyor, daha sonra iş, Selanikli ölünün Türklüğün haşa ölmez Allah’ı yapılması noktasına vardırılıyor.

Öyle bir bayağılık, alçaklık ve şerefsizlik ki, bütün alçaklık ve şerefsizlikler bunun yanında yücelik gibi görünmeye mahkum.

Bu zırvaları şiir diye yazan şerefsize gelince, tanınmış bir şair değil, unutulup gitmiş. O yüzden, ismini anmaya gerek yok.

*

Merhum Kurucu sözlerini şöyle sürdürüyor:

Şairin adını herhalde söylemedi veya ben duyamadım. Manzume aruzla yazılmıştı. Sanki bildik birinin üslubunu andırıyordu. [Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin oğlu] İbrahim Sabri Bey de ona benzetti. Ama ikimiz de,

– İnşaallah onun değildir, diye dua ettik.

İbrahim Sabri Bey:

– Yahu bunu [böyle bir herzeyi] yazan büyük kâfirdir; kuvvetli, anaç bir kâfirdir yahu, dedi.

Ben [ilk kez 1939 yılında yayınlanan bu] manzumeyi ezbere biliyordum. İbret olsun diye sırası geldikçe okurdum.

Bir gün Mustafa Sabri Efendi merhum şöyle demişti:

– Allah Allah, ben yetmiş seksen senedir Kur’an-ı Kerîm‘i okurum. Şirk ayetleri gelince kendi kendime şaşarım da şöyle bir sual gelir aklıma: Allah Allah, demek insanlığın başından böyle akıl dışı, idrak almaz, acayip şeyer de geçmiş!.. Böyle putlara, heykellere tapmak; taşın toprağın, tahtanın önünde eğilmek, secde etmek, onlara saygı göstermek, tapınmak; böyle felaketler, dalaletler, şekavetler de geçirmiş insanoğlu, der şaşarım. Yahu bu zamanda da mı varmış böyle şeyler!? Bu ne cehalet! Aynı şey bugün milletimizin başına da mı geldi? Şu şiire bak yahu! Bu şiir yazılır mı?! Allah demek yasak; ama ölmüş, çürümüş gitmiş bir insana Allah demek serbest

*

Asıl anaç kâfir, kendisi için bu tür zırvaları yazdıran, yazacak insanları etrafına toplayıp onları (milletin kesesinden dağıttığı) ulufelerle abad eden Selanikli Mustafa Atatürk..

Ne yazık ki bu millet, “bir cahile esir” olmuş durumda.

Esaretin en kötüsü, ruhların ve zihinlerin esaretidir.. İnsanın, kendisi gibi birini böyle haşa Allah yapacak kadar alçalmasını sağlayan bir esaret başka türlü oluşmaz.

Türk milletinin düşürüldüğü şu kepaze duruma gâvur bile hayret ediyor.

Kadir Mısıroğlu’nun aktardığı şu anekdot, bunun bir örneği:

Nureddin Bey [Doç. Nurettin Topçu], Atik Ali Paşa Camii’nin avlusunda bir binanın bodrum katında, kapatılmış olan Türk Milliyetçiler Derneği’ni Milliyetçiler Derneği olarak yeniden kurmuş, orada hafta sonları sohbet yapardı. Ben de bu sohbetlere 50’li yıllarda pek çok kere devam etmişimdir. …

Orada Nureddin Bey bir gün dedi ki:

– Paris’te okumakta iken meşhur müsteşrik Masinyon’u [Massignon] ziyarete gitmiştim. Başkaları da vardı. Benim Türk olduğumu anlayıca bana bir sual tevcih etti ve dedi ki:

– Sizin hukuk alimleriniz Mecelle karşısında İsviçre Kanun-u Medenisini nasıl müdafaa ettiler? Ben merak ediyorum. Ben Avrupa lâdinî [din dışı] hukuklarını bilirim. İslam hukukuyla da oldukça meşgul oldum. Benim hukuk bilgimle Mecelle Dünya’da eşsiz bir hukuk abidesidir. Emsalsiz bir müdevvenattır. Allah aşkına sizin hükümetiniz bunu kaldırıp atarak İsviçre Medeni Kanunu’nu kabul ederken alimleriniz bu hareketi nasıl müdafaa edebildiler? Bunu merak ediyorum.

Nureddin Bey, bu suale karşı Masinyon’a demiş ki:

– Öyle bir şey yok. Bu ilmen müdafaa edilerek üstünlüğü vehmiyle (velev vehim olsa) kabul edilmiş değildir. Bu, emirle olmuş bir iştir. Bizde bir darb-ı mesel vardır. “Emir demiri keser” derler, herkes itaat etti ve icabını yaptı.

Masinyon biraz düşündükten sonra demiş ki:

– Delikanlı, Dünya’da bin yıl süper güç olmuş bir milletsiniz. Desene bir cahile esir oldunuz. Halinize acıyorum.

(Kadir Mısıroğlu, Benden Tarihe Haberler, 2. b., İstanbul: Sebil Yayınları, 2017, s. 636-7.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...