DEPREM VE YANLIŞ BİLİNEN ‘SÜNNETULLAH"

 



(Kaynak: https://tenbih.wordpress.com/2020/02/02/deprem-ve-yanlis-bilinen-sunnetullah/)

*

Prof. Faruk Beşer, Yeni Şafak gazetesinde üç yıl önce yayınlanan bir yazısında şöyle diyordu:

Bu haftaki hutbe bende bazı çağrışımalar yaptığı için düşündüklerimi yazayım dedim. Hutbenin bazı cümleleri şöyle:

“Kâinatın düzeni ve işleyişi ‘Sünnetullah’ denilen ilâhî kanunlara göre cereyan eder. Cenabı Hak bu kanunları sonsuz kudretiyle ve ilmiyle belirlemiştir. Deprem de ilahî kurallara uygun biçimde meydana gelir. İnsanoğlu depreme engel olamaz; depremin zamanına ve şiddetine müdahale edemez… Sonrasında ise imanı gereği, teslimiyet ve tevekkül ile hareket eder”. Bu ifadelere elbette mutlak anlamda yanlış diyemeyiz. Ancak ….

“Kâinatın düzeni ve işleyişi ‘Sünnetullah’ denilen ilâhî kanunlara göre cereyan eder” şeklindeki söz, kesin olarak yanlıştır.

Çünkü, sünnetullah olsalardı, hiç değişmezlerdi.

Sünnetullah’ın özelliği, “değişmez” oluşudur:

“(Bu,) Allah’ın öteden beri sürüp giden sünnetidir. Allah’ın sünnetinde asla bir değişiklik bulamazsın.” (Fetih, 48/23)

Bu ‘değişmezlik‘, başka ayetlerde de vurgulanır: İsra, 17/77; Ahzab, 33/62; Fatır, 35/43.

Söz konusu hutbede belirtilen “kâinat düzeni ve işleyişi” ise, değişebilir, değişir.

Mesela, peygamberlerin mucizeleri olarak değiştirildikleri olmuştur. Ateş, Hz. İbrahim için yakmaz hale gelmiştir. Ashab-ı Kehf, yemeden içmeden 300 yıl uyumuş, hayatta kalabilmiştir. Hz. İsa, Allahu Teala’nın izniyle ölüleri diriltmiştir.

Sünnetullah’ın tabiattaki/doğadaki maddî düzenlilikleri değil, kâfirlerin anlayamadıkları ya da anlamak istemedikleri “sosyal durumlar”ı kapsadığını görüyoruz:

“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzak kurmak için (böyle davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibini kuşatır. Onlar ancak öncekilere uygulanan kanunu (sünneti) bekliyorlar. Sen Allah’ın sünnetinde/kanununda hiçbir değişiklik bulamazsın. Sen, Allah’ın kanununda hiçbir sapma bulamazsın.” (Fatır, 35/43)

Misalle anlatalım..

PKK‘yı MİT‘in kurdu(rdu)ğu birçokları tarafından dile getirilmiş durumda.

Burada, Kürtler’e kurulmuş kötü bir tuzak vardı. 1970’li yıllarda yasadışı onlarca Kürt örgütü mevcuttu, ve bunların başları, devletin gizli kontrolü ve desteği çerçevesinde faaliyet gösteren PKK tarafından ezilecekti. Tabiri caizse “iti ite kırdıracaklar”, zahmetsizce derenin taşı ile aynı derenin kuşu vurulacak, maşalar varken eller yakılmayacaktı.

Ancak, kötü tuzak, “derin devlet” akılsızlığına pahalıya mal oldu.

Çünkü, “damarlarındaki asil kanla” büyüklük taslayan, Türklüğüyle gurur duyan bir kişinin dünyaya bedel olduğunu zanneden bu beyinsiz boş kafalar, gidip Sünnetullah’a tosladı. PKK bir süre sonra yabancıların kontolüne girdi, ve derin devlet akılsızlığı, kendi ürettiği Frankeştayn’la başedemez hale geldi.

*

Bir başka misal.. FETÖ..

Devletçilik ve milliyetçilik yaptırdıkları, “Devlet-i Ebed Müddet” başlığıyla şiirimsiler bile karalattıkları Fethullah eliyle “Siyasal İslamcılık” adını verdikleri gerçek Müslümanlığın önünü keseceklerdi.

İslam’a meyilli gençleri; sahte keramet öyküleriyle destekledikleri, sözde aranıyor fakat bulunamıyor gibi gösterip efsaneleştirdikleri Fethullah‘ın ağına düşürecekler, böylece “radikal dinci” hareketlerin alanını daraltacaklardı.

Bu çark, 1970 ve 80’lerde sorunsuz işledi. 90’lara gelindiğinde ise Fethullah “küresel” oynamaya başladı.

Daha doğrusu, derin akılsızlık, “din istismarı”nı küresel alana taşımaya, Batılılar tarafından “ılımlı, tehlikesiz” kabul edilecek “TSE damgalı bir sözde İslamî hareket” vasıtasıyla uluslararası alanda “kamu diplomasisi” yürütmeye, “yumuşak güç” kullanmaya heveslendi.

Batılılar’ı ürkütmemek için de Fethullah’a “dinler arası diyalog” vs. türküleri söylettirildi. Ancak, bu “oyun”un sonu çok kötü bitti. “Oyun” kurduklarını zanneden geri zekâlılar, bir zaman sonra, Hristiyan Batı’nın oyununa geldiklerini anladılar.

Fethullah, Türkiye’deki “sahici, gerçek” İslamcılığın önünü kesmesi, başına bela olması için “icat edilmişti”, fakat asıl, kendisini “laboratuvarda üreten” efendilerinin başına bela oldu.

Sünnetullah, hükmünü icra etti..

*

Bu misalleri fazla uzatmadan esasa dönelim.

İlyas Çelebi, TDV İslâm Ansiklopedisi için kaleme aldığı "Sünnetullah" maddesinde şöyle diyor:

Sünnetullahın toplum yasaları yerine evrende geçerli olan tabiat kanunları şeklinde açıklanması (Şâmil İslâm Ansiklopedisi, V, 463-465) bu kavramın Kur’an’daki kullanımına uymamaktadır.

Geçmişte İslâm uleması, bunun farkında oldukları için, tabiattaki düzenlilikler için “sünnet” değil “âdet” tabirini kullanmışlardı.

Çelebi’den okumaya devam edelim:

III. (IX.) yüzyıldan itibaren felsefenin İslâm dünyasına girmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni problemlerin başında varlık meselesi yer alıyordu. Ontolojide var oluşu kadar işleyişi de önemli sayılan âlemin sahip olduğu düzenin mekanik ve determinist kanunlara tâbi olup olmadığı, tâbi değilse ondaki nizam ve sürekliliğin nasıl açıklanacağı felsefecilerle kelâmcılar arasında tartışılan meselelerden birini teşkil etmiştir. Kelâmcılar, deizme [tabiatın işleyişine ve kullara müdahale etmeyen bir Tanrı inancına] götüreceği endişesiyle [doğadaki] söz konusu işleyişin belirlenmiş (determiné) olmadığını söyleyip bu konuda âdet kelimesini kullanmış [Determinizm son tahlilde kadercilik anlamına gelse de, İslam’ın kader anlayışı ile determinizm aynı şey değildir. Böylesi “Tanrısız” bir determinizm mesela Marksizm‘de vardır ve tabiatın tanrılaştırılması, doğaya/maddeye tanrısal nitelikler atfedilmesi anlamına gelir], böylece literatüre sünnetullah ile eş anlamlı olarak “âdetullah” tabiri girmiştir. Âdetullah, tabiat kanunlarının zorunluluğunu gerektirmediği ve tabiat üstü bir iradeyi çağrıştırdığı için mûcizeye imkân sağlıyordu [mucizeyi açıklıyordu]. Rummânî (en-Nüket, s. 102-103) ve Hattâbî (Beyânü iʿcâzi’l-Ḳurʾân, s. 20) gibi kelâm, tefsir ve hadis âlimleri fizik kanunlarını ifade etmek için yalın durumda âdet kelimesine yer vermiş [sadece ‘âdet’ tabirini kullanmış], İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî (el-Lümaʿ, s. 57) ve Gazzâlî (Tehâfütü’l-felâsife, s. 225-237) başta olmak üzere kelâm âlimlerinin çoğunluğu ise âdet kelimesini Allah’a izâfe ederek [‘âdetullah’ şeklinde] kullanmıştır. Aydınlanma dönemi ve sonrasındaki felsefî eğilimlerin, özellikle XIX. yüzyılın sonlarına doğru pozitivizmin determinizmi [Tanrısız doğa kaderciliğini] öne çıkaran evren tasavvuru üzerine müslüman âlimler sünnetullah ve fıtrat terimlerini tekrar gündeme getirmişlerdir. …

Doğuştan medenî bir varlık olan insan için belirlenmiş sosyal kanunlar (sünnetullah) vardır. 

 *

Evet, tabiat kanunları adı verilen düzenlilikler değişebilir, veya işlemez hale gelebilir, fakat sünnetullah asla değişmez.

Mesela, peygamberler bile başkalarına “kötü tuzak” kurmuş olsalar, bundan kendileri zarar görürler (Yapmazlar, o başka).

Tarih-i Taberî’de şu satırlar yer almaktadır:

… Ömer bin Hattab, Tanrı Elçisi’ne, “[Bedir Savaşı’nda esir düşen müşrik önde gelenlerinden] Süheyl bin Amr’ın iki alt ön dişini çekip çıkarttır ki, hiçbir vakit toplantılarda senin aleyhinde nutuklar söylemesin” dediğinde Tanrı elçisi, “Ben onun azalarını yolarak zararlandıracak değilim. Ben peygamber olsam bile [olduğum halde], Tanrı benim azalarımı yolar, koparır buyurdu.

(Taberî, Milletler ve Hükümdarlar Tarihi, C. 4, çev. Z. K. Ugan ve A. Temir, 3. b., İstanbul: MEB Yayınları, 1992, s. 319-20)

Değil "Mevzubahis olan vatansa insan hakları, işkence yasağı vs. teferruattır" diyen yerli-milli "laik devlet"çi vatansever olman, peygamber bile olsan böyledir.

*

Faruk Beşer’in şu ifadeleri önemli bir noktaya temas ediyor:

… Deprem, sel felaketi ve fırtına gibi olayların, bilimin ulaştıklarının ötesindeki kesin sebeplerini biz bilemeyiz. Adapazarlılar şöyle yaptı, Allah da depremle onların cezası verdi diyemeyiz. Çünkü Allah’ın bunu neden yaptığını biz bilmiyoruz. Hangi hatamızın onun terazisinde ne ağırlıkta bir sebep sayıldığını bilemeyiz.

Bununla birlikte, yine Beşer’in de belirttiği gibi, belâ ve musibetler ile günahlar arasında hiçbir ilişki yokmuş gibi de konuşamayız.

وَذَرُوا ظَاهِرَ الْاِثْمِ وَبَاطِنَهُۜ اِنَّ الَّذ۪ينَ يَكْسِبُونَ الْاِثْمَ سَيُجْزَوْنَ بِمَا كَانُوا يَقْتَرِفُونَ

﴿١٢٠﴾

“Günahın açığını da gizlisini de bırakın! Çünkü günah işleyenler, yaptıklarının cezasını mutlaka göreceklerdir.” (En’am, 6/120)

* 

Hadîs-i şerîfler:

“Devlet malı belirli çevrelerin menfaati yapıldığı, emanet ganimet ve zekât angarya sayıldığı, ilim dinden başka gaye (geçim, unvan, meslek, şöhret vs.) için tahsil edildiği, kişi karısına itaat edip annesine asi olduğu ve dostunu kendisine yaklaştırıp babasını uzaklaştırdığı, mescidlerde gürültüler başgösterdiği, fâsık kimsenin kabilenin (toplumun) başına geçtiği ve aşağılık adamın milletin lideri olduğu, şerrinden korkulduğu için kişiye ikramda bulunulduğu, şarkıcı kadınlar ve çalgı âletleri türediği, şaraplar içildiği ve bu ümmetin sonunda gelenler evvel gelenleri lânetlediği zaman; (işte o zaman) kızıl bir rüzgâr, zelzele, yere batma, şekil değiştirme, taşlanma ve ipi kopan bir kolyenin tanelerinin birbiri ardı sıra gitmesi gibi birbirini takip eden alâmetler (kıyamet alâmetleri) beklesinler.” (Tirmizî)  

“Şüphesiz ki kıyametin önünde yalancılar zuhur edecektir (Yalan yaygınlaşacak, adına psikolojik savaş, reklam, siyasal propaganda vs. diyerek bunu meslekî başarı ve meziyet gibi görecekler).” (Müslim)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KAPLAN'IN ÜFLEDİĞİ KAVAL VE KOYUN SÜRÜSÜ

  Risale-i Nur  talebesi gazeteci-yazar  Mustafa Kaplan,  “sufizm” konulu “beyanname”leri için şöyle bir yeni açıklama yapmış: Dünyânın çoba...