Evet, tarihselci diye bilinen hristiyan ve
yahudi taklitçisi modernist ilahiyatçılar, İmam Matüridî’nin kullandığı “ictihad
ile nesh” kavramını dillerine doluyor, sanki kendi tarihselcilikleri ile
İmam’ın kastettiği şey aynıymış gibi konuşuyorlar.
Bilindiği gibi İmam bu kavramı Hz. Ömer r.
a.’in (daha doğrusu Hz. Ebubekir r. a.’in) bir icraatı bağlamında dile
getiriyor.
Olayı Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır
Hoca, Hak Dini Kur’an Dili’nde müellefe-i kulûbla ilgili
ayeti (Tevbe, 9/60) tefsir ederken şöyle anlatıyor:
Müellefe-i
kulûb: Yani kalbleri İslâm dinine ısındırılacak olanlar.
Çeşitli rivayetlerden çıkan sonuca göre, bunlar başlıca üç kısım idiler.
Bir
kısmı bazı azılı kâfirler idi ki Resulullah, bunların şerlerini defetmek ve
müslümanlara eziyetlerini önlemek, diğer kâfirler ile müşriklere ve zekât
vermek istemeyenlere karşı çıkmalarını sağlamak ve İslâm tarafını tutmaları
için böyle ihsan ve yardımlarla kendilerini İslâm'a meyilli kişiler yapardı.
Diğer
bir kısmı ise kabile reisi ve ileri gelen kimseler durumunda idi ki Hz.
Peygamber, bunlara bol bol ikram ve ihsanda bulunur, kendi kabilelerinden
İslâm'a girenlere eza ve cefa etmelerini önlemeye çalışırdı. Kendilerinin ve
emrindekilerin İslâm'a girmeleri ve İslâm'da sebat etmeleri gibi bir takım
İslâmî amaçlar ve maslahatlar gözetilirdi.
Üçüncü
bir kısım da İslâm'a yeni girmiş, niyetleri ve iradeleri henüz iyice pekişmemiş
olan zayıf karakterli kişiler idi ki, fakir ve muhtaç olmasalar da kalbleri
iyice İslâm'a ısınsın, imanları pekişsin ve İslâm'ı iyice benimsesinler diye
özellikle fazla fazla ikram ve ihsan görüyorlardı. Ki Uyeyne b. Hısn,
Akra' b. Hâbis ve Abbas b. Mirdas bunlar arasındaydı.
İşte
"müellefetü'l-kulub" sıfatı her üç kısma da verilir.
Üçünde
de durumun gereğine göre, İslâm'a hizmet ile cihadın mânâsı ve fakir fukaranın
çıkarlarının gözetilmesi ve korunması gibi hikmetler söz konusudur.
Bununla
beraber Hz. Peygamber tarafından birinci kısma verilen ihsan ve yardımların
resmî sadakalardan (zekâttan) verildiği hakkında sarih ve kesin bir rivayet
yoktur. Rivayetler bunun ganimetlerden verildiğini gösteriyor.
Büyük bir ihtimalle bunun "Biliniz ki, ganimet olarak elde ettiğiniz bir
şeyin beşte biri muhakkak ki, Allah ve Resulü'ne aittir..." (Enfâl, 8/41)
âyetinin hükmünce, bilhassa Hz. Peygamber'in [devletin] hissesi olan beşte
birden verilmiş olmasıdır ki, bu da onun öz malıdır [onun tasarrufundadır].
Bundan
dolayıdır ki, İmam Şafii gibi diğer bazı imamlar buradaki
"müellefetü'l-kulub" vasfının, gayr-i müslimlere değil, müslümanlara
ait olduğu görüşünü savunmuşlardır.
Bundan
başka Hz. Ebu Bekir'in hilafeti sırasında yukarıda adı
geçenlerden Uyeyne b. Hısn ile Ekra' b. Habis, ki ikisi de Necid'li
idiler, gelmişler "Ey Allah'ın Resulü'nün halifesi, bizim tarafta
otsuz, işe yaramaz bir kıraç arazi var, onu bize ver, tahsis et"
demişler. Hz. Ebu Bekir de o araziyi onlara ikta' [mülkiyeti devlette, kullaım
hakkı onlarda olma] yoluyla tahsis eylemiş ve buna dair bir de yazılı belge
düzenleyip, şahitlere imzalatmış. Fakat o anda orada hazır olanlar arasında Hz.
Ömer yoktu. Bu ikisi şahit olsun diye Ömer'e vardılar, durumu anlattılar. Hz.
Ömer bunu işitince yazılmış olan yazıyı ellerinden aldı ve yırttı attı. Dedi
ki: "Resulullah sizi İslâm'a ısındırıyordu ve o gün müslümanların sayısı
azdı. Şimdi ise Allah Teâlâ müslümanların sayısını çoğalttı. Gidiniz gücünüz
yettiği kadar çalışıp çabalayınız, siz size düşeni yaparsanız Allah da sizi
gözetir."
Bunun
üzerine öfkelenerek Hz. Ebu Bekir'e müracaat ettiler. “Halife sen misin, Ömer
mi?" dediler. Ebu Bekir de "(Eğer) isterse (halifeliği kabul ederse)
odur" dedi, bu konuda Ömer'e muvafakat ettiğini göstermiş oldu. Onun
yaptığını yanlış bulmadı, ashabtan karşı çıkan ve yanlış bulan kimse de olmadı.
Bundan
şu hukukî sonuç çıkar ki, Hz. Ebu Bekir iktaı (bağışı) yapmış ve hatta
imzalamışken sonradan Hz. Ömer'in bunu engelleme işini yanlış bulmayarak, kendi
kararından rücu eylemiştir. Bu şuna delalet eder: Demek ki, bu meselede Hz.
Ömer'in hatırlattığı mânâ ve maksadı derhal anlayıp tasdik etmiştir. Yani
"müellefetü'l-kulub"a yapılan özel bağışlar ehl-i İslâm'ın
azınlıkta olduğu zamanlara mahsus bir uygulamadır. Ve bunda ictihada
mesağ yoktur. Zira Ebu Bekir ictihada yol görse idi imza
ettiği bir hükmün feshini caiz görmezdi. Ashaptan bunu inkâr eden kimse
çıkmayınca da mesele sosyal bir mahiyet almış olur [icma teşekkül etmiş olur].
Merhum Elmalılı’nın
anlattıkları, birçok hususun açıklığa kavuşmasını sağlıyor.
Herşeyden önce, söz
konusu olay zekât dağıtımıyla ilgisiz.. Adamlar bir arazinin
kendilerine tahsisini istiyorlar.
Buradan şu sonuç
çıkar: Hz. Ömer’in itirazı, müellefe-i kulûbla ilgili ayet çerçevesinde
değerlendirilemez.
Çünkü Hz. Ömer, bu
adamlara verilen bir zekâta itiraz etmiş değil.
İtiraz ettiği husus
ile ilgili bir ayet mevcut olsaydı, mesela “Sizden olan ulu’l-emr, müellefe-i
kulûba arazi tahsisi yapabilir” denilseydi, işte o zaman, Hz. Ömer’in
müellefe-i kulûbla ilgili o ayet hakkında bir içtihatta
bulunmuş olduğu belki söylenebilirdi.
Burada mevzubahis
olan, “müellefe-i kulûb”a verilecek zekât olmadığı için, Hz.
Ömer’in Tevbe Suresi’nin 60’ıncı ayeti hakkında (nesh olarak
adlandırılabilecek veya adlandırılmayabilecek) bir içtihat yaptığı
söylenemez.
Dolayısıyla “içtihat
ile nesh”ten söz etmek de gereksizdir.
Olay sadece,
müellefe-i kulûb sınıfına girdiği kabul edilebilecek kişilerin birtakım
taleplerine maslahat (kamu yararı) icabı olumlu cevap verilip verilmemesiyle
ilgili..
Ve bu konuda emredici
açık bir nass (ayet ya da hadîs) yok..
*
Bu olay vesilesiyle
söyledikleriyle Hz. Ömer, müellefe-i kulûb kavramına açıklık getiriyor.
Herhangi bir nass hakkında içtihatta bulunmuyor.
Böylece, ayetteki
ibareyi (müellefe-i kulûb kavramını) anlamamızı sağlıyor. Ayeti tefsir ediyor.
(Ki İmam Matüridî’ye göre ayetleri tefsir etme ehliyeti ve yeterliliğine sahip
olanlar ancak ashabdır.)
Elmalılı rh. a.’in
dikkat çektiği gibi, Hz. Ebubekir r. a., Hz. Ömer’in ayette geçen kavramın
manasını ortaya koyduğunu fark ettiği için, buna aykırı bir içtihat yapamayacağını,
“mevrid-i nassta içtihada mesağ olmadığını” göz önünde tutarak onun
görüşünü onaylıyor.
Eğer, söz konusu
şahıslara böylesi bir bağışta bulunmasının caiz olduğunu
düşünseydi, Hz. Ömer’in itirazını dikkate almazdı, alamazdı. Çünkü vaadinden, verdiği
sözden dönmek (haram olan hususlar dışında) caiz değildir, haramdır, ve
münafıklık alâmetidir:
“Verdiğiniz
sözü ve yaptığınız antlaşmayı yerine getirin. Çünkü verilen söz, sorumluluğu
gerektirir.” (İsrâ/17/34)
Bu noktaya daha
önce Cessas da dikkat çekmiş bulunuyor:
"Cessâs
da Hz. Ebû Bekir’in kararından dönmesini, Hz. Ömer’in yaptığı hatırlatmayı
anlamış olmasına bağlamaktadır. Hz. Ebû Bekir’in kararını
değiştirmesini, bu konuda ictihadı uygun görmediğinin ispatı olarak
görür. Aksi durumda âyetin yürürlükte olan hükmünü fesh etmeyi caiz
görmüş olacağına dikkat çeker." (el-Cessâs, Ahkâmü’l-Kur’ân,
C. III, s. 161.)
(Fikret
Gedikli, “İctihad İle Nesh’in İmkânına Dair”, Ekev Akademi Dergisi,
Yıl: 24, Sayı: 84, Güz 2020, s. 281.)
*
İmdi, müellefe-i kulûb
kavramına Hz. Ömer’in işaret ettiği şekilde (ve merhum Elmalılı’nın izahı
veçhile) bir kayıt ve şart getirmediğinizde, kavramı mutlak olarak aldığınızda,
bütün kâfirleri ve İslam’a yeni girmiş herkesi “müellefe-i kulûb” saymanız
gerekir.
Bu durumda zekât,
ayet-i kerimede sayılan diğer sınıfları geçtik, müellefe-i kulub sayılan
insanların hepsine bile yetmeyecek, ancak küçük bir kısmının talebine cevap
verebilecektir.
Kavramı Hz. Ömer’in işaret ettiği şekilde doğru anladığımızda ise taşlar yerine oturur.
Madem ki
müellefe-i kulub denilen insanlara zekât verilmesi ve bağışta bulunulması,
İslam’a girmeleri muhtemel insanları olumsuz etkileyebilmelerinden ve
sözlerinin geçtiği toplumlarda yeni müslüman olanlara zarar verebilecek
olmalarından kaynaklanıyor, onlar etkilerini yitirdiği ve İslam devleti tam
otorite tesis ettiğinde, onların zaten istikballerini ve menfaatlerini İslam
devleti ile işbirliği yapmakta görecekleri hususu dikkate alınmalıdır.
Onlara özel muamele
yapılması, İslam toplumunun (ümmetin) maslahatı (kamu yararı) içindi.. İslam
devletinin güçlenip tam otorite tesis ettiği bir zamanda onlara özel muamele
yapılmasında ise herhangi bir kamu yararı ve ümmetin çıkarı söz konusu
olmamaktadır.
Tam aksine, ümmetin
malı, belirli kişilerin özel çıkarları için heder edilmiş, kamu, zarara
uğratılmış, emanete riayet hususunda ihmalkârlık gösterilmiş olur.
*
Konuya devam edeceğiz
inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder