TARİHSELCİLERİN İMAM MATÜRİDÎ İSTİSMARI

 



Önceki yazılarımızın birinde, Dr. Yüksel Macit’in 2009 yılında yayınladığı “Hz. Muhammed’den Sonra Nesh Meselesi” başlıklı makalesini konu edinmiştik.

Makalenin, yazarın kendi yaptığı özetini de aktarmıştık:

İslam alimleri genelde Peygamberden sonra neshi kabul etmezler, ancak birkaç alim Kur'an'dan bir hükmün kıyas ve icma ile neshini caiz görmüştür. Daha önemlisi imam Maturidi (ö333/944) Te'vilatu Ehli's-Sünne kitabında ictihad ile neshten bahsetmektedir. O, Hz. Ömer'in Kur'an'da geçen müellefe-i kuluba zekat vermemesini ictihad ile nesh olarak değerlendirmiştir. Biz de onunla aynı görüşteyiz. Peygamberden sonra nesh caizdir, çünkü şartlar değişiyor. Bu bir değerlendirmedir, başkaları başka değerlendirme yapabilir. Konu tartışmaya açıktır.

Yine yoz Türk pırasasör Mustafa Öztürk’ün laflarını da aktarmıştık:

Hz. Ömer, Kur’an‘da ayet olarak müellefe-i kulub’a zekat verme hükmü hâlâ duruyorken Hz. Peygamber vefat ettikten sonra bunu isteyen ve bu konuda ayetin mevcut olduğunu da hatırlatan bir gruba “gidin emeğinizle çalışın kazanın, size zırnık yok” demiş ve hiçbir şey vermemiştir. İmam Maturidi bu olayı “ictihad yoluyla nesh” olarak tanımlar. Ben de Maturidi ile aynı şeyi söylüyorum ama tekfir edilen benim. “İlla birini tekfir etmem lazım, yoksa duramam” diyorsanız önce mezhep imamımız Maturidi’yi tekfir edin. Benim suçum ne? İsmimin önünde Ebu Mansur yazmaması mı?

Görüldüğü gibi bu adamlar, müellefe-i kulûbla ilgili ayetten hareketle birşey söylüyor değiller.

Herhangi bir hadîs-i şerîfe de dayanmıyorlar.

Hatta Hz. Ömer r. a.’in söz konusu uygulamasına da dayanıyor değiller.

Dayandıkları şey, İmam Matüridî rh. a.’in Hz. Ömer’in (devlet başkanı Hz Ebubekir r. a. tarafından onaylanan) görüşünden hareketle yaptığı bir kavramsallaştırmadan/isimlendirmeden ibaret..

İmam Matüridî’nin kullandığı kavram, “içtihad ile nesh”..

Evet, bu kavramı alıyorlar, sonra, Hz. Ömer’in görüşüyle hiç ilgisi olmayan ve de İmam Matüridî’nin bu kavramı kullanırken hiç kastetmediği hususları, bu kavramı bahane ederek “yutturmaya” çalışıyorlar: “Biz de Hz. Ömer gibi içtihat yapabilir ve Kur’an’daki hükümleri neshedebiliriz.

Dedikleri bu..

Ancak, birincisi siz Hz. Ömer değilsiniz..

İkincisi, sizin yaptığınız içtihat değil..

Üçüncüsü, sizin nesh kavramından anladığınız şey, İmam Matüridî’nin neshten kastettiği şey değil.

*

Evet, Yüksel Macit, İmam Matüridî için, O, Hz. Ömer'in Kur'an'da geçen müellefe-i kuluba zekat vermemesini ictihad ile nesh olarak değerlendirmiştir” diyor.

Bir defa, Hz. Ömer Kur’an’da geçen müellefe-i kulûba zekât vermemiş değil.

Çünkü, Hz. Ömer’in isteklerini geri çevirdiği şahıslar, “Kur’an’da adı geçen müellefe-i kulûb” değil.. Kur’an’da kimsenin adı geçmiyor..

Kur’an’da sadece müellefe-i kulûb kavramı geçiyor.

İkincisi, adamların istediği ve Hz. Ömer’in vermediği şey, zekât değil.. Adamlar bir arazi parçasını istiyorlar..

İslam devletinin arazileri zekât olarak toplayıp dağıtması diye birşey yok.

Yüksel Macit’in anlayış, idrak, fehm ve fıkıhtan nasibinin ne kadar olduğunu anlamanız için bu kadarı yeterlidir..

Adam, Hz. Ömer’in müellefe-i kulûba zekât vermediğini söylüyor. Olaya vukufu bu kadar.

Bu haliyle kalkıyor İmam Matüridî’nin sözlerini bahane ederek laga luga yapıyor.

Makalesindeki akıl yürütüş biçimi de şöyle: "Falan şöyle dedi, filan böyle dedi, filanca da şöyle demişti, ama o sanki şöyle demek istiyor gibi de diyemiyor, o halde nesh her zaman caizdir."

Makalesine tekrar döneceğiz inşaallah.

*

Macit’in yukarıya aldığımız cümlesini şu lafları izliyor:

“Biz de onunla (İmam Matüridî ile) aynı görüşteyiz. Peygamberden sonra nesh caizdir, çünkü şartlar değişiyor.”

Görüşünü ispatlamak için ileriye sürdüğü argüman bu: “Çünkü şartlar değişiyor.”

Böylece şartlar, hükmün kendisi haline geliyor. Daha doğrusu “hüküm koyucu” olma konumuna yükseliyor.

Hükmü koyan Allahu Teala olmaktan çıkıyor, “şartlar” haline geliyor.

Peki şartlar nedir, canlı mı cansız mı, yenir mi yenmez mi?

Şartlar denilen şey, insanlar arası ilişkilerin seyrinden başka birşey midir?!..

*

Mustafa Öztürk’ün lafları daha eğlenceli.. O şöyle diyor:

Hz. Ömer, Kur’an‘da ayet olarak müellefe-i kulub’a zekat verme hükmü hâlâ duruyorken Hz. Peygamber vefat ettikten sonra bunu isteyen ve bu konuda ayetin mevcut olduğunu da hatırlatan bir gruba “gidin emeğinizle çalışın kazanın, size zırnık yok” demiş ve hiçbir şey vermemiştir. 

Görüldüğü gibi Mustafa da Macit gibi aynı “zekât” hikâyesini anlatıyor.. 

Aslında yok birbirlerinden farkları, fakat bu, yoz Türk..

İdrak ve anlayış bakımından aralarında önemli bir fark bulunduğu söylenemez.. 

Tarihselci olabilmesi için insanın öncelikle belli bir ahmaklık ve gabavet düzeyini tutturması gerekiyor, o da bunlarda fazlasıyla mevcut.

Ancak, "zekât"tan söz etmeleri, idrak kıtlığından değil de olayın aslını bilmiyor olmalarından da kaynaklanıyor olabilir.

Fakat bu, kendileri açısından önemli bir hata, kusur ya da eksiklik sayılmaz.. Çünkü, dertleri olayı anlamak değil salt İmam Matüridî'nin sözünü istismar etmek olduğu için, meselenin aslını bilmeleri gerekmiyor.

Elde İmam'a ait istismar edilmeye müsait bir söz bulunması yeterli..

Ayrıca, bu konuda cesur olmaya ihtiyaçları var, bunun için de "Cahil cesur olur" fehvasınca cehalete muhtaçlar..

Olayın aslını bilirlerse cahillikleri azalacağı için cesaretleri de azalabilir, bu da tarihselcilik için bir kayıp demektir..

*

Evet, bu iki ilahiyatçı arasında idrak zaafiyeti ve bilgi eksikliği bakımından fazla bir fark yok.. Tarihselciliğin gerektirdiği formasyona tamamen sahip oldukları kesin.

Ancak, Mustafa'nın edebiyatı Macit'inkinden iyi, olayı bir romancı ya da hikâyeci gibi süslüyor, hayal gücünden faydalanıyor.. 

Hayal gücünün daha aktif olması, cehaletinin Macit'inkinden fazla olmasından da kaynaklanıyor olabilir, bilemem.. 

Nitekim, olayın kahramanları iki kişi olduğu halde bu, "grup" kelimesini kullanabiliyor. Sanki 30-40 kişiler..

Hakkını yemeyelim, romancı, hikâyeci filan olsaymış yoz Türk edebiyatına eğlenceli katkılar sunabilirmiş, fakat hangi akla hizmetse züccaciye dükkânına giren fil gibi tutup ilahiyat alanına dalmış..

Zararı çift katlı, böylece hem ilahiyat alanını masal bahçesine çevirmiş, hem de Türk edebiyatının, hayal dünyası geniş yetenekli bir masal anlatıcısını yitirmesine neden olmuş.

Evet, bu şahıs, romancılığını konuşturarak söz konusu "grub"un Hz. Ömer’e müellefe-i kulûbla ilgili ayeti hatırlatmasından, "zekât" istemesinden söz ediyor.

Halbuki böyle birşey yok..

Adamların ayet filan hatırlatması söz konusu değil.. 

Fakat, Mustafa’nın hayal dünyası geniş, edebiyatı coşkun, kolaysa tut!..

*

Olayı anlatacak, kahramanlarını tanıtacağız inşaallah, fakat önce ilgili ayetleri hatırlamak gerekiyor (Tevbe Suresi):

58. İçlerinden (münafıklar arasından) sadakalar konusunda sana dil uzatanlar da var. Kendilerine ondan bir pay verilirse hoşnut olurlar; eğer kendilerine ondan bir pay verilmezse, hemen kızarlar.

59. Eğer onlar Allah ve Resûlü’nün kendilerine verdiğine razı olup, "Bize Allah yeter. Lütuf ve ihsanıyla Allah ve Resûlü ileride bize yine verir. Biz yalnız Allah'a rağbet ederiz" deselerdi, kendileri için daha hayırlı olurdu.

60. Sadakalar (zekâtlar), Allah'tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât toplayan memurlar, kalpleri İslâm'a ısındırılacak olanlar (müellefe-i kulûb) ile (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler, borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

İmdi, mesele sadece müellefe-i kulûb değil, zekât verilecek kesimler arasında mesela köleler de yer alıyor.

Bu ayet-i kerimeden dolayı o gün birtakım köleler Hz. Ebubekir’e gelip, “Hani bize zekâttan pay?” mı diyorlardı?!

Bu ayetten hareketle zekâtlar hemen kölelerin azat edilmesi için mi harcanıyordu?!

Sonra bu ayet, zekât bu sekiz sınıfın hepsine mutlaka verilmelidir, hiçbiri hiçbir zaman eksik bırakılmamalıdır diye bir hüküm mü getiriyor, yoksa, bu sekiz sınıfın dışındaki kesimleri hariç tutmayı mı hedefliyor?

*

Bu tarihselci taife biraz angut olduğu için müşahhas/somut örnekle izah edelim:

Diyelim ki bir zengin İstanbul İl Milli Eğitim Müdürlüğü’ne gitti, “Alın size şu kadar para, devletin ilköğretim okullarının yoksul öğrencilerine yardım edin. Ancak bu parayı altı, yedi ve sekiz yaşındaki öğrencilere verebilirsiniz” dedi. Müdürlük de tuttu altı yaşındaki çocuklara dağıttı..

Bu, bağışçı zenginin talimatının çiğnenmesi anlamına mı gelir?!

Mesela on yaşındaki öğrencilere de yardım edilseydi bu söylenebilirdi, fakat öyle bir durum yok.

Diyelim ki ertesi sene olay tekerrür etti, bu defa sekiz yaşındakilere dağıttılar, bu durumda önceki senenin altı, o günün yedi yaşındaki bir öğrencisi kalkıp, “Ama bağışçı zengin yedi yaşı da sayıyor, hem geçen sene bize de vermiştiniz, yine vermelisiniz. Siz bağışçının talimatını yürürlükten kaldırdınız, uygulamadınız” diyor.

Böyle bir yedi yaş üstün zekâsına öğretmenleri ne derse Hz. Ömer de arazi isteyen söz konusu ahmak ve açgözlü istismarcı şahıslara onu demiş.

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

İRFAN PAZARLAMACILARININ VE VAHDET-İ VÜCUTÇU MARİFETULLAH İŞPORTACILARININ ANLAYAMADIĞI

Malumdur ki,  İbn Arabî  ve  Hacı Bektaş-ı Velî  gibi isimler, “ şeriat, tarikat, marifet, hakikat ” şeklinde (İslâm’ın ilk dönemlerinde...