Önceki yazılarda da dile
getirdiğimiz gibi, tarihselciler, İmam Matüridî’nin kullandığı “ictihad ile
nesh” kavramını dillerine doluyor, sanki kendi tarihselcilikleri ile
İmam’ın kastettiği şey aynıymış gibi konuşuyorlar.
Bu aslında bir acziyetin
ve iflasın ifadesi..
Tescili..
Kendi yaklaşımları
için Kur’an ve Sünnet’ten bir delil bulamıyorlar, o
yüzden İmam’ın kullandığı bir tabiri istismar ediyorlar.
*
Diyelim ki İmam’ın
sözleri tam da kendilerinin savunduğu anlayışı yansıtıyor (Öyle değil, bu
konuya döneceğiz, fakat öyle olduğunu varsayalım), bu tam da “mezhepçilik”
diye eleştirdikleri yaklaşıma karşılık gelir.
Böylece “mezhebi (bir
alimin içtihadını) din haline getirme” denilen tavrı sergilemiş olurlar.
Oturup kalkıp “mezhepler
üstü İslam”dan söz eden, insanları Kur’an’a, Kur’an İslamı’na, Kur’an Müslümanlığı’na
çağıran bu dangalakların böyle temel bir konuda, en iyi ihtimalle bir alimin
içtihadı sayılabilecek bir görüşü (Ki içtihad kesinlik taşımaz, zan ifade
eder) kesin delil gibi ortaya sürmelerine ne demek gerekir?
Eğer bunlar, mezheb
(içtihat) olgusunun mantığını kavramış olsalardı, İmam Şafiî gibi
konuşmaları gerekirdi: İmam Matüridî'nin bu tespitinin doğru
olduğunu düşünüyoruz, fakat yanlış olabilir. Karşıt görüşün hatalı olduğunu
düşünüyoruz, fakat doğru olabilir.
*
Üstelik bu Mustafa
Yoztürk şunları söyleyebilmiş:
“Atalar dininin, fıkıh
mühendislerinin, ruhban sınıflarının, efendileştirilmiş hocaların vesayet ve
velayetine karşı İslam’ın özü olan Kur’ân, esas itibariyle
bireyi akla ve düşünmeye davet eder…”
Reklamlarda Kur'an gösteriyorlar,
teslimatta ise işi "abi"leri ve efendileri fıkıh mühendisi
ruhbanımsı Fazlur Rahman'a (ve onun efendileri olan papazlara
ve oryantalistlere) bağlıyorlar.
Ya da "abi" olarak bizzat
kendilerinin peşine düşülmesini istiyorlar.
Fakat bunu bile açıkça ve mertçe söylemiyor,
söyleyemiyor, araya İmam Matüridî'yi sokuşturuyorlar.
Ve böylece, "İslam’ın özü olan Kur’an",
sözde Yoztürk’ün atası İmam Matüridî’nin (özde ise Fazlur Rahman
gibi rahipleşmiş tiplerin) bir lafı için anında gözden çıkartılabiliyor,
geçersiz hale gelebiliyor.
Böylece, fıkıh mühendisliğine soyunan bu
soytarının yukarıya aldığımız sözü, diğer sözleri ve genel yaklaşımı
çerçevesinde şöyle bir anlam kazanıyor: “Kur’an’ı boş ver,
onun davet ettiği akla bak!.. Esas olan akıl, Kur'an sadece
ona çağıran bir davetçi.. Ancak bu işlere sizin aklınız yetmez, buradaki
akıl, oryantalistlerin ve papazların aklı.. O aklın İslam
ülkelerindeki distribütörü ise Fazlur Rahman gibi tipler..
Bizler de Türkiye'deki bayileriz.”
Nitekim bu münafık, mahrem muhitlerde kendisine
benzeyen tiplerle bir araya geldiğinde küfrünü açıklayıp Kur’an’a
inanmadığını söyleyebilen, Allahu Teala’yı günümüz romancı ve hikâyecileri gibi
kıssa uyduruyor gibi gösterebilen riyakâr bir sahtekâr.
*
İmam Matüridî'nin sözünü
bir içtihat kabul edersek şunu da hatırlamamız gerekir: Bir
içtihat, ancak o içtihadı yapan kişiyi bağlar..
Başkaları için
bağlayıcılığı yoktur, fakat o şahsın ilmine itimat eden kişiler onu taklid
edebilirler.
Buna amelî
konularda izin verilmiştir. Bunda zaruret vardır, herkesin içtihat
yapabilecek seviyeye gelmesi beklenemez. Bir toplumda herkesin uzman hukukçu
olmasının beklenemeyeceği gibi..
Ancak itikadî konularda
durum böyle değildir. İtikatta taklid, Ehl-i Sünnet nazarında
günahtır, iman mutlaka tahkike ve delile dayanmak zorundadır.
Mukallidin (taklitçinin) imanı geçerliyse de, taklitle yetindiği, tahikiki terk
ettiği için günahkârdır. Mutezile’ye göre ise böylesinin imanı geçersizdir.
İmdi, hükmü Kur’an ve
Sünnet’te açıkça belirtilmemiş bir meselede bu iki asıldaki bir nasstan
hareketle kıyas yapıp içtihatta bulunmakla, bir bütün olarak Kur’an hükümlerinin
geçerliliği ve neshi meselesinde görüş bildirmek, aynı şey midir?!
İlki amelî bir mesele
hakkında yapılmış (kesinlik taşımayıp zan düzeyinde kalan) içtihattır, Kur’an’daki
bir hüküm hakkında “Bu hüküm geçerlidir veya değildir” diye bir hüküm verilmiş
olmamaktadır.
İkincisinde ise,
bizzat Kur’an’ın geçerliliği konusunda hüküm veriyorsunuz.
Böylece mesele itikadî bir boyut kazanmaktadır. Ve siz bu konuda güya içtihat
yapıyorsunuz.
Ve şu da ortada ki, içtihat demek,
zann-ı galiple hüküm vermek demektir. Sonuç itibariyle zan durumundadır.
Halbuki itikadî
nitelikteki hükümler kesin delillere dayanmak zorundadır.
Üstelik, kesin bir delil
karşısında zannî bir delilin söz hakkı olamaz, fer', asl'ı iptal edemez.
Mecelle’de ifade edildiği gibi “Şek (şüphe, tereddüt,
zan) ile yakîn (kesin bilgi) zail olmaz (ortadan
kalkmaz).”
Kur’an’daki hükümlerin doğruluğunda, kesinliğinde, geçerliliğinde ve
bağlayıcılığında herhangi bir şüphe yoktur, hidayetin ta kendisidir:
“İşte bu, o Kitab'dır ki,
onda şüphe yoktur. Takvâ sâhipleri için hidâyettir” (Bakara, 2/2)
Kendisinde
şüphe bulunmayan bir kitap, süpheli/zannî olan bir görüş/içtihat
(değerlendirme) ile geçersiz hale getirilemez.
*
Söz bu noktaya geldiğinde
Mustafa Yoztürk gibi yarım akıllılar şöyle diyeceklerdir: “Kur’an’ı Kur’an’la
ispat etmek safsatadır.”
Ardından da bilgiç bir
eda ile şöyle diyeceklerdir:
Çünkü burada siz bir şeyi
yine kendisinden hareketle ispatlamaya çalışıyorsunuz ve böylece mantık açısından
“müsadere ale’l-matlûb” ya da “safsata” diye ifade edilen çok
sıkıntılı bir durumla karşılaşıyorsunuz.
Bu sözler Mustafa’ya
ait..
Evet, Mustafa Yoztürk
gibi tiplerin “tarihsel, tarihte kalmış” geçmiş âlimlerden alıp artistik
şovlarına malzeme yaptıkları bu akıl yürütüş esas itibariyle doğrudur,
fakat tarihselci dangalakların eline düştüğünde onların
ahmaklıklarını sergileyen bir turnusol kâğıdına dönüşmektedir.
Doğrudur, mahkemede
davalı ya da davacı şahit olarak kendisini gösteremez, “Ben doğru söylüyorum”
demesini doğruluğunun delili olarak ileriye süremez.
Ancak, bir kimse, haklı
olduğunu kendi sözleriyle, mesela muhataplarının çelişki ve tutarsızlıklarını ortaya
sererek, ve çürütülemeyecek aklî deliller getirerek
ispatlayamaz mı?!
Mesela birisi senin
kör olduğunu iddia etse, senin kör olmadığını göstermek için şahit getirmen
mi gerekir? “Bak ben görüyorum, şurada bir genç oturuyor, diğer tarafta bir
hanım teyze var, duvarda fotoğraf asılı, senin üzerindeki elbise şöyle söyle,
rengi de şu, suratın da yolunmuş tavuk gibi traşlı, daha sayayım mı?” diyemez
misin?!
Bu, müsadere
ale’l-matlub mudur, safsata mıdır, hanzo?!
*
Kur’an, kendisinin Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in
sözü olmadığını, Allah kelamı olduğunu belirtiyor, insan sözü olduğunu iddia
edenlere ise meydan okuyor:
“De ki: Yemîn olsun ki, eğer insanlar ve
cinler bu Kur'ân'ın bir benzerini getirmek üzere bir araya
gelseler, birbirlerine yardımcı da olsalar, (yine) onun benzerini
getiremezler.” (İsra, 17/88)
Üstelik, istenen Kur’an’ın
bütününün bir benzeri de değil..
Sadece bir surenin
(Mesela sadece birer satırdan ibaret olan Kevser ve İhlas Surelerinden birinin)
benzerini getirseler kâfi gelecek:
"Eğer kulumuza indirdiğimizden şüphe içinde iseniz, haydi onun gibi bir sûre getirin, Allah'tan başka güvendiklerinizin hepsini çağırın; eğer doğru iseniz.
"Yok
yapamadıysanız, ki hiçbir zaman yapamayacaksınız, o halde yakıtı
insanlar ve taşlar olan, inkârcılar için hazırlanmış ateşten sakının."
(Bakara, 2/23-24)
“Yalnız başınıza
uğraşın, okullardaki sınavlarda olduğu gibi yeteneğinizi ve bilginizi tek
başınıza ispatlayın, kopya çekmeyin, yardımlaşmayın” denilmiyor.
“Teker teker gelmenize
gerek yok, hep birden gelin, hatta gidip toplayabildiğiniz kadar adam toplayın,
ben buradan bir yere gitmiyorum, işte meydan!” diye meydan okunuyor.
Bir yazar düşünün ki,
herkese şöyle meydan okuyor: “Ey bu memleketin kendisini çok akıllı zanneden
üniversite hocaları, yazar çizerleri, gazetecileri, edebiyatçıları, şairleri,
devlet büyükleri, bürokratları, elinizden geliyorsa benim yazdığım gibi iki
satırlık bir metin oluşturun. Tek başınıza da uğraşmayın, yardımlaşın” diyor.
Ne düşünürsünüz?..
Böyle bir adamı
memleketin ulema ve üdebası bile değil, kabiliyetli lise talebeleri bile kepaze
ederler.
Peki, niye bin 400
senedir bunca kâfir bir araya gelip de mesela tek satırlık Kevser Suresi’ne
benzer bir metin meydana getiremediler, getiremiyorlar?
*
Bir boks ya da futbol
maçını düşünün.. Bir taraf ringe ya da sahaya çıkıyor, diğeri yenilgiyi baştan
kabul edip gelmiyor.. Sonuç nedir? Hükmen galibiyettir.
Bu müsadere
ale’l-matlub mudur, safsata mıdır, angut?
Bir alanda üstün
kalitede orijinal bir eser ortaya koymak zor olabilir, fakat onun benzerini
yapmak sıradan bir iştir.
Mesela yeni bir icat
yapmak zordur, fakat bir defa yapıldı mı hemen hakikisinden farksız, hatta
bazen ondan daha iyi taklitleri piyasayı doldurur.
Edebiyat ve sanatsal
akımlar böyle oluşur, birbirinin benzeri resim, şarkı, roman, film, piyes,
hikâye ve şiirler peşpeşe üretilir.
Peki niye birileri Kur’an’ı
taklit edip de “kutsal kitap yazma akımı, geleneği” oluşturmamışlar,
oluşturamamışlar?
Normal şartlarda mesela
bir Kevser Suresi’nin en az yüz tane, hatta bin tane benzerinin yazılmış olması
gerekirdi.
Mesela Kanunî’nin
meşhur şiirini alalım.. Bâkî onun beyitlerine üçer mısra
ekleyerek tahmise (beşliklere) dönüştürmüş bulunuyor. İlk beşliğe bakalım:
Câme-i sıhhat Hudâ’dan halka bir hil’at gibi,
Bir libâs-ı fâhir olmaz cisme ol kisvet gibi,
Var iken baht ü saâdet kuvvet ü kudret gibi,
Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi,
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi.
Sadece Bâkî değil, hemen
her yetenekli şair herhangi bir şiirin mısralarının bu şekilde benzerlerini
yazabilir, fakat başka şairleri taklit ediyor görünmek istemezler. Burada Bâkî,
Cihan Padişahı’na saygısını gösterip ona “kıyak” geçmiş durumda..
Kur’an surelerine gelince, bu kadar kâfir neden biraraya gelip de bu
meydan okumaya cevap verememişler, Kevser Suresi’nin başına ya da sonuna ona
benzeyen ifadeler ekleyememişler?..
Kur’an, kendisinin Allah kelamı olduğunu başka nasıl ispatlayacak,
ahmak soytarı?! Cebrail a.s.’ı getirip şahit olarak mı konuşturacak?
Yoz Türk aklı böyle
birşey işte.. Bu rezil dangalak bir de tutup akıl ve düşünme edebiyatı
yapıyor..
*
Ancak, mesele bundan
ibaret değil..
İmdi, Kur’an’ın
bu meydan okuyan ayetleri herkese karşı delildir.
Kur’an, ortaya bir iddia atıyor, ve bu iddia, Marksist
kehanetler kabilinden (Karl Popper’ın tabiriyle) “yanlışlanabilirlik”
(yani test edilebilirlik) niteliği taşımayan iddialar değil.
Yanlışlanabilir nitelikte
fakat yanlışlanamıyor. Demek ki doğru..
Eğer sizde akıl ve
fikir, mantık ve düşünce diye birşey varsa, mesele açık..
Ancak, Kur’an’daki
bütün ayetler, tek başına alındıklarında, böyle herkes için delil olarak ortaya
sürülemez, kimi ayetler ancak ona inanan için delil olur.
Mesela, Kur’an’a
inandığını söylüyorsan, Hz. Nuh a.s.’ın bir peygamber olduğunu gösteren ayetler
senin için delildir, sana karşı delil olarak getirilebilir.
Yine Mecelle’ye
atıfla söylemek gerekirse, “Kişi ikrarı ile muaheze olunur”.
*
İşte aynı nedenle, İmam
Matüridî’yi bir imam olarak kabul eden kişiye karşı onun sözlerini delil
olarak söylemek mümkün olabilir. Fakat bir Selefî meşrebe ya
da Eş’arî mezhepliye onun sözünü delil olarak söyleyemezsiniz.
Evet, bir mezheb mensubu,
başka mezhebe mensub birine karşı doğrudan kendi imamının içtihadını değil,
ancak o içtihada medar olan nassı delil olarak ortaya sürebilir. (Delaleti
kat’î olmayıp da zannî olan aynı nassa dayanıp farklı yorumluyorlarsa, ortada
tartışılacak birşey zaten kalmaz.)
Şimdi sen, İmam’ın (en
iyi ihtimalle içtihat olarak kabul edilebilecek) bir sözünü delil olarak ileri
sürüyorsan, bunun ancak Matüridî mezhebinden olan için değer taşıyor
olabileceğini, başka mezhep mensupları içinse bunun müsadere
ale’l-matlub ya da safsata olacağını anlaman gerekir.
Fakat heyhat, sende o
kafa nerde!..
Ayrıca, eğer sen İmam’ın
sözlerini delil kabul ediyorsan, onun içtihat usulü ve nesih konusuyla
ilgili bütün değerlendirmelerini onaylıyorsun demektir?
Bu durumda, İmam’ın tarihselcilikle
uyuşmayan, onu mahkum eden sözleri sana söylendiğinde onlara da “Evet” demen
gerekir.
Ya da “Ben de onun
söylediğini söylüyorum” demekten, yalan söylemekten
vazgeçmek durumundasındır.
*
Buradaki usul
sorunlarından (mantıksızlıklardan) bir başkası ise şu:
İçtihadın (kıyasın), bir
nassa dayalı olarak yapılması gerekirken, tarihselciler, en iyi ihtimalle
içtihat ürünü sayılabilecek bir görüşü, bir başka içtihat için delil kabul
ediyorlar.
Kendi içtihatları için
delil kabul ettikleri ilk içtihat/görüş zaten zannî idi,
kesinlik taşımıyordu, durum böyleyken bundan hareketle tavşanın suyunun suyu
kabilinden bir başka zannî görüş ileri sürülüyor,.
Bir başkası da bu ikinci
zannî görüşü temel kabul edip üçüncü bir zannî görüş ileri sürebilir ve bu bir
silsile halinde gider.
Akıllı ve tedbirli
insanlar, dünya işlerinde birinci dereceden bir zanna itibar etseler bile, bir
zan üzerine bina edilen ikinci bir zanna göre amel etmekten kaçınırlar, bunu
kumar oynamak gibi riskli bir iş sayarlar.
*
Ancak konuyla ilgili
sorunlar bunlardan ibaret değil.. Devam edeceğiz inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder