Bir önceki yazıda, pırasasör Mustafa Öztürk gibi yoz Türk tiplerin kendi sınırsız
sorumsuz tarihselcilik anlayışlarını İmam
Matüridî rh. a.’in kullandığı “ictihad ile nesh” kavramının içine
sıkıştırarak yutturmaya çalıştıklarını görmüştük.
Mecelle’de şöyle bir kaide yer almaktadır: “Ukudda (akitlerde, sözleşmelerde) itibar
mekasıd (maksatlara) ve meâniyedir (manalaradır); elfaz (lafızlar) ve mebâniye (sözün
söyleniş biçimine, yapısına) değildir.” (Mesela bir faiz işlemi, onun alışveriş
olarak adlandırılmasıyla faiz olmaktan çıkmıyor. Burada işlemin mahiyeti ve
manası dikkate alınıyor, nasıl adlandırıldığı değil. Öte yandan, Mecelle’deki bu ibarede akitler kaydının, yemini hariç
tutmak için söylendiği belirtiliyor. Yeminlerde itibar elfazadır.)
Tabiî bu, sözleşme metinlerinde kullanılan kelimeler ile, kast edilen manalar arasında uyumsuzluk olması durumuyla kayıtlı.. Yoksa, neyi nasıl söyleyeceğini bilen (ve de algı yönetimi ve manipülasyon için kasten yanıltıcı kelimeler kullanma sahtekârlığına tevessül etmeyen) insanlar, meramlarını anlatacak uygun kelimeleri bulmakta zorlanmazlar.
Allahu Teala'nın kelamı söz konusu olduğunda ise (doğası gereği müteşabih olan hususlar bulunmakla birlikte) lafız-mana uyumsuzluğu düşünülemez.
Aynı şekilde hadîsleri cevâmiu'l-kelim özelliği taşıyan Peygamber Efendimiz sallalallahu aleyhi ve sellem de mana ve maksada uygun düşmeyen lafızları kullanmaz.
Fakat, âlimleri de dahil olmak üzere ümmetin böyle bir özelliği yok.
*
Dolayısıyla, aynı kelimeleri kullansalar bile, insanların bazen farklı şeyleri kastediyor olabileceklerini her zaman dikkate almak gerekir.
Dinî ve ilmî konular mevzubahis olduğunda bu husus çok daha önemli hale gelir.
İmam Matüridî’nin sözünün doğru anlaşılması için de öncelikle
onun ictihad ve nesh kavramlarıyla neyi kastettiğinin ortaya konulması
gerekiyor. Yani bugün nesh ve ictihad denilince anlaşılan hususları mı kastediyor,
yoksa başka birşeyi mi; bunun ortaya konulması önem taşıyor.
Bu
noktaya döneceğiz, fakat önce, bir âlim olarak İmam Matüridî’nin bizim için ne ifade ettiği üzerinde
durmamız gerekiyor.
*
Hz. Ali r. a.’in şöyle bir sözü var: Lâ ta'rifi'l-hakka bi'r-ricâli, i'rifi'l-hakka,
ta'rif ehlehû. Hakkı insanlar ile tanıma, hakkı tanı/bil, ehlini de bilirsin.
Bir başka
deyişle, “Bu söylenen hak, çünkü onu filanca şahıs söyledi” demek birşey ifade
etmez, söylenen gerçekten hak olsa da, usul
yanlıştır.
“Bu adam
hak ehli, çünkü söylediği hak” diyebiliyorsanız, usul hatası yapmaktan
kurtulmuşsunuz demektir.
İmam Matüridî de sonuçta Hz. Ali’nin sözünü ettiği adamlardan (ricalden)
biridir. Bunun istisnası değildir.
Dolayısıyla,
İmam Malik rh. a.’in Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kabrini göstererek söylediği “Şurada
yatan zat dışında herkesin sözü alınır da, atılır da” şeklindeki ifade İmam
Matüridî için de geçerlidir.
*
Evet, ulema
değerlidir, fakat onlar masum
peygamberler değildirler. Günah işleyebilirler, yanılabilirler, farkında
olmadan hataya düşebilirler. Sürçebilirler.
Rûdânî,
Cem’u’l-fevâid’de Muâz bin Cebel r.
a.’in şu sözünü nakletmektedir (Büyük Hadis Külliyatı – Cem’u’l-fevâid,
çev. Naim Erdoğan, C. 3, İstanbul: İz Y., 2007, s. 431.):
“Sizi bilgili kimselerin (ulemanın)
ayaklarının sürçmesine karşı uyarıyorum. Çünkü şeytan
ilim sahiplerinin dili ile dalâlet ve sapıklığa davet edecektir.
Sen bilgili kişinin (sırf bilgili kişi tarafından söylendi diye) şöhret kazanmış (yanlış olabilecek) sözlerinden kaçın ki,
o sözler seni kaydırıp yanıltmasın. Kim bilir belki o bilgili kişi bu
sözlerinden döner. Hak ne ise onu kabul et,
onun üzerinde ol, çünkü hakkın üzerinde nur vardır.”
Evet, âlim bir zat boş bulunup
yanlış anlaşılabilecek bir söz söyler, sonra birtakım ins ve cin şeytanları onu
kullanarak dalâlet ve sapıklığa davet ederler.
Günümüzde olduğu gibi..
*
Merhum Elmalılı Muhammed
Hamdi Yazır Hoca’nın Hak Dini Kur’an
Dili’nde Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetini tefsir ederken bu bağlamda dikkat
çektiği hususlar büyük önem taşıyor.
Söz konusu ayetin meali
şöyle:
(Yahudiler) din bilginlerini (ahbar/haham taifesini), (hristiyanlar
da) râhiblerini ve Meryemoğlu Mesîh'i Allah'tan başka rabler edindiler. Hâlbuki
ancak tek bir İlâh'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yoktur!
O, ortak koşmakta oldukları şeylerden münezzehtir!”
Elmalılı
rh. a.’in ayeti tefsir ederken söyledikleri tamı tamına tarihselci taifeye
uyuyor.
Sanki
onları anlatmak için yazılmış.
Okuyalım:
“Allah'tan
başka bir de hahamlarını (yahudiler) ve rahiplerini (hıristiyanlar) kendilerine
rab edindiler".
Allah'ın emrine, Hakk’ın hükmüne değil, onların
hükümlerine, onların iradelerine tabi oldular. Onlara Allah'a tapar gibi
taptılar, hatta Allah'ı bırakıp onlara taptılar, Allah'ın emirlerini bırakıp, (onların)
açıkça Allah'ın emirlerine ters düşen keyfî arzularına itaat eylediler.
Allah'ın
haram kıldığı şeyleri onların emriyle helâl gördüler.
Allah'ın "Yapmayın" dediği şeyleri yaptılar, "Yapın"
dediklerini de yapmadılar. Allah'ın emir
ve yasaklarını değil de onların emir ve yasaklarını dinlediler.
İşte
tarihselcilerin insanları davet ettikleri şey bu..
Allah’ın
emir ve yasaklarına değil de, Fazlur
Rahman gibi taptıkları rablerinin emir ve yasaklarına uyuyor, ve insanları
da buna davet ediyorlar.
Neden?
Nedenini
merhum Elmalılı’nın sözleri ortaya koyuyor:
Onlara, Allah'ın emirlerini uygulayan (uygulama
konumunda olan), O'nun dininin hükümlerini anlayıp anlatan (anlayıp anlatma
konumunda olan) kimseler gözüyle değil de, (bundan daha fazlası için
yetkililermiş gibi) dinde sanki Allah
gibi hükümler vermeye ve kurallar koymaya yetkili imişler gibi baktılar.
Doğrudan doğruya kendi yanlarından şeriat vaz'etmeye, dinî hükümler koymaya
hakları varmış, sanki birer müdebbir rabmış gibi baktılar.
Onların iradelerine heva ve heveslerine uydular.
İşte
tarihselcilerin “ruh” röntgeni..
*
Merhum
Elmalılı sözlerini şöyle sürdürüyor:
Nitekim bu âyetin mânâsı hakkında meşhur Hatem-i Tâî'nin oğlu Adiyy demiştir ki:
"Resulullah'a geldim, boynumda altından bir haç vardı” --ki Adiyy o zaman henüz müslüman olmamıştı ve hıristiyandı--, Resulullah Berâetün (Tevbe) Sûresi'ni okuyordu, bana ‘Ya Adiyy şu boynundaki veseni (putu) at’ buyurdu.
"Ben de çıkardım attım.
" ‘Allah'tan başka hahamlarını ve rahiplerini de rab edindiler’ anlamına olan âyetine geldi, ben, ‘Ya Resulallah, onlara ibadet etmezlerdi’, dedim.
"Resulullah buyurdu ki: ‘Allah'ın helal kıldığına haram derler, siz de haram tanımaz mıydınız? Allah'ın haram kıldığına helâl derler, siz de helâl saymaz mıydınız?’
"Ben de ‘Evet’ dedim.
" ‘İşte bu onlara ibadettir’ buyurdu."
İşte
bizim tarihselcilerin durumu da budur.
Fazlur Rahman
gibi mendebur tipler onların rabbi durumunda..
Onlara
kulluk ediyorlar..
Aynı
zamanda da ikinci dereceden “rabcilik”
oynamaya kalkışıyor, Şeriat’te güncelleme
yapmaya yelteniyorlar.
Ve
insanları Allahu Teala’ya değil de kendilerine kul olmaya çağırıyorlar.
Rablik
diploma, ehliyet ya da ruhsatları ise ceplerinde hazır: Neyin tarihsel olduğunu
anlamalarını sağlayan üstün zekâları..
Millet
onlara tapmasın da ne yapsın!..
Böyle
düşünüyorlar..
*
Merhum
Elmalılı’nın sözlerine dönelim:
Rebi' demiştir ki, "Bu rablık İsrailoğulları'nda
nasıl idi?" diye Abdul'âliye'ye sordum. O da "Genellikle Allah'ın kitabında hahamların sözlerine
aykırı olan âyetler bulurlar, bununla beraber Kitab’ın hükmünü bırakırlar da
hahamların sözlerini tutarlardı" dedi.
İşte
tarihselci ukala ile onları Hindistan’ın inekleri gibi mübarek kabul eden
yerli-milli dangalakların durumu bu!
Allahu
Teala, Tevrat’tan sonra Zebur, İncil ve Kur’an
nazil olmuşken, Yahudiler tutup kendi din bilginlerinden birine bile değil,
Peygamber Efendimiz sallalllahu aleyhi ve sellem’e gelip zinanın cezası konusunda hüküm vermesini, kendileri için bir güncelleme
yapmasını istedikleri zaman, onları azarlamıştı (O gün için Tevrat nazil
olalı yaklaşık 2 bin sene geçmişti):
“İçinde Allah'ın
hükmü (recm emri) bulunan Tevrat yanlarında olduğu hâlde nasıl
seni hakem yapıyorlar da sonra (sen onlara Tevrat’taki hükmü hatırlatınca) bunun
ardından yüz çeviriyorlar? Onlar (kitaplarına) iman etmiş kimseler değillerdir.”
(Maide, 5/43)
Kur’an’daki
hükümleri tanımayan, onları bin 400 sene öncesinde kalmış kabul eden
tarihselcilerin bu imansızlardan bir farkı var mıdır?..
Varsa
ne kadardır?..
Allahu
Teala’nın emir ve yasakları açıkken onları bırakıp Mustafa gibi yoz Türk’lerin
laflarını kutsal emir belleyen ahmaklara ne demek gerekir?
Böylesi
budalalar, “Ama biz Mustafa’ya ya da
başka bir ilahiyatçıya rab demiyoruz ki, ona ibadet etmiyoruz ki”
diyeceklerdir.
Merhum
Elmalılı’nın sözlerinin devamı onlara cevap veriyor:
Bu rivayetler şunu gösterir ki, herhangi birini rab
edinmiş olmak için behemahal ona "rab"
adını vermiş olmak şart değildir.
İşte burada tekrar Mecelle’deki ifadeye geliyoruz: “İtibar mekasıd (maksatlara) ve meâniyedir
(manalaradır); elfaz (lafızlar) ve mebâniye (sözün söyleniş biçimine, yapısına)
değildir.”
*
Merhum Elmalılı sözlerini şöyle sürdürüyor:
Allah'ın emrine uygun olup olmadığını hesaba
katmayarak, onun emrine uymak ve özellikle de dinin hükümlerine ait olan hususlarda onu kural koymaya yetkili sanıp
ne söylerse, ne emrederse doğru farzetmek, ona uyduğu zaman Allah'ın emrine ters düşeceğini düşünmeden
hareket etmek, onun emirlerini taparcasına yerine getirmek onu rab edinmek ve ona tapmak demektir.
Bu mesele daha açık nasıl anlatılabilir?!
*
Bu
noktada akla ulemanın değeri ile ilgili hadîsler gelebilir.
Ulemayı
hiç mi kaale almayacağız diye düşünülebilir.
Merhum
Elmalılı, sözlerinin devamında bu bahse de giriyor:
Şu halde burada “Din
âlimlerine, ulu’l-emr adı verilen devlet başkanlarına itaat etmek, Allah'ın
emri olan bir farz değil midir? O halde yahudilerle hıristiyanların kendi âlimleri
ve yöneticileri demek olan ‘ahbar’ ve ‘ruhban’a itaat etmeleri niçin muaheze
olunuyor?” şeklinde düşünmeye gerek yoktur.
Çünkü burada sözü edilen şey, Allah için itaat ve teslimiyet değil, "min dunillah"
olan, yani Allah'ın emrine ters düşen
itaattir.
Gerçekten de ilmî hakikatleri kabul ve âlimlere itaat etmek ve saygı göstermek Allah'ın emridir. Ve Allah'ın emrine itaat de Allah'a itaattır.
Fakat bu doğrudan doğruya değil, "Allah'a, Resule ve sizden olan
emir sahiplerine itaat ediniz." (Nisa, 4/59) âyetinde de işaret
buyurulduğu üzere Allah'a ve Resulü'ne
itaatın bir bölümü olarak ve ona bağlanarak yapılacak olan bir itaattır,
Allah'a ve emirlerine rağmen bir itaat değildir.
Allah için bir itaat demek, Allah'ın emirleri doğrultusunda olan, en azından mahluka itaatte Yaratıcı’ya isyan
bulunmayan bir itaat demektir.
Böyle bir itaat Halık’a (Allah’a) isyan bulunmamak şartıyla meşru olur.
İlmin hükmünün hak, emrin de maruf olması (İlim adına
söylenenlerin doğru, verilen emirlerin de Şeriat’e uygun olması) şartına
bağlıdır (İlim namına söylenen her söz doğru değildir, her emir de meşru olmaz).
İlmin hakkı, hak ve hakikatı izlemesinde, gerçekle
olan ilişkisinde, Hakk’ın emrine uygun
düşmesinde ve daima Allah’ın rızasını
araştırmasında, Hakk’ın ahkâmını (hükümlerini)
tanıyıp kavramasında, hasılı Allah
için olmasındadır.
Evet,
ilim diye buna deniliyor.
Tarihselcilerin
zırva ve hezeyanlarına gelince, onlar İblis’e rahmet okutacak türden şeytanî
vesvese ve mugalatalardan ibaret.
Tarihselcilerin
derdi, laflarının Hakk’ın emrine uygun
düşmesi değil, “zamanın ve mekânın şartları”
dedikleri konjonktüre, yükselen trendlere, moda eğilimlere, egemen güçlerin
arzularına uygun düşmesidir.
Onlar,
Allah’ın rızasını değil, küresel ve
yerel egemen rejimin efendilerinin rızasını önemsemektedirler.
O
yüzden de onlar için Hakk’ın ahkâmını
tanıyıp kavramak önem taşımaz..
Önemli olan içinde bulunulan dönemin ve coğrafyanın şartlarını kavramak ve o şartlara göre hüküm icat etmektir.
Daha doğrusu, kapıkulu yanaşmalar olarak hizmet ettikleri efendilerinin
hükümlerini Allah’ın hükmü gibi gösterebilmek için şarlatanlık yapmaktır.
Dolayısıyla
bu soytarılar gerçekte hadîslerde övülen âlimler arasında yer almamaktadırlar. (Bunlar
doğru dürüst birşey de bilmezler. Bir tek doktora
tezi hazırladıkları konuyu bildikleri varsayılabilir, fakat ilmî bir tenkid
yapıldığında genelde onun da iler tutar tarafının olmadığı görülür. Bu kalın
kafalı taifenin ilmi değil sadece unvanı vardır.)
*
Merhum
Elmalılı’nın sözlerine dönelim:
Yoksa gerçekle uyum sağlamayan, hak temeli üzerinde
yürümeyen, Allah'ın hukukuna aykırı olan, Allah'ın
koyduğu kanun ve kurallara karşı gelmek isteyen kuruntular ne kadar
süslenirse süslensin ilim değildir.
Ve âlimlerin değeri, ilim zihniyetine ve haysiyetine
bağlılıkları ile ölçülür. Ulu'l-emr olmaları sırf bilgileri ve ilmî
haysiyetleri bakımındandır.
Yani (Allahu Teala tarafından) emredilen marufu
tanımaları, uyulacak âyetin hükmünü iyi
bilmeleri ve ondan elde edilecek mânâyı iyi kavramaları sebebiyledir:
"Bunların hüküm çıkarmaya gücü
yetenleri elbette onu anlarlardı." (Nisâ, 4/83), "Allah'ın
kulları içinde O'ndan en çok korkanlar
âlimlerdir." (Fâtır, 35/28) özelliklerini taşımaları ve "Eğer
bilmiyorsanız, ilim ve hikmet ehline
(ehl-i zikre) danışınız." (Nahl 16/43) buyurulduğu üzere, âlimlerin ehl-i zikir olmaları bakımındandır.
Âlim, bilgi sahibi olması bakımından hiçbir şeyin
değil, ancak Hakk’ın kuludur. Delillerin ve Hakk’ın âyetlerinin emrindedir.
Deliller
ise esas itibariyle Kur’an ve Sünnet’ten ibarettir. İcma ve kıyas onlara tesanüd
eder.
Tarihselcilerin
itibar ettiği deliller ise “zamanın ve
mekânın şartları”ndan ibarettir.
Onlara
göre, şartlar değişince hükümler de değişir.
Şartlar
dedikleri şey de, o günün toplumunda genel kabul gören ve egemen güçler
tarafından desteklenen hayat tarzına karşılık gelmektedir.
Oysa
ki şartlar adı verilen hayat tarzı, delil olarak bir değere sahip değildir.
*
Merhum
Elmalılı sözlerinin devamında şöyle demektedir:
Lâkin delilin şerefi bizzat kendinden değil, medlulü
olan hakka delalet etmesi ve hakkın
açığa çıkmasına yardımcı olması yüzündendir. Hakkı batıl, batılı hak
yapmaya çalışanlar ise ilmî haysiyetten mahrum birer tağutturlar.
Tarihselcilerin
derdi hakkın (gerçeğin) açığa çıkmasına yardımcı olmak değil, egemen rejimin ve
mevcut toplumsal yapının “şartlar” adını verdikleri dayatmalarının
meşrulaştırılması ve abrakadabra ile “dinî hüküm” katına çıkartılmasından
ibarettir.
Dolayısıyla
bunlar, “bizden olan ulu’l-emr”
değil, Elmalılı rh. a.’in tabiriyle birer tağuttur.
Kendilerinden
daha güçlü tağutlara hizmet için insanları aldatmaya çalışan ikinci sınıf tağutlardır.
Bir
taraftan egemen güçleri rab edinip
onlara taparken, diğer taraftan da insanların “din” adına kendilerini rab
edinmelerini istemektedirler.
Merhum
Elmalılı bu gerçeğe şu şekilde işaret etmektedir:
İlme ve ilmin ortaya koyduğu verilere, Hak Teâlâ
tarafından yaratılmış gerçekler olduğu bakımından itaat, Allah'ın emrine itaat
ve hakkın farizasını yerine getirmektir.
Hakka
bağlı olduğu müddetçe ilme ve âlime uymamak ilim ve ulema
düşmanlığıdır.
Ancak, Allah'ın emirlerini gözardı ederek, âlimlerde velev cüz'î bir hüküm vaz’ etme
(koyma) yetkisi bulunduğunu, hatta bir zerrenin bile hükmünün yerini
değiştirmeye yetkili olduklarını kabul ve teslim eylemek, Allah'tan başkasına
bir rablık hissesi vermektir, onları "min dunillah" (Allah'ın
gerisinde) rab edinmektir.
İşte
mesele bundan ibarettir.
Tarihselci
soytarılara gelince, onlar kendilerinde cüz’î
değil küllî hüküm vaz’ etme (koyma)
yetkisi görmektedirler.
Hükmünü
değiştirmek istedikleri şey bir zerre değil, koskoca bir Ağrı Dağı, bir
Erciyes..
Değil
tarihselci dangalaklara, gerçek âlimlere bile her konuda ve her zaman itaat
etmek doğru değildir.
Nitekim
merhum Elmalılı sözlerinin devamında şu uyarıyı yapmaktadır:
Şeytanlara, Tağutlara, Nemrudlara, Firavunlara, putlara ve evsana tapmak nasıl bir şirk ve küfür ise âlimlere de haddinden fazla kıymet vermek öyledir.
Mesela; doğruyu yanlışı, hakkı
batılı ayırmaksızın hak (doğru) ilmin gereği olmayan fikirlerini, sözlerini, Hakk’ın emrine dayanmayan, ondan
kaynaklanmayan şahsî görüşlerini, istek ve arzuya dayanan keyfî fetvalarını ve iradelerini üstün
tutmak, sanki onlarda Allah'ın haram
kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram kılma yetkisi varmış gibi, hakkı
değiştirebilecek bir hakları varmış gibi, kasıtlı sapıklıklar şöyle dursun, (kasıtsız
olarak düştükleri) Allah'ın emrine aykırı olduğu açık olan hatalarına bile
itaati caiz görmek, hasılı “Allah bu konuda ne buyuruyor” diye düşünmeden, Allah'ın emrine uymak gerektiğini hesaba
katmadan onlara itaat dahi öyle bir şirk
ve küfürdür. Allah'ı bırakıp başkalarına tapmak demektir.
Açıkça
tarihselci olduklarını söylememekle birlikte, Mecelle’de ifade edildiği
şekilde lafız değilse de meani bakımından bir ölçüde tarihselci tutum
sergileyen yerli-milli-devletçi-Türkiyeci
taife bu ifadeleri “tekfircilik”
olarak nitelendirebilirler.
Evet,
tekfirdir.
Çünkü
İslam’da tekfir de vardır. Kâfire kâfir denilir.
İslam’da
küfre iman, kâfire de mümin demek gibi bir budalalık yoktur.
*
Merhum
Elmalılı sözlerini şöyle sürdürüyor.
Maalesef Yahudiler ve Hıristiyanlar işte böyle yapmışlardır:
Ahbar ve ruhbanlarını rab edinmişlerdir.
Onlara gerçekten rab dememişlerse bile rab yerine
koymuşlardır.
Dinde
hüküm koyabilme haklarının olduğuna inanmışlardır.
Bu
ümmetten de aynı hataya düşenler mevcuttur.
Günümüzdeki
en açık örnek ise tarihselcilerdir.
Tarihselciler,
tıpkı Hristiyanlar gibi, onlardan aldıkları hermenötik ve tarihsellik laga
lugalarıyla dinin hükümlerini, Kitab’ın (Kur’an’ın) kesin emirlerini
değiştirmeye kalkışmaktadırlar.
Te’vil
ve tebdil etmekte, fasit yorumlar getirip değiştirmektedirler.
*
Merhum
Elmalılı’yı dinlemeye devam edelim:
Hele Hıristiyanlık tarihinde ruhban sınıfının kutsal tanınması ve papaların hata etmez sayılması daha fazla resmiyet kazanmış olan çok açık bir durumdur.
Bunların din
işlerinde yetkili ve dinde her türlü tasarrufa salahiyetli olduklarını,
ruhanî meclislerin (din adamları/görevlileri kurulunun) kararlarıyla ve papanın
emriyle dinin ahkâmının (hükümlerinin) ve
Kitab’ın kesin emirlerinin değiştirilecek derecede te'vil ve tebdil, hatta
tahrif olunabileceğini, namaz ve oruç gibi temel ibadetlerin, haram ve helâl ile ilgili bütün kuralların
ve meselelerin istenilen şekle konulabileceğini, her türlü günahın
affedilebileceğini, hatta cennet ve cehennem anahtarlarının papazların elinde
olup, bunların isteyene satılabileceğini ve bütün bunlara hiç kimsenin itiraza hakkı bulunmadığını iddia ve
kabul edecek kadar imtiyazlar tanımışlardı ki, bu âyet işte bütün bunları
hatırlatmakta, muaheze etmektedir.
Adiyy ile ilgili olan hadis-i şerif de bunun asgari
ölçüde bir bakıma tefsiridir.
Hıristiyanlıkta ruhban sınıfının böyle bir imtiyaz ve
hakimiyetle "min dunillah" (Allah'ın gerisinde) rab edinilmelerine
"klerikalizm" adı verilir.
Daha sonra bundan şikayetle Protestanlık zuhur etmiştir. Mâide Sûresi'ne (âyet 64, 65) bakınız.
Bazılarının
İslam’ın protestanlaştırılmasından
söz ettiklerini görüyoruz ki dolaylı olarak Katolik Hristiyanlığı aklamak anlamına
gelebilir.
Halbuki,
Hristiyanlar’ın katoliği ile protestanı arasında dalalet bakımından bir fark
yoktur.
*
Merhum
Elmalılı’yı dinlemeye devam edelim:
Daha sonra bu rablık
imtiyazı, ruhban sınıfının elinden çıkmış, parlamenterlere geçmiştir.
İşte demokrasi
dediğimiz şey budur.
Parlamentolara ve parlamenterlere, ve de o
parlamenterlere liderlik eden tiplere rablık
imtiyazı tanımak.
*
Demokrasi, İslam açısından işte bu yüzden küfür ve şirk rejimidir.
Çünkü demokrasi salt yöneticilerin seçimle gelmesi meselesi değildir, “millet iradesi”ni, “halk egemenliğini” herşeyin üstünde
tutmak, ona mutlak (kayıtsız şartsız) bir hakimiyet tanımaktır.
Ancak pratikte halk, egemenliğin sefasını (seçim yasaları,
hileleri, barajları, engelleyici siyasal parti kanunlarıyla kayıt ve şart
altına alınıp kısıtlanmış göstermelik bir alanda) dört beş yılda bir sadece bir
gün, seçim günü sürebilir.
Ertesi gün insanlar, “kendi kendilerinin sınırlı
sorumlu ve yetkili rabbi olma” haklarını kaybeder, seçtikleri rablerinin kulları
haline gelirler. Gelmektedirler.
Türkiye’de Allah’ın
hükümlerine kamusal alanda söz hakkı tanınmazken, laik (siyasal dinsiz)
demokratik rejimin ‘rablik’ imtiyazı tanıdığı parlamenterlerin (hüküm koyucu, yasa yapıcıların) İslam’ın güncellenmesinden söz
edebilmeleri, bu alanda ülkemizin Batı’yı geçmekte olduğunu göstermektedir.
Çünkü bizdekiler, Batı’dakinin aksine, hem ruhban “rabliği”ni, hem de seküler “parlamenter rabliği”ni
birlikte uhdelerine almak istiyorlar.
Tek biriyle yetinmeye razı değil gibi görünüyorlar.
Böyle bir ülkenin ve toplumun akıbeti ne olur, bilemeyiz,
Allah bilir..
Ancak şunu biliyoruz: Allah Azze ve Celle tevbe için
fırsat ve mehil verir, imhal ederse de, ihmal etmez..
Son birkaç yazınızda tahlîl ve tenkîd ettiğiniz, "İmâm Mâtürîdî'ye tarihselcilik yamama ve sıvama / tarihselciliği İmâm'a da yamama ve sıvama" hokkabazlığı için şişirelerek çarpıtılan ve saptırılan "Nassen sâbit ve sarîh ahkâmı ictihâd ile neshedip değiştirebilme imkânı" goygoyuna dâir muhtasar-müfîd bir teşrîh ve tavzîh
YanıtlaSil👇
https://www.musellem.net/imam-maturididen-tarihselci-cikarmak