Prof. Ömer Türker’in “Osmanlı Dönemi Vahdet-i Vücud
Tartışmaları İçin Bir Başlangıç: Seyyid Şerif el-Cürcani'nin Vahdet-i Vücud
Yorumu” başlıklı bir makalesi mevcut.
Önce, vahdet-i vücud anlayışını reddeden Adudüddin
el-İci ile Sa'deddin et-Teftazani’nin eleştirilerini
özetliyor.
Sonra da sözü Seyyid Şerif’e getiriyor.
Şöyle diyor:
“Bilindiği üzere Seyyid
Şerif el-Cürcani, Teftazani'nin genç çağdaşıdır ve her ikisi de Razi
ekolüne mensuptur. Vahdet-i vücud meselesine Teftazani'den farklı
yaklaşan Cürcani, kelam geleneğinde kendi dönemine kadar en ayrıntılı
metinleri yazan düşünür olarak kabul edilebilir. Günümüze küçük
hacimli olmakla birlikte içerik bakımından meselenin sistemli bir
şekilde ele alındığı iki önemli risalesi ulaşmıştır. Bunların
birincisi Said Fude tarafından yayımlanıp şerh edilmiştir. Geç
dönemde Muhammed Nurü'l-Arabi tarafından şerh edilen diğer risale ise vahdet-i
vücud ve meratibin özlü bir anlatısı olup henüz tahkik edilmemiştir. Her iki
risalede de Cürcani, ortak bir anlatı sergiler. Cürcani'nin
tartışmasının nirengi noktası, varlığın tabii küllî oluşudur ki
onun çağdaşı ve ders arkadaşı [Molla] Fenari de aynı kavram üzerinde
duracaktır. Cürcani birinci risalede vahdet-i vücudu şöyle özetler:
…”
(Ömer Türker, “Osmanlı
Dönemi Vahdet-i Vücud Tartışmaları İçin Bir Başlangıç: Seyyid Şerif
el-Cürcani'nin Vahdet-i Vücud Yorumu”, Osmanlı’da İlm-i Tasavvuf,
İstanbul: İSAR Y., 2018, s. 230.)
Burada şunu belirtmekte fayda var: Şarihlerden Said Fude
vahdet-i vücud anlayışını savunuyor değil.. Tam aksine o, Mevkıfu’l-Akl adlı
eseriyle vahdet-i vücutçuluk safsatasının ipliğini pazara çıkarmış olan Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi’nin çizgisinde yer alıyor.
*
Prof. Türker, yukarıya aldığımız ifadelerinden sonra Seyyid
Şerif’ten şu alıntıyı yapıyor (Köşeli parantez içindeki ifadeler bize aittir):
“Muhakkik birlikçiler
(muvahhidîn) ise şöyle dedi: Aklın tavrının [ötesinde] bir
tavır daha vardır ki ona ancak keşfi müşahedelerle ulaşılır, aklî
münazaralarla ulaşılmaz. Akıl onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın
idrakleri olan makulleri idrakten aciz olması gibi. Biz bu tavırda kavradık ki,
Zorunlu'nun [Tanrı'nın] aynı [kendisi] olan varlığın hakikati ne tümeldir ne
tikeldir [ne] geneldir ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan [azade biçimde]
mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi arınmıştır. Bu, aklî
ilimler erbabının tabiî küllî hakkında söylediğine benzer.
O hakikat [Zorunlu'nun
aynı/kendisi olan varlığın (Tanrı'nın) hakikati], mümkün [varlığı
ne zorunlu ne de muhal olan] mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî
mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir. Öyle ki hiçbir şey onsuz olamaz, çünkü
herhangi bir şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi.”
Bir şey anlamadıysanız üzülmeyin, bu sizin, kafası birşeye
basmayan biri olmanız anlamına gelmiyor. Mesele, felsefeci ve kelamcıların
kendilerine özgü bir jargon (terminoloji diyelim) kullanmalarından ve sizin
buna yabancı olmanızdan kaynaklanıyor. Nitekim futbol terimlerini bilmiyorsanız
bir spor spikerinin maç anlatımından da bir şey anlamazsınız.
Bu sözleri aktaran Türker bunun ardından Cürcanî’nin sözlerinin
şerhine (açıklamasına) geçiyor.
Onları aktarmadan önce birkaç noktaya dikkat çekmemiz gerekiyor.
*
Cürcanî’nin aktardığı “Aklın
tavrının [ötesinde] bir tavır daha vardır ki ona ancak keşfi
müşahedelerle ulaşılır, aklî münazaralarla ulaşılmaz” şeklindeki
söz, (başta İmam Matüridî olmak üzere) Ehl-i Sünnet ulemasının
bilgi anlayışının (Epistemoloji ya da bilgi felsefesi de diyebiliriz) dışındaki
bir çizgiyi temsil ediyor.
Burası, “Batınîliğin” boy verdiği ve ayakların kaymaya
başladığı nokta durumunda..
İmdi, Ehl-i Sünnet uleması “keşf”i (batınî müşahedeyi)
bilgi edinme yollarından biri olarak kabul etmemişlerdir. Yani, keşf, bilgi
bahsinde bir delil niteliği taşımaz..
Peki insan nasıl bilgi sahibi olur?..
Şu üç yol ile: Aklî istidlal (akla dayalı
delillendirme), (sağlam olmak kaydıyla) beş duyunun algıları, ve
(doğru olması şartıyla) haber ile.
*
Bazı bilgiler vardır ki onlara ancak sağlam duyular (havass-ı
selime) ile ulaşılır, fakat bu, onlar vasıtasıyla ulaşılan bilgilerin akılla
çelişebileceği (ya da izah edilmesinin yahut aklî münazara konusu yapılmasının
mümkün olmaması) anlamına gelmez.
Mesela uzayda Dünya dışı yerlerde canlı yaşamının bulunup
bulunmadığı konusu, aklî münazara ile sonuca bağlanabilecek bir mesele
değildir, bunun için (beş duyu vasıtasıyla yapılan) gözlem/müşahede gereklidir.
Fakat bu, gözlem sonucunda ulaşılan bilginin akla aykırı olabileceği manasına
gelmez.
İşte, “keşfî müşahede” ile ulaşılabilecek birtakım
hakikatler (ya da bilgiler) bulunsa bile, bunlar, aklî münazara konusu olmaktan
asla çıkmazlar.. Şu anlamda: Akla aykırı olan, aklın tasdik
etmediği bir hakikatten söz edilemez. (Keşfî müşahede tabirini
anlamak için insanın mutluluk, üzüntü, keder, kaygı, endişe, sevgi,
korku, ümitsizlik vs. gibi duygularını ya da "içsel deneyim"lerini
hatırlamak faydalı olabilir. İnsan bu duyguları kendi içinde yaşayarak
"keşf" eder, akıl yürüterek yahut beş duyu vasıtasıyla
öğrenmez. Bu, akla aykırılık anlamına gelmez.. Akıl, nasıl "göz"ün
vazifesini üstlenip onun yerine görme eylemini gerçekleştiremezse, insanın iç
deneyimlerinin mahalli de olamaz, fakat bu, akla aykırılık demek değildir. Akıl
açısından bunlar "mümkün" şeylerdir, "vacip/zorunlu" ya da
"muhal" değildirler.)
Bir hakikat iddiası (ya da hakikat adına söylenen bir söz)
hem akla, hem de nakle (doğru habere) aykırıysa,
i’rabta hiç mahalli olmaz.
(Nasıl akıl, içsel deneyimlerimizin mahalli olamazsa, sevgi,
kaygı, korku, mutluluk vs. gibi içsel deneyimlerimiz de aklın yerini alıp onun
vazifesini icra edemezler.
Bu yüzden, kesinliği akıl ya da beş duyu vasıtasıyla sabit olan
bir hakikat "keşf" öne sürülerek inkâr edilemez. Mesela "keşf"
adına "La mevcude illallah" şeklinde sözler söylenemez. Böyle bir söz
ancak, "mevcud"un "kendi nefsi ile kaim olan" manasında
kullanılması durumunda hoşgörüyle karşılanabilir. O zaman da "La ilahe
illallah" denilmiş olur. Bu durumda yapılan, lafı uzatmak, sağ kulağını
sol eliyle tutma işgüzârlığı, "bid'atçi lafazanlık",
"artistlik" ve ukalalık yapmak demek olur.)
İşte bu "akla ve nakle aykırı keşf" hurafelerine
(yani "ümniyye" ve kuruntulara) itibar etmeme hususu, Kur’an’ın
bize akletme ile ilgili olarak öğrettiği şeydir.
Allahu Teala’nın insanlara karşı hücceti akıldan
ve peygamberlerin tebliğinden (doğru haber) ibarettir (Mülk,
67/10). Ki, İmam Matüridî’nin mükemmel bir şekilde izah ettiği
gibi, peygamberlerin peygamberliği hakkındaki kesin bilgiye de son
tahlilde akıl sayesinde ulaşılır. (Bu meseleyi, kitaplaştırıp internete koyduğumuz muhtelif
yazılarımızda genişçe tartışmıştık.)
*
Evet, aklı devre dışı bırakıp keşfi müşahedelerden
söz etmeye başladığınız zaman Batınîliğin ve sapıklığın her
türü sel gibi gelip herşeyi silip süpürür.
Adamlara “Bu, akıl dışı” diye itiraz ettiğiniz zaman da
zeytinyağı gibi üste çıkar “Sende keşfî müşahede yoksa, mükaşefe ehli değilsen
bu bizim mi suçumuz?!” diye cevap verirler.
Şayet bunu diyen şahsa Allahu Teala bir imtihan vesilesi
olarak istidrac kabilinden nimetler ya da olağanüstülükler de
vermişse o zaman seyreyle sen gümbürtüyü..
Nitekim Seyyid Şerif’in bir sonraki cümlesi
şöyle: “Akıl onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın
idrakleri olan makulleri idrakten aciz olması gibi.”
Tamam da mübarek, duyular makulleri idrak edemiyor diye akıl,
“duyuların makulleri idrak edemeyeceği” hususunu anlamaktan aciz değil ki!
(Bunlar Seyyid Şerif’in kendi görüşleri olarak
söyleniyor değil.. Seyyid Şerif, vahdet-i vücutçuların yaklaşımını özetliyor.)
*
İmdi, bilgi edinme yolları olarak akıl, sağlam
duyular ve haberi sıralarken, haber için doğruluk,
duyular için de sağlamlık şartını getiriyoruz.
Peki keşf söz konusu olduğunda ortaya hiçbir
şart koymayacak, sorgusuz sualsiz iman mı edeceğiz?
Hayır!..
İtikat söz konusu
olduğunda haberin doğruluğunun garantisi (mucizeyle desteklenmiş
olan) peygamberlerin masum olmalarıdır.. Peki, kerameti
kendinden menkul keşf ehlinin doğruluğunun garantisi nedir?
Onların sözlerine inananların saflığı ya da ahmaklığı (yahut
sapıklığa yatkınlığı) dışında bir garantisi yok.
Bu, meselenin bir yönü..
Diğer yönüne gelince.. Nasıl beş duyuya dayalı tecrübe,
gözlem ve deneylerde bazı hatalar olabiliyorsa, keşf de
hataya açık bir alandır.
Bu beş duyu (istisna durumundaki engelliler
dışında) herkeste bulunduğu için, birinin gözlem ya da deneyindeki hata
başkaları tarafından fark edilir ve düzeltilir.
Peki, keşfteki hata nasıl düzeltilecektir?
Birisi keşf adına birşey söyledi, diğeri de başka birşey,
hangisine itibar edeceğiz?
Mesela İmam-ı Rabbanî, İbn Arabî için,
kendi keşfine dayanarak, "Boş verin onu, keşfi beş para etmez, ben
yaşadım, adam yarı yolda kalmış" anlamına gelen şeyler söylüyor.
*
İşin gerçeği şu: İtikad söz konusu olduğunda kişi ne İmam-ı
Rabbanî'nin keşfine, ne İbn Arabî'nin keşfine, ne de kendi keşfine itibar
edebilir.. İtibar edilecek olan, nasslardır, ayet ve
hadîslerdir, onlardan usulüddîn çerçevesinde çıkan
hükümlerdir.
Birilerinin keşfi bunlara uygun olduğunda, bu, keşiflerinin
sahihliği anlamına gelir.. Aykırı olduğunda ise keşiflerinin batıl ve bozuk
olduğu anlaşılır.
Nasıl her göz sahibi herşeyi düzgün göremiyorsa, kimi şaşı, kimi
miyop, kimi hipermetrop ise, insanların keşfleri de böyle şaşı vs. olabilir.
Bununla birlikte itikad bahsinde keşfin esamisi
okunmaz.. Kimse de keşfini matah birşey gibi ortaya sürme hakkına sahip
değildir.
*
Seyyid Şerif'in sözlerine dönelim.
Anlaşılması için, bilmecemsi laf kalabalığının üzerindeki
örtüyü kaldırmak gerekiyor.
Makul, “akledilen, akılla
anlaşılan şey” demek.. Mesela dünyadaki insan teklerine bakarak “insanlık” diye
bir kavram (makul) üretiyoruz. Bizdeki duyularla
tek tek insanları idrak ederiz, fakat “insanlık” kavramı duyularla
idrak edilen, koklanıp dokunulan, tadına bakılan bir şey (müşahhas bir
varlık) olmaktan uzaktır. Bizim kafamızdaki soyutlamanın dışında nesneler
dünyasında kendisine ait bir varlığı mevcut değildir.
Seyyid Şerif’in aktardığı “Akıl
onu idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın idrakleri olan
makulleri idrakten aciz olması gibi” şeklindeki söz,
Tanrı'nın varlığı konusunda aklı tümden devre dışı bıraktığı için eksik ya da
yanlış.
Aklın, onu [yani Zorunlu'nun
aynı/kendisi olan varlığın (Tanrı'nın) hakikatini], aklın şanından olan
idrak çerçevesinde (aklın kapsama alanına girdiği kadarıyla) idrak
edeceği hususu açıktır.
Yani akıl ancak Tanrı'nın
varlığının vacip, muhal ya da mümkün olması hakkında hüküm
verir.
*
Aktardığımız metinde şu söyleniyor:
“O hakikat [Zorunlu'nun aynı/kendisi olan varlığın
(Tanrı'nın) hakikati], mümkün [varlığı ne zorunlu ne de muhal
olan] mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî [kainattaki] mazharlarda tecelli
ve zuhur etmiştir. Öyle ki hiçbir şey onsuz olamaz, çünkü herhangi bir şey
onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi.”
O hakikat, Allahu Teala’nın
“halik/yaratıcı” olmasından ibaret.
Yaratan (Allahu Teala) var olmasaydı,
yaratılanlar da var olmazdı.
Ki biz, Tanrı’nın varlığı düşüncesine,
kevnî mazharlar (kainattaki varlıklar) üzerinde düşünmek suretiyle ulaşıyoruz.
“Tanrı var olmasaydı, bu mahlukat da var
olmazdı” diyoruz.
Yukarıda aktardığımız ifade ise, akılla
ilgili olan bu gerçeği keşf denilen ne idüğü belirsiz bir
ucubenin imtiyaz hanesine aktararak onu esrarengiz ve anlaşılmaz birşey haline
getiriyor.
*
“Öyle ki hiçbir şey onsuz [“Zorunlu'nun
aynı/kendisi olan varlığın (Tanrı'nın) hakikati” onda
bulunmaksızın], olamaz, çünkü herhangi bir şey onsuz olabilseydi varlıkla
nitelenmezdi” şeklindeki
ifade de saçma.
“Herhangi birşey onsuz olabilseydi”, o
şey, (bu lafazanlıklar çerçevesinde) ikinci bir tanrı haline gelmiş
olurdu; “Zorunlu'nun aynı/kendisi olan varlığın
(Tanrı'nın) hakikati”nden
bağımsız ayrı bir tanrı.
Bu laf salatasında ise ona ikinci
tanrılık değil yokluk reva görülüyor, “varlıkla nitelenmeyen var” olma imtiyazı
veriliyor, ancak, bu zırvaların vardığı nokta, varlıkla nitelenen herşeye bir
tür tanrılık izafe etmekten ibaret.
Birşey varlıkla nitelenemiyorsa, bu
durumda mevzubahis olan, sözü edilen (neye karşılık geldiği belirsiz)
“hakikat”in yokluğu değildir; tek neden, onu Allahu Teala’nın yaratmamış
olmasıdır.
Bu basit gerçeği tutup “hakikat”li
laf kalabalığı ile anlaşılmaz bir muammaya, esrarengiz bir sırra dönüştürmek,
aptallık ve dangalaklık değilse, anlaşılmaz bir dil kullanarak ariflik
gösterişçiliği yapma ya da marifet-furuşluk taslama
kalpazanlığı, kepazeliği ve şarlatanlığıdır.
*
"Zorunlu'nun
aynı/kendisi olan varlığın (Tanrı'nın) hakikati"nden kastedilen şey, (aklın hemen
anladığı şekilde) Tanrı’nın varlığı (var oluşu) ve bir oluşundan
başka birşeyse, zatı ile ilgiliyse, ona zaten keşf denilen
ne olduğu belirsiz hurafe de erişemez.
Ayrıca, keşf denilen şey söze dökülmesi durumunda keşf
olmaktan çıkar, akıl tarafından idrak edilip değerlendirilen, hakkında hüküm
verilebilen iddialar haline gelir.
Buradaki “… çünkü herhangi bir
şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi” şeklindeki söz akıl
yürütme ekseninde söylenmiş bir söz.
Bu iddianın keşfle ne alâkası var!
Öte yandan, söze dökülmeyen, kişinin kendi içinde sakladığı keşf
ile aklın bir alıp veremediği olmaz.
*
Şunun gibi:
Makuller (akledilenler; mesela
"insanlık" kavramı) akılda kaldığı sürece duyuların onlarla
bir işi olmaz.. Fakat beş duyu ile algılanan (idrak edilen) müşahhas/somut
nesneleri nitelemek için o makulleri öne sürdüğünüzde, yani o makullerin
somut/müşahhas tezahürleri olarak (duyular tarafından algılanabilen) nesneleri
gösterdiğinizde (mesela
bir yaratığın insan olup olmadığını tartıştığınızda), o makullerle ilgili
olarak duyuların şahitliği devreye girer.
İşte keşf de böyledir,
kişinin kendisinde kaldığı sürece mesele yok, fakat dile getirildiğinde akıl
tarafından tartışma konusu yapılır, en azından "vacip, muhal ya da
mümkün" olması bakımından.
Mesela adam, "Bana keşf oldu
ki Allah'tan başka ikinci bir tanrı var ve bu ancak keşf ile bilinir"
demiş olsa, akıl bunu yalanlar, imkânsız (muhal) olduğunu söyler.
(Bu durumda keşf kalpazanı,
aklın bu meselede etkisiz ve yetkisiz olduğunu, bunun "aklın tavrının
ötesinde bir konu" niteliği taşıdığını söyleyerek zeytinyağı gibi üste
çıkmaya çalışacaktır.)
*
Dahası, “… çünkü herhangi bir
şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi” şeklindeki ifade akıl
eksikliğine ve mantıksızlığa karşılık geliyor.
“Onsuz olabilmek”, onsuz var olmak
demektir; onsuz olabilmen durumunda (onsuz mevcut olabildiğin halde) varlıkla
nitelenmediğin zaman ise “varlığın” anlamı kalmaz, varlık anlamını yetirmiş bir
sıfat olur.
Hem “olabiliyorsun”, hem de varlıkla
nitelenmiyorsun, böyle saçmalık olabilir mi!
Ne büyük bir keşf!
Bu, keşf değil; aklı ve mantığı bir
tarafa bırakıp saçmalamanın ta kendisi!
Eğer akıl ve mantığı bir tarafa bırakıp
böylesi zırvalara keşf diyeceksek, akıl hastanelerindeki
insanların suçu ne!
*
Seyyid Şerif’in bir sonraki cümlesine
geçelim:
“Biz bu tavırda kavradık
ki, Zorunlu'nun aynı olan varlığın hakikati ne tümeldir ne tikeldir [ne]
geneldir ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan [azade biçimde] mutlaktır hatta
mutlaklık kaydından dahi arınmıştır.”
“Zorunlu’nun aynı (ta kendisi) olan varlık”tan söz ediyor.
Buradaki zorunlu kelimesi, vacibü’l-vücud tabirindeki
“vacib”in karşılığı.. Mevcud kelimesiyle aynı kökten gelen vücud ise,
beden demek değil, “varlık, varoluş, var olma” demek.
Varlığı (aklen) zorunlu olan, Allahu Teala’dır.
Yaratılmış olan şeyler ise (aklen) “mümkün”
varlıklardır.. Mümkün oldukları için yaratılabilmişlerdir.
Varlıkları muhal olsaydı yaratılmaları söz konusu olmazdı.
Varlıkları zorunlu (vacip) olsaydı, bu durumda yaratılmadan
kendi başlarına bir varlıklarının hep bulunması gerekirdi.
Varlığı muhal (imkânsız) olan ise, mesela
ikinci bir Allah’ın varlığıdır.
*
“Mümkün” olan varlıklar, varlıkları ve yoklukları ihtimal
dahilinde olan, zorunlu ya da muhal olmayan şeylerdir.
Mesela bundan 300 yıl sonra insanların hâlâ yaşıyor olması da,
kıyametin kopmuş olması da “mümkün”dür. Akıl açısından zorunlu ya da muhal
değildirler.
“Aklen muhal” olan ile “fiilen/âdeten muhal” olanı
da ayırmak gerekiyor.
Mesela bizim bedensel bakımdan ihtiyarlamayıp hep 30 yaşındaki
halimizle kalmamız fiilen muhaldir, imkânsızdır, fakat bu aklen muhal
değildir.
Öyle olduğu içindir ki Cennet’te insanlar ihtiyarlamadan
kalırlar. Aklen muhal olsaydı orada da “mümkün” olmazdı.
*
Cürcanî’nin sözüne (aktardığı
söze) dönersek.. “Varlık”ı (varlıkla nitelenen herşeyi, bütün
varlığı), varlığı zorunlu olanın kendisi haline getiriyor.
İşte, vahdet-i vücutçuluk denilen şey, bu anlayıştan ibarettir..
Varlık, Ehl-i Sünnet nazarında Allahu Teala’nın bir sıfatı iken,
burada zatı haline geliyor, kişiselleşiyor.
Böylece, “Varlık”ın, yani vacibü’l-vücud olan
Allahu Teala’nın “hakikat”i bahsine geliniyor.
Ve deniliyor ki: “Allah’ın hakikati ne tümeldir ne
tikeldir [ne] geneldir ne özeldir, aksine bütün kayıtlardan [azade biçimde]
mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi arınmıştır.”
*
İmdi, Allahu Teala bizleri yaratmış, varlığını ve
birliğini anlayacak şekilde akılla donatmış, buna bağlı olarak
varlığını ve birliğini anlayıp bilmekle ve kendisine şirk koşmamakla yükümlü
tutmuş, fakat zatının hakikati hakkında konuşmakla yükümlü
tutmamıştır.
Tutmamak bir yana, bunu yasaklamıştır.. Çünkü insan
Allahu Teala’nın zatını, mahiyetini ve hakikatini kavrayamaz.
Teşbihte hata olmaz derler, bir resim, ressamı kavrayabilir
mi?!.. Bir bilgisayar oyunundaki sanal şahıslar, programı yazan hakkında ne
bilebilir?!
Ancak, resimde olmayan akıl, bizde var.. Ve bununla, bizi bir
yaratanın bulunduğunu anlıyor ve biliyoruz.. Akıl, zorunlu olarak bizi
Yaratıcı’nın varlığı ve birliği inancına götürüyor.
Eğer aklen böyle bir zorunluluk bulunmasaydı, Allahu Teala
şirkin cezasını ebedî azap olarak takdir etmezdi. (Bu konuları tartıştığımız
yazıları kitaplaştırıp internete koymuş bulunuyoruz.)
*
Görüldüğü gibi, Cürcanî’nin laflarını aktardığı
vahdet-i vücutçular “… mutlaktır hatta mutlaklık kaydından dahi
arınmıştır” derken, laflarının baş tarafını anlamsız hale getirmiş
oluyorlar. Bütün kayıtlardan arınmışsa, laflarının baş tarafındaki sözleri de
hiç söylememeleri gerekirdi.
Cürcanî sonra da şu sözü aktarıyor: “Bu, aklî ilimler
erbabının tabiî küllî hakkında söylediğine benzer.”
Böylece başa dönüyoruz.. Çünkü “Akıl onu
idrak etmekten acizdir, tıpkı duyuların aklın idrakleri olan
makulleri idrakten aciz olması gibi” denilmiş olduğu unutulmuş
bulunuyor.
Lafa bakın, “Akıl onu idrak etmekten aciz fakat aklî
ilimler erbabının tabiî küllî hakkında
söylediğine benziyor”.
Evet, bunu demiş oluyorlar.
Bunu keşf ile mi söylüyorsunuz, akılla
mı?
Akıl bu meseleyi (ancak keşfî müşahede ile
ulaşılabildiği için) idrak etmekten acizse, bu benzerlikten söz etmeyeceksin,
yok söz ediyorsan, akıl bunu (böylesi bir benzerlik kurarak da olsa) tartışma
konusu yapabiliyor demektir.
*
Seyyid Şerif’in bir sonraki cümlesine
geçelim:
“O hakikat, mümkün
mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur
etmiştir.”
“O hakikat” ne?
Önceki lafları dikkate alındığında, sözünü ettiği “o hakikat”in,
kendi tabiriyle, “Zorunlu'nun aynı olan varlığın hakikati” olduğu
anlaşılıyor.
Yani Allah’ın hakikati..
Böylece cümle, ““Allah’ın hakikati, mümkün mahiyetlerde ve
varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir” halini
alıyor.
Peki bunu nerden biliyoruz?
Seyyid Şerif’in laflarının en başındaki açıklama bunun cevabını
veriyor: Bunu aklî münazara ile ortaya koyamıyoruz, bu
ancak keşfî müşahedelerle biliniyor.
Ve Seyyid Şerif’in bir sonraki cümlesi, keşfî müşahededen
(mükaşefeden) aklî münazaraya geçiş yaparak sapla samanı birbirine
karıştırıyor, elmalarla armutları topluyor, çelişki/tenakuz bayrağını göndere
çekiyor:
“Öyle ki hiçbir şey onsuz
olamaz, çünkü herhangi bir şey onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi.”
*
Böylece “Allah’ın hakikatini kendisinde bulundurmayan hiçbir şey
mevcut olamaz” denilmiş oluyor.
Yani haşa herşeyde bir Allah’lık boyutu var, herşey Allah’ın
“hakikat”ini kendisinde bulunduruyor. Allah’ın hakikati “mümkün (varlığı
bakımından zorunlu ya da muhal olmayan)
mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve
zuhur” ediyor.
Mazhar, birşeyin zahir olduğu,
zuhura geldiği, ortaya çıktığı yer demek. Kevn ise “oluş, var
oluş, var olmak, vuku bulmak, meydana gelmek” anlamına geliyor. Türkçe’de
kullandığımız yekün ve kâinat kelimeleri de bundan türeme..
Seyyid Şerif’in aktardığı sözlerle denilmek istenen şu: Allah’ın
hakikati, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla nitelenen kevnî
mazharlarda (varoluşun gerçekleştiği yerlerde) tecelli ve zuhur
ediyor.
Bunu, biliyoruz.
Fakat nasıl bildik? Nasıl bilebiliyoruz?
Aslında bunu keşfî müşahede (mükaşefe) ile, aklın idrak
edemeyeceği bir surette bilmemiz gerekiyordu, fakat biz bunu keşfî
müşahede yaşamadan (onu yaşamış olanlardan) öğrenmiş oluyoruz.
Hem keşf ehli olmadığımız için bunu kendimiz keşfedemiyoruz, hem
de aklımız bu keşf konusunda konuşma salahiyetine sahip değil.
Yani “keşf” ehli olmayan, mükaşefeden mahrum
bulunanlar, Ehl-i Sünnet’in bilgi kaynaklarından “(doğru) haber” ile
yetinmek zorundalar.
*
Ancak, Şeriat söz konusu olduğunda “doğru
haber”in kaynağı vahiy (bizzat Allahu Teala) iken,
vahdet-i vücutçuların hakikat davasında “haber”in
kaynağı, (kerameti kendinden menkul) senin benim gibi adamların “keşf”i..
Fakat, içlerinden bazıları, yavuz hırsız ev sahibini bastırır
deyimini hatırlatır şekilde, kendi “keşf”lerinin ürünü olan hakikat adına,
“vahy”e dayanan Şeriat’i aşağılayabiliyorlar.
“Keşf” adını verdikleri vehim ve safsatalarını “vahiy”den
üstün görebiliyor, gösterebiliyorlar.
Aradaki fark sadece bundan ibaret değil.. Peygamberler masum iken,
bunların, her günahı işleyebilme gibi bir özgürlük alanları mevcut.
Fakat, masum muamelesi görmeyi, her
söylediklerinin tasdik edilmesini, “keşf” damgasını vurdukları her
sözlerine sorgusuz sualsiz inanılmasını bekliyorlar.
*
Peygamberlerin tebligatı/mesajı “akıl” ekseninde
değerlendirme konusu yapılıyorken ve vahiy insanları akletmeye çağırırken
bunların keşf”i “Aklı bir tarafa bırakacaksınız, yoksa bizi
anlayamazsınız” diye söze başlıyor.
Peygamberler (haberlerinin doğruluğunun aklî temelini
oluşturan) peygamberliklerini mucizeler ile (beş duyu yani havass-ı
selime vasıtasıyla gözlemlenen harikuladeliklerle/olağanüstülüklerle
maddî âlemde, materyalist/pozitivist eksende) ispat ederken,
bunlar böyle şeyleri “aşmış” durumdalar.. Manevî âlemlerde dolaşmaktan başları
dönmüş durumda.
(Mesela İbn Arabî.. İbn Haldun’un Mukaddime’de
ifade ettiğine göre, Mehdî’nin miladî 1200’lü yıllarda çıkacağını “keşfen”
bildirmiştir.. Mehdî hâlâ çıkacak.. Bu şarlatan şahsa keramet diye izafe edilen
bazı saçmalıkların değerlendirmesini, internete koymuş bulunduğumuz “İngiliz’in Gözde Şeyhi İbn Arabî” adlı
kitabımızda yaptık.)
“Keşf”leri öyle bir konumda ki, akıl onu
sorgulayamıyor, havass-ı selime (beş duyu) ona zaten
ulaşamıyor, vahiy (Şeriat) eksenli “doğru haber” de
sadece (keşf ehli olmayan, irfandan mahrum bulunan) "zahir
ehli”ne hitap eden, yalnız onları bağlayan bir (“hakikat”ten kopmuş)
kurallar manzumesi.. Keşfi sorgulamak ne haddine!
*
Böylece, Ehl-i Sünnet’in üçten ibaret olan bilgi edinme yolları
(akıl, sağlam duyular, doğru haber), vahdet-i vücutçu taifeye
inanan “saftirik” vatandaşlar için bir’e iniyor: Haber..
Doğruluğu kendisinden menkul, delilsiz, aklı iptal eden haber..
Şeriat’in doğruluk kriterleri tarafından
sorgulanmaktan muaf olan haber..
Hakikat haberi..
Vahdet-i vücutçu olmayan ahmaklar irfan devletinin
padişah ve krallarının üzerindeki (mahir terziler elinden çıkmış) altın
yaldızlı ve sırma işlemeli bu muhteşem keşf kostümlerini
göremiyorlar, çünkü irfandan yoksun ahmaklar durumundalar.
“Ehl-i Sünnet itikadı”nda keşfin bir bilgi
kaynağı olarak yeri yok, “itikat”ta hiç yeri yok, fakat bu, (irfanları
kendilerinden menkul densiz, nadan) irfan pazarlamacılarının
umurunda mı!..
*
Evet, konuya dönersek, Seyyid Şerif’in aktardığı
sözlerle denilmek istenen şu: Allah’ın hakikati, mümkün mahiyetlerde ve
varlıkla nitelenen kevnî mazharlarda (varoluşun gerçekleştiği yerlerde) tecelli
ve zuhur ediyor.
Böylece Allahu Teala’nın “hakikat”i hakkında akla ziyan
laflar söylemiş oluyorlar, fakat itiraz şansımız yok, çünkü akıl bunu
idrak edemiyor, anlamaktan aciz.
Yani akıl, bu "irfan süperman"lerinin
"keşf"ini idrak edemiyor, anlayamıyor, fakat bu şahıslar
"Allah'ın hakikati"ni (zatını) anlamış, idrak etmişler.
Evet, sadece Allahu Teala’nın “hakikat”ini (Ki o, Allah’ın, her
mevcudun varlıkla nitelenmesini sağlayan “varlık” olması demek
oluyor) “keşf” etmekle kalmıyorlar, aynı zamanda bizim aklımızın neyi münazara
konusu yapıp yapamayacağına da karar veriyorlar.
*
Bu anlayışa göre “İsa, Allah’ın (haşa) oğludur” diyen
Hristiyanlar yanılmış oluyorlar, çünkü İsa, Allah’ın oğlu olmanın da
ötesinde, hakikatinin tecelli edip zuhura geldiği mazhar oluyor.
Oğlu olmaktan daha fazla bir şey..
Şöyle düşünün: Size, sizin kendi hakikatiniz mi daha yakındır,
yoksa oğlunuz mu?
Sizin kendi hakikatiniz, sizden farklı bir şey midir?!
Böyle olunca, Kelime-i Şehadet’imiz de “keşf”in sağladığı
ilim, irfan, aydınlanma ve derinlikten mahrum basit, yüzeysel,
hakikati tam yansıtmaktan uzak bir söz haline geliyor.
Çünkü, “keşf”e bağlı olarak, “Ben, Allah’tan başka tanrı
olmadığına şahitlik ederim. Ve Muhammed’de Allah’ın hakikatinin tecelli edip
zuhura geldiğine de şahitlik ederim” denilmesi gerekirken, “Muhammed’in
Allah’ın kulu ve rasulü olduğu” söylenmiş oluyor.
Birşeyin hakikati olmak nerde, kulu olmak nerde!..
Mesela sizin yanınızda kendi hakikatiniz mi daha değerli ve
üstündür, yoksa köleniz mi?
Anlaşılıyor ki, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem “keşf”ten
mahrum olduğu için bu hakikati anlayamamış, dini eksik tebliğ etmiş,
sonradan keşf ehli bulunmaz Hint kumaşları türeyerek dindeki
bu eksikliği tamamlamış, insanları cehaletin karanlığından
kurtarıp irfanın aydınlığına ulaştırmışlar.
*
İtikad, birtakım herzevekillerin, kerameti kendisinden menkul
şişirilmiş balonların, ağzı iyi laf yapan hakikat şarlatanlarının
bu tür saçmasapan palavraları üzerine bina edilebilecek bir şey değildir.
Allahu Teala “şey”lerin nasıl var olduğunu bildirmiştir; “Ol!”
der ve olur.. Bu kadar!
Bunlar ise, haşa Allah’ın “hakikat”ini “keşf” etmişler;
var olmayı o hakikatin zuhuru ve tecellisine bağlıyorlar.
Kendi “hakikat”lerini bile keşfetmekten acizler, fakat Allahu
Teala’nın “hakikat”ini nasılsa “keşf” ediyorlar.
*
Bu anlayış, Erzurumlu İbrahim Hakkı rh. a.’in Marifetname’de
söylediği gibi, Allahu Teala’nın “Halik” isminin iptali anlamına geliyor.
Fakat mesele bundan ibaret değil; bu, Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi’nin ayrıntılı bir biçimde açıkladığı gibi, yaratılmışların
tanrılaştırılması demektir. Çünkü mevzubahis olan Allah’ın
“hakikat”i..
Şeyhülislam’ın mübalağa yaptığı ya da “niyet okuyuculuğu”na
soyunduğu zannedilmesin..
Bu, gayet açık.. Yukarıda, Seyyid Şerif’in
risalesinde yer alan “O hakikat, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla
nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir” şeklindeki
cümlede geçen hakikatten kastın “Allah’ın hakikati” olduğunu
göstermiştik.
*
Burada “hakikat” kavramı üzerinde de durmak gerekiyor; birşeyin
hakikatinden söz ettiğimizde bundan ne anlaşılmalıdır?
Sözlüğe bakalım..
el-Müncid’de “şey’in hakikati”
(hakîkatü’ş-şey’i) tabiri için “onun aslı” (asluhû)
açıklaması yapılıyor. “Raeytühû alâ hakîkatihî” (Onu hakikati üzere
gördüm) cümlesindeki “hakikati üzere”ye ise şu mana verilmiş: “Ke-ma hüve
fi’l-vâkı’i” (Vakıada/gerçeklikte o nasılsa, öyle). (el-Müncidü’l-Ebcedî,
Beyrut, 1987, s. 377.)
Hans Wehr’in Arapça-Almanca Sözlüğü ise “Leyse lehû
hakîkaten” (Onun bir hakikati yoktur) cümlesi için şu karşılığı
kullanmış: “Es existiert nicht wirklich, es ist nichts Reales” (Gerçek bir
varlığı yok, gerçek değil).. (Arabisches Wörterbuch, 5. b.,
Wiesbaden, 1985, s. 277.)
Wehr’in sözlüğünün İngilizce tercümesinde ise şu karşılık
mevcut: “It does not really exist, it is not real. (A Dictionary of
Modern Written Arabic, ed. J. Milton Cowan, 3. b., New York, 2011, s.
192.)
Demek oluyor ki, “Allah’ın hakikati”nden söz etmek, “Allah’ın
aslı”ndan, “Allah’ın kendisi”nden söz etmektir.
Bu durumda “O hakikat, mümkün mahiyetlerde ve varlıkla
nitelenen kevnî mazharlarda tecelli ve zuhur etmiştir” şeklindeki söz,
“Allah’ın aslı (kendisi), o şeylerde zuhura gelmiş, zahir olup açığa çıkmış”
anlamını kazanır.
“O şeyler, gerçekte Allah’tır” denilmiş olur.
*
Vahdet-i vücutçulara hüsnüzanda bulunan birçok kişinin, onların
laflarının mantıkî sonucunun bu olduğunu bilmedikleri kesindir.
Ancak, bunlar, hakkında bilgi sahibi olmadıkları ve kafalarının
basmadığı bu tür meselelerin peşine takılmamalı, makbul ve muteber Ehl-i
Sünnet itikadı kitaplarıyla yetinip irfan vs.
edebiyatı ile bilmedikleri sulara yelken açmaktan kaçınmalıdırlar.
Bu işi “Tasavvuf haldir, kâl (konuşma) değildir” diyerek
savunanlar da “hal”lerini alıp gitmek, edeplerini takınıp susmak, “kâl”
vadisinde sapık supuk hezeyanlarla vakit geçirmekten sakınmak durumundadırlar.
*
Evet, bu “akıl”la bağını kesmiş “keşf”e (zırvalara) göre “Hiçbir
şey onsuz (Allah’ın “hakikat”i olmaktan uzak) olamaz, çünkü herhangi bir şey
onsuz olabilseydi varlıkla nitelenmezdi.”
Böylece bu ağaların giydikleri ayakkabıda, kıçlarındaki donda
haşa Allah’ın hakikati (kendisi) tecelli edip zuhura gelmiş oluyor. Bunlar haşa
Allah’ın hakikatinin tecelli edip zuhura geldiği mazharlar..
Aynı şekilde hristiyan çobanın ahırındaki domuzda, hatta o
domuzun pisliğinde haşa Allah’ın “hakikati” tecelli edip zuhura gelmiş oluyor..
“Çünkü bunlarda Allah’ın hakikati tecelli edip zuhura
gelmemiş olsaydı varlıkla nitelenmezlerdi.”
Meseleyi bu açıklıkta yazmak gerekiyor ki herkes ne halt
yediğinin farkına varsın.
Kısacası, akıl ile bağlarınızı kopardığınız
zaman “keşf” edip baş tacı etmeyeceğiniz, yemeyeceğiniz hiçbir halt yok.
*
Cürcanî’nin sözlerinin esasını keşfî müşahede (mükaşefe)
kavramı oluşturuyor.
Fakat bu “keşf”in “aklın tavrının ötesinde bir tavır”
olmak gibi bir özelliği (ya da iddiası) var.
Akla sığmıyor..
Peki, nakle (nasslara, ayet ve hadîslere) sığıyor
mu?
Onlara da sığmıyor..
Sığsa, İbn Arabîci (İbn Arabist) vatandaşlar milleti onun keşf
hurafelerine değil ayet ve hadîslere davet edecekler, ortada
tartışılacak bir mesele kalmayacak..
Selefîlerin Allah’ın kelamını
(aklı bir tarafa bırakarak) yorumlamalarına bile razı olmayanların, kerametleri
kendilerinden menkul herzevekillerin kendi keşf iddiaları söz konusu olduğunda
aklı devre dışı bırakan saçmalıklarına sorgusuz sualsiz iman etmeleri nasıl
yorumlanmalıdır?
*
Yukarıda özellikle şu hususa dikkat çekmiştik:
Ehl-i sünnet itikadına göre bilgi üç yolla elde
edilir: Akıl, sağlam duyular, doğru haber.
Keşf diye bir dördüncü bilgi kaynağı yok..
Yani bir insan çıkıp, “Bana keşf oldu ki,
bundan böyle helal bildiğimiz şu şey haramdır” diyemez.
Ya da “Haram bildiğimiz şu şey, artık helaldir.. Bunu keşfî
müşahede ile öğrendim” diye konuşamaz.
Yahut “İslam’ın şartlarına bir şey daha eklendi, bundan sonra
ayrıca şöyle bir ibadet daha yapmamız gerekiyor” şeklindeki bir iddia ile
ortaya çıkamaz.
Amelî hususlarda “yeni icat”lar
çıkarılamayacağı gibi, itikadî hususlarda da “yeni keşif”ler
yapılamaz.
İlki amelî bid’at, ikincisi ise itikadî bid’at olur.. İkincisi
daha tehlikelidir.
Din, “Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim” (Maide,
5/3) ayet-i kerimesinin indiği gün tamamlanmıştır, dinde eksik
gedik yoktur, ve ona eklenecek bir şey de söz konusu değildir.
*
Ehl-i Sünnet uleması “tahkîkî iman – taklîdî iman” ayrımı
yapmaktadır.
Her mümin tahkîkî imana sahip olmakla yükümlüdür.
Buna karşılık hiçbir mümin “keşf” sahibi olmakla, “keşfî
müşahede” ehli olmakla yükümlü değildir.
Dolayısıyla tahkîkî iman olarak nitelendirilen
imanın “keşf”le bir ilgisi yoktur.
Tahkîkî iman, aklî tefekkür ve nakle dayalı bilgi sayesinde
oluşan “delile müstenid” imandır.
*
Said
Ramazan el-Bûtî, bu “tahkik-taklid”
konusunda şöyle diyor:
“Hâl böyle olunca, Allah Teâlâ’nın bizi kesin bir temele
dayandırmakla yükümlü tuttuğu itikadî hususlarda taklidin caiz olmadığı ortaya
çıkıyor. Çünkü taklid, ictihada güç yetirilememesi halinde söz konusu olur.
İctihad da ancak, âyan beyan bilindiği gibi, zanna dayalı hususlarda caizdir.
Allah Teâlâ’nın bizleri kesin kanaat sahibi olmakla mükellef tuttuğu dinin
(itikadî) esaslarında, yukarıda da açıkladığımız gibi, zanna dayalı herhangi
bir şey bulunmadığından ictihad yapılamaz; nerde kaldı ki taklid
yapılsın.
“Bir kimse itikadî esaslarla ilgili delilleri anlamayabilir,
bu durumda taklide başvurması şarttır. Çünkü bu, … hem kendisinin, hem de idrak
edilebilir şeylerle mükellef diğer aklı başında kimselerin iştirak ettiği
bedihî delillerden haberdar olmasıdır.
“Bu yüzden âlimler demişlerdir ki: ‘… İtikadî esaslarda
taklitçi durumda olan bir kimse hakkında söylenebilecek en ehven söz, “günahkârdır”
ifadesidir.’.”
(Said Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şeriatını
Tehdit Eden En Tehlikeli Bid’attir, çev. Süleyman Çelik,
İstanbul: Bedir Y., 2011, s. 172.)
*
Konu, merhum Ahmed
Ziyaeddin Gümüşhanevî’nin (k. s.) Ehl-i Sünnet İ’tikadı adlı
eserinde ise şöyle yer almaktadır (Çev. A Kabakçı ve F. Günel, 7. b.,
İstanbul: Bedir Y., 1996, s. 37):
“Allah (c.c.)’ı ve
Allah’ın sıfatlarını bilmek, ilimlerin en yücesi, en büyüğü, en faydalısı, en
mükemmeli, en şereflisi, en parlağı, ruha en fazla tesir edenidir…. İşte bunun
içindir ki bu ilmi, Peygamber (s.a.v.), ilmin başı olarak vasfetmiştir. Bu ilmi, aklî ve naklî delilleri ile bilemeyen bir kimsenin
[başkalarını] taklide başvurmaktan [ve
onlara uymaktan] başka çaresi yoktur. Taklid, Mâtüridî mezhebine göre câizdir.
[Caiz olmak, farz veya vacip olmak anlamına gelmez.]
“Mutezile ulemasına göre
taklid câiz değildir. Hatta Ebu Haşim, taklid edenin kâfir olacağını
söylemiştir. Şüphesiz ki doğru olan, bizim mezhebimizin görüşüdür. Bununla beraber taklid yapan kimse günahkârdır.
[Bu nedenle, taklid için mutlak olarak caizdir denemez, aklî ve naklî delilleri öğrenme imkânı bulamayan ya da
anlayamayanlar için caizdir.]
“Peygamberimiz
(s.a.v.)’den şöyle bir hadîs-i şerîfin rivayet olunduğu ileri sürülmüştür:
‘İhtiyarların dinini taklid edin.’ Halbuki bu, hadîs-i şerîf değildir. Süfyân-ı Sevrî’nin sözüdür….”
*
Allame Âliyyü’l-Kârî ise konuyu şöyle açıklıyor:
İnanç esaslarına ilâve
edilen hususlardan biri de bir delile dayanmadan taklid eden kişinin imanı sahihtir. İmam Ebû Hanife,
Süfyan-i Sevrî, Mâlik, Evzai, İmam Şafiî, İmam Ahmed ve müctehidlerin umumu ile hadis âlimleri taklidçinin imanının sahih
olduğunu, ancak delil bulmadığı için günahkâr olduğunu söylemişledir.
... Mûtezile’ye göre ise şüpheyi defetmek mümkün olacak şekilde her
meseleyi akıl delâleti ile bilmedikçe bir kimse mümin
olamaz. …
… Bu ihtilâf dağ başında
bulunup da bu âlem hakkında düşünmeyen, yaratıcısı hakkında asla düşünmeyen
kimseler hakkında doğmuştur. Müslüman ülkelerde doğup büyüyen ve bu âlemin
sanatlarını görüp Allah’ı noksan sıfatlardan berî kılan kimse
ise taklid sınırının dışındadır. Nitekim bir Arap
köylüsüne: “Allah’ı nasıl tanıdın?” diye sorulunca, şöyle cevap vermiş:
“Devenin tersi devenin geçtiğine, ayak izleri bir yürüyenin varlığına delâlet
eder de bu yüksek eyvanlar ve alçak merkez bir yaratıcının varlığına delâlet
etmez mi?” cevabını vermiş. Fakat taklidçi inancını,
kendini imana davet edenin boynuna bir gerdanlık gibi asıp, “Eğer bu
din doğru ise doğrudur, batıl ise vebali günahı onun [beni imana davet edenin]
boynuna aittir” manasında bir düşünceye sahip olursa bu türlü
taklidçi ittifakla mümin değildir. Çünkü böyle bir kimse
imanında şüphe içindedir.
Bir görüşe göre ise,
bu âlemin yaratılmışlığı ve Allah Teâlâ’nın varlığı Allah
Teâlâ hakkında gerekli olan ve olması mümkün olmayan meseleleri delilleri ile birlikte bilmek her mükellefe farz-ı ayndır.
Dolayısıyla delile bakarak bilgi sahibi olmak farzdır [farz-ı ayndır], taklid caiz değildir. İmam Razî ve Âmidî’nin
tercih ettiği görüş de budur. Burada delilden kasdedilen icmalî delile bakmaktır. Tafsilâtlı delile bakarak şüphesi bulunanların
şüphesini gidermek, yol gösterilmek isteyenlere yol göstermek ise farz-ı
kifayedir. …
(İmam-ı Âzam, Fıkh-ı Ekber Şerhi, şerh: Aliyyül Kârî, çev.
Hüseyin S. Erdoğan, İstanbul: Hisar Y., t. y., s. 384-8.)
*
Mehmed Zahid Kotku rh. a.
ise, konuyu şöyle açıklamaktadır:
“Taklid: Huccetsiz, delilsiz, tahkiksiz mücerred hüsn-ü
zan sebebiyle, amelde, kavilde, itikadda başkalarına iktida ve taklid etmek
caiz değildir ve günah-ı kebairdendir.
“Bazıları da segâirdendir [küçük günahlardandır] demişlerse
de, huccet ve burhana müstenit olan amel ve itikada
taklidî denmez. [Mezhebinin delillerini bilmesi
durumunda salt taklit ehli olmaktan kurtulur.] Eğer bu gayr-ı
taklid itikadda olursa, icmalen [özet olarak] olsun,
nazar [fikrî inceleme/araştırma] ve istidlale [aklî delil getirme] müracaatla taklidden kurtulmak lazımdır. Ehl-i sünnet ve’l-cemaat
mezhebine göre mukallidin imanı her ne kadar sahih ise de, itikadda mukallid olanların, üzerine vacip olan nazar
[teorik düşünce, akıl yürütme] ve istidlali [aklî ve naklî deliller
getirme] terk etmelerinden dolayı, günahkâr olduklarından şüphe edilemez….”
(Mehmet Zahid Kotku, Mü’minlere
Vaazlar 2: Günahlar, İstanbul: Seha Neşriyat, s. 159.)
*
Vahdet-i vücutçuların insanları davet ettikleri “öğreti”ye
(felsefeye) gelince..
Akılla bir ilgisi yok.. “Aklın ötesinde bir tavır”dan söz
ediyorlar.
Nakille de (nasslarla, ayet ve hadislerle de) bir ilgisi
yok, çünkü “keşf” adını verdikleri özel bir bilgi türünü bahis konusu
yapıyorlar.
Keşf vasıtasıyla
ulaştıklarını söyledikleri bilgi ayet ve hadislerde bulunuyor olsa zaten
keşften söz etmelerine gerek kalmayacak, doğrudan ayet ve hadisleri okumaları
yeterli olacak.
*
Burada karşımıza şöyle bir soru çıkıyor:
Vahdet-i vücutçuların sözlerine
itibar eden bir adamın imanı ya da inancı “tahkik-taklid” ayrımında
nereye düşer? Onun tavrı “tahkik”e mi, yoksa “taklid”e mi dayalıdır?
Cevap açık: Bu, taklid eksenli bir tavırdır.
Çünkü mevzubahis olan, kişinin ne kendi nazarî (teorik)
inceleme, araştırma ve bilgisidir, ne de kendi keşfidir; sadece, “İbn
Arabî (ya da vahdet-i vücutçu taife) şunu keşfetmiş” şeklindeki bir “haber”e
(rivayete) “takliden” inanılmaktadır.
Ortada som ve pür “taklid” mevcut.. Delilsiz, “akıl
ötesi” olduğu söylenen bir iddianın tasdiki söz konusu..
Ve bu taklid ameliyesini, Ehl-i Sünnet itikadı çerçevesinde
bir yere oturtamıyoruz.
*
Çünkü, Ehl-i Sünnet, ister amelî, isterse itikadî olsun, dinî
konularda keşfe itibar etmiyor.
Bunlar ise, delil olarak kıymet-i harbiyesi
bulunmayan keşfe bir de taklid günahını
ekliyorlar. Tüy dikiyorlar.
Üstelik, keşf sahibi oldukları söylenen kişiler, sıdk u
sadakatlerinin delili olarak mucizeler gösterebilen birer
peygamber değiller.
Dahası, peygamberlere özgü “masumiyet”le de bir ilgileri
yok.
Onların keşfine inanmanın tek bir dayanağı var: Kuru hüsnüzan.
Ancak, şer’î delil niteliği taşımayan (edille-i şer’iyye
arasında yer almayan) böylesi “keşf” iddialarını geçtik, şer’î
delillerin bizzat kendilerinde bile hüsnüzan tek başına yeterli
olmuyor.
*
Amelî konularda “zan”
düzeyindeki bilgilere de (zayıf hadisler ya da içtihat çerçevesinde) yerine
göre itibar edilebiliyorsa da, itikadî meselelerde “zan”
yeterli görülmüyor. Akıl ve nakil (ayet ve hadis)
eksenli “kesin” delil isteniyor.
Dolayısıyla, itikadî konularda vahdet-i vücutçuların keşf
iddialarının i’rabta mahalli hiç yok.
Mahalli olmadığı gibi, onların sözlerine itibar etmek (Ehl-i
Sünnet itikadı çerçevesinde) mahzurlu.
Onların itikadî nitelikteki sözlerine itibar edenler,
kendilerini otomatikman “taklid ehli” haline getirmiş, günahkârlığı yol
edinmiş, “imanlarının tahkîkî iman olmadığını” belgelemiş
oluyorlar.
*
Şu ayet-i kerime, onların durumunun anlaşılmasına yardımcı
olabilir:
“Bunların bir de ümmî (okuyup yazamayan) kısmı vardır, kitabı (Tevrat’ı),
kitabeti (yazmayı) bilmezler, ancak bir takım kuruntu yığını ümniyyeler kurar
ve sırf zann ardında dolaşırlar.” (Elmalılı meali, Bakara, 2/78)
Bu ayet-i kerime, Medine’nin kenar
muhitlerinde yaşayan Yahudiler için nazil oldu, fakat Hristiyanların durumuna
da ışık tutuyor.
Hatta bizim durumumuza..
Bugün milletçe (istisnalar dışında) Kur’an karşısında ümmî konumdayız.
Okuyamıyoruz, ya da anlamadan okuyoruz, okumamıştan bir farkımız olmuyor; yazma
bahsinde durumumuz daha da kötü, Kur’an diliyle
(Arapça) yazamıyor, meramımızı anlatamıyoruz.
Cahilliğimiz o kadar büyük boyutlarda ki,
Latin gâvurunun (Türkçe’nin telaffuzunun hakkını veremeyen) harfleriyle Türkçe
okuyup yazabilenimiz kendisini ümmîlikten kurtulmuş zannediyor.
Halbuki, Kur’an karşısında
kör kütük ümmî.. O kadar cahil ki, ümmî olduğunun farkında bile değil.
İşte, bu bahiste esas olan Kitap bilgisidir..
Ve, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in tebliğidir.. Sünnetidir.
Falanın filanın keşfine gelince..
O, en iyi ihtimalle zandan ibarettir.. En iyi ihtimalle...
Kötü ihtimalin ise sınırı yok.
*
Böylesi zanların peşine çok fazla takılmanız
halinde, şu ayet-i kerimede durumları açıklanan insanlara benzemeniz mümkündür:
“(Yahudiler) hahamlarını,
(hristiyanlar da) râhiblerini ve Meryemoğlu Mesîh'i Allah'tan
başka rabler edindiler. Hâlbuki ancak tek bir İlâh'a ibâdet etmekle
emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yoktur! O, (onların) ortak koşmakta
oldukları şeylerden münezzehtir!” (Tevbe, 9/31)
Bugün İslam alemindeki itikat ve/veya amel
bakımından sorunlu toplulukların hemen hepsinin bu hale gelmelerindeki temel
etken, şer’î delilleri (Şeriat'i) terk pahasına belirli şahısların
keşfine, dehasına vs. güvenmiş olmalarıdır.
Mesela FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü)..
Bu insanların en büyük sorunu, Fethullah’ın “keşf”ine bel
bağlamış olmalarıdır.
*
Bu noktada vahdet-i vücud anlayışını (aslını esasını anlamadan,
"akıl" vasıtasıyla tevil edip iyiye yorarak)
savunan bazı kişilerin salih insanlar olarak bilinmesinin (ve hatta öyle
olmasının) bir önemi yoktur.
Edille-i şer’iyye arasında “salih
insanların keşfi” de yer alıyor olsaydı mesele yoktu, fakat böyle birşey söz
konusu değil.
Salih insanlar da bazen yanılabilirler.. Günah da
işleyebilirler, günahta ısrar etmeyip tevbe ederler.. Hak etmeyen insanlar
hakkında lüzumsuz hüsnüzanda bulunarak onların sözlerini tevil edebilir,
onlara lüzumsuz yere kefil olabilirler..
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’i bile yanlış
haber ile yanıltabilmişlerdi.. Şu ayet böyle bir olay yüzünden nazil oldu:
“Ey iman edenler!
Bilmeden birilerine zarar verip de sonra yaptığınıza pişman olmamanız için, bir
fasık size bir haber getirdiğinde doğruluğunu araştırın.”
(Hucurat, 49/6)
Birisi size “keşfen” birşeyi haber verdiğinde, keşf yolculuğuna
çıkabilen biriyseniz şayet, onu mutlaka bizzat kendiniz araştırıp “keşf”
edin..
*
Araştıramıyorsanız, “keşf” sahibini kendi keşfi ile başbaşa
bırakmanız, “keşf”inden uzak durmanız, akıl ve gönül sağlığınız için hararetle
tavsiye olunur.
“Hakkında
bilgi sahibi olmadığın bir şeyin ardına düşme. Şüphesiz kulak, göz ve kalb; bunların tümü ondan sorumludur.” (İsra, 17/36)
Şunu da unutmamak gerekiyor: İnsanın manen yaşadığı ve “keşf”
diye adlandırdığı birtakım tecrübeler Allahu Teala’nın bir imtihanı olabilir.
Kendi keşfine dayanarak, “tamamlanmış olan din”e ilaveler yapmaya
kalkışmaktan insanın kaçınması gerekir.
“Yoksa Allah'ın tuzağından (mekrinden) kendilerini güvende mi
görüyorlar? Fakat hüsrâna uğrayanlar gürûhundan başkası Allah'ın tuzağından
emîn olmaz.” (A’raf, 7/99)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder