TARİHSELCİYE GÖRE MÜELLEFE-İ KULÛBLUK, EMEKLİLİĞİ MÜMKÜN OLMAYAN BİR MESLEK MİDİR?

 



Önceki yazılarda belirttiğimiz gibi, Hz. Ömer’in “müellefe-i kulûb” konusundaki tavrıyla ilgili olarak İmam Matüridî’nin kullandığı “içtihat ile nesh” kavramını istismar etmeye çalışan tarihselci budalalar (başta da Mustafa Öztürk adlı ilahiyatçı yoz Türk), meselenin “zekât”la (ve dolayısıyla nesh konusu yapıldığı söylenen ayetle) ilgisiz olduğundan bile habersizler.

Cahillikleri inanılmaz boyutlarda.. Hakkında gerine gerine ahkâm kestikleri konuya ilişkin rivayetleri okumamışlar bile..

Ya da okumuşlar, fakat zekâları okuduklarını anlamaya yetmediği için hayal güçlerini devreye sokarak palavracılık sanatını dinî ilimlere uyarlamaya kalkışmışlar..

Şer’î hükümler tarihsel değildirler, evrensel ve ebedîdirler, fakat onlara konu olan zaman, zemin ve şahıslar tarihseldirler ve değişirler, bazen hiç mevcut da olmayabilirler.

Mesela hiç hırsızlık yaşanmadığında, ilgili ayet uygulanmaz. Bu, ayetin hükmünün kalkması anlamına gelmez.

Bunu bile anlayamayan azgelişmiş zekâlı tarihselciler, bazen hükme konu olan şahısların ya da yer ve zamanın değişmesini, hükmün değişmesi ya da değiştirilmesi zannedebilmektedirler.

*

İmdi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem eğer olayda adı geçen kişilerin (Akra’ ile Uyeyne) hayat boyu müellefe-i kulub sayılacağını söylemiş olsaydı, veya Kur’an’da bu adamların adı “daima müellefe-i kulub olarak kalacak insanlar” olarak geçseydi, Hz. Ömer’in tutumunun “müellefe-i kulub” kavramının geçtiği ayeti kendi içtihadı ile nesh etmesi anlamına geldiği söylenebilirdi.

Ve olay böyle olsaydı, ne o günkü halife Hz. Ebubekir Hz. Ömer’in görüşünü kabul ederdi ne de ashab buna razı olurdu.

Bu olayda Kur’an’ın hükmünün gereğinin yapılmaması değil, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir tasarrufunun tekrarlanmaması durumu vardır.

Ortadan kaldırılması bile değil, tekrarlanmaması..

Eğer söz konusu kişilerin istedikleri araziyi Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem daha önce onlara vermiş olsaydı, ve Hz. Ömer de, “Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem bunu onlara Müslümanlar’ın zayıf olduğu bir zamanda verdi, şimdi ise Müslümanlar (İslam devleti) güçlendi, o yüzden ellerinden geri alalım” deseydi, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bir hükmünü iptal etmiş olduğu (Hadi nesh diyelim) söylenebilirdi.

Evet, bu olayda ne Kur’an’ın ilgili ayetine (Tevbe, 9/60) aykırılık var, ne de Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sünnetine..

Ayete aykırılık yok, çünkü ayet zekâtla ilgili, arazi tahsisi ile ilgili değil..

Sünnet’e de aykırılık yok, çünkü Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bu adamlara her zaman her istedikleri verilsin diye bir emri ya da onlara yönelik bir vaadi bulunmuyor.

*

Peygamber Efendimiz sallalallahu aleyhi ve sellem geçmişte bu adamlara ihsanda bulunurken bunu bir defaya mahsus olarak yapmış durumdaydı. Onlara gelecek için herhangi bir vaatte bulunmuş değildi.

Üstelik, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in “müellefe-i kulûb” kapsamında kendilerine bağışta bulunduğu kişiler bu ikisiyle sınırlı da değildi. Uyeyne ile Akra’ya müellefe-i kulub olmaları hasebiyle Huneyn ganimetlerinden bağışta bulunduğu zaman, henüz müslüman olmadıkları halde Kureyş ileri gelenlerine ve bazı kabile reislerine de, aynı gerekçeyle bağışta bulunmuştu. Ebû Sûfyan b. Harb, Safvân b. Ümeyye, Uyeyne b. Hısn, Akra’ b. Habîs, Alkame b. Ulâse, Mâlik b. Avf en-Nasrî ve Abbas b. Mirdas’a 100’er, Kays b. Adiy es-Sehmî ile Saîd b. Yarbû’a da 50’şer deve bağışlanmıştı. Hakîm b. Hizam, Haris b. Hişâm el-Mahzûnî ve Huveytıb b. Abdi’l Uzza gibi zevata da aynı şekilde ganimetten pay verilmişti.

Şayet Uyeyne ile Akra’nın talebi yerinde birşey olsaydı, söz konusu Kureyş ileri gelenleri ile diğer zevata da aynı şekilde bağışta bulunmak gerekirdi. Fakat onların böyle bir talebi olmadı. 

Evet, bu iki şahsın talebi yerinde bir talep olsaydı, hem onlara, hem de diğer Arap ileri gelenlerine, ölümlerine değin zekâttan ve ganimetten pay vermek gerekirdi.

Mesela (Hz. Muaviye’nin babası) Ebu Süfyan r. a. “Hatırlarsanız Rasulullah s.a.s. bana 100 deve vermişti, siz de verin!” diyebilirdi.

Dememiştir.

Böyle boş bir talepte bulunma ahmaklığını ancak Uyeyne gibi bir müseccel ahmak ile Akra’ gibi anlamayan/akletmeyen (la ya’kılûn) biri dile getirebilirdi. Getirebilmiştir.

Ve, nesih ve içtihat gibi konularda böyle ahmakça bir akıl yürütüşle “hükümler yumurtlamak” da, ancak günümüz Uyeyne ve Akra’ları olan akılsız Ebu Hamakat Mustafa’lara yakışır.

*

Evet, burada “içtihat ile nesh”ten söz edilmesini gerektirecek bir durum yok.

Mesela Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bağışta bulunduğu veya sadaka verdiği herhangi bir kişi gelip Hz. Ebubekir’e “Rasulullah bana şu kadar sadaka vermişti, sen de ver” dediğinde Hz. Ebubekir vermeyince sail (isteyen) ile ilgili nasslar içtihatla nesh edilmiş mi olurdu?!

Onun bu tavrı “ayetin içtihat ile neshi” anlamına mı gelirdi?!

*

Müellefe-i kulub (kalpleri te’lif olunanlar, ısındırılanlar) kavramı üzerinde de durmak gerekiyor.

Te’lîf, “biraraya getirme, uzlaştırma, birleştirme” demektir. Kitap vs. yazımı için te’lîf kelimesinin kullanılması da bu sözlük anlamından kaynaklanıyor.

İmdi, bir adamın müellefe-i kulubdan kabul edilmesi demek, kalbindeki müslümanlara yönelik antipatinin izale olacağının, onun yerini sempatinin alacağının, te’lîfin gerçekleşeceğinin beklenmesi demek olur.

Te’lîf (uzlaşma, birleşme, biraraya gelme, ısınma) gerçekleştiği zaman da “müellef” olma durumu ortadan kalkar. Çünkü, ısınmış olanı ısıtmaya çalışmak abes olur. Gereksiz, amaçsız ve hikmetsiz bir çabadır.

Eğer te’lîf hiç gerçekleşmiyorsa, o zaman da kalbi “müellef”lik vasfı taşımayan biri “müellefe-i kulub”dan kabul edilmiş olur. Bu da firaset ve basiret eksikliği anlamına gelir.

O halde, doğası gereği müellefe-i kulub uygulaması süresiz olamaz ve bir adamın hayatı boyunca bu gruptan biri gibi telakki edilmesi düşünülemez.

Yani müellefe-i kulubdan sayılma olayı ya kalbin te’lîfiyle ya da te’lîf olma durumunun yaşanmayacağının tecrübe ile anlaşılması yüzünden son bulma durumundadır.

Dolayısıyla, Hz. Ömer’in söz konusu adamlara yönelik tutumunu, (adamların talebi ilgili ayetin kapsamına girseydi bile) ayete yönelik bir içtihat değil, söz konusu şahısların “müelleflik” vasfına yönelik bir içtihat kabul etmek daha uygun olurdu.

*

Kur'an'daki hükümler hakkında içtihatta bulunup onları değiştirebilirsiniz, fakat iki tane harîs, menfaatperest ve açgözlü ham adamın müellefe-i kulubluk vasfı değiştirilemez, içtihat konusu yapılamaz, onların bu vasfı ayetlerden bile daha üstün ve önemli "sabite", değişmez hakikat, "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilke"dir, öyle mi?!

Böyle midir?!

Tarihselci soytarılık, andavallık ve dangalaklık için böyle..

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

KAPLAN'IN ÜFLEDİĞİ KAVAL VE KOYUN SÜRÜSÜ

  Risale-i Nur  talebesi gazeteci-yazar  Mustafa Kaplan,  “sufizm” konulu “beyanname”leri için şöyle bir yeni açıklama yapmış: Dünyânın çoba...