Selanikli zampara Atatürk’ün kaplıca sefasından bahsedeceğiz, fakat önce
bir başka kaplıca hikâyesine bakalım.
Hikâyeyi anlatan, meşhur yazar Henrik
Ibsen.
Onun Bir
Halk Düşmanı adlı kitabının kahramanı Dr. Tomas Stockmann, Norveç’in
güneyindeki küçük bir kaplıca kentinde mesleğini icra eden saygın bir hekimdir.
Kaplıcanın suyunda
hastalıklara yol açabilecek mikroorganizmalar bulunduğunu keşfetme
bahtsızlığına uğrar.
Ve bu keşif başına iş
açar.
Çünkü keşfini kamuoyuyla
paylaşmaya karar verdiğinde, kentteki tüm idarî yetkileri elinde toplamış bulunan
ağabeyi Peter’in baskı ve zorbalığı ile yüzleşmek zorunda kalır.
Peter basın ve yayın
organlarını da kontrolü altına almıştır, bu yüzden Tomas, keşfini duyurmak için
bir halk toplantısı düzenlemeye karar verir.
Ve kıyamet kopar.
Gerisini kitaptan
okursunuz..
Ibsen’in kitabı, iktidar
sahibi çoğunluğa karşı mücadele
vermek zorunda kalan bireylerin, devlet
kurumlarına çöreklenmiş bulunan ayrıcalıklı kesimlerin zalim düzenlemeleriyle
başka çıkmaya çalışan mustazafların,
sahte basın özgürlüğünün şirret çığlıkları arasında sesleri kaybolan hakikat savunucularının dramını anlatan
bir başyapıt, bir şaheser kabul ediliyor.
*
Maneviyatı bile maddî olan Selanikli
zamparanın (Black Jumbo kod adlı İngiliz ajanının) “manevî kızları”ndan Prof. Afet İnan’ın “M. Kemal
Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları” adlı kitabında (Ankara: Türk Tarih
Kurumu Yayınları, 1983) ismi geçen Karlsbad, bir kaplıca kenti.
Kitap, İnan’ın “Mustafa Kemal Atatürk’ün Altı Deftere Yazdıkları” başlığı altında
yaptığı değerlendirmeleri de içeriyor.
Söz konusu değerlendirmelerin ilk iki paragrafı şöyle:
General Mustafa Kemal Atatürk'ün ve Karlsbad ve
Viyana'da ''Geçen Günlerim'' başlığı altında 30 Haziran 1918 Pazar gününden 28
Temmuz Pazar gününe kadar altı deftere yazdığı anılarının sonu şöyle bitiyor:
''Karlsbad'da geçen günlerimin anılarını bütünüyle
ve olduğu gibi bu defterlere geçiremedim. Bunun iki nedeni var,
birincisi yeterince yazı yazmak için vaktim olmadı. İkincisi her
düşündüğümü, her yaptığımı, yani bütün fikirlerimi ve hayatımla
ilgili sırları bu defterlere nasıl emanet edebilirdim? Hatta bu
yazdıklarımı bile bir gün, ihtimal pek yakın bir
günde yok etmeyecek miyim? Şimdiye kadar hep öyle olduğu içindir
ki, anılarımı toplayan bir derlemem yoktur.''
Afet İnan, bunlara ek olarak, Selanikli’nin şu sözlerine de dikkat çekiyor:
… [Günlüklerdeki notlar arasında] 10 Temmuz 1918
Çarşamba, 11 Temmuz 1918 Perşembe günleri için şöyle bir kayıt var:
"Bu iki günü
yazmayacağım. Birçok anılarım gibi
bunların da unutulmasında ne zarar var. Yalnız şu kadar diyelim ki insanlar gerçeği hep gizlerler."
*
İçinde “hep, daima” ve “hiç, asla” gibi
kelimeler geçen ifadeler genellikle yanlış olur.
İnsanlar gerçeği hep gizlemezler..
Hiç gizlemezler değil, fakat hep
gizlemezler.. Gizleyemezler.
Gerçeği hep gizlemek, daima “yalan” üzere olmak demektir.
Kâfirler de en temel gerçek olan “La ilahe illallah” hükmünü hep gizliyor
olsalar da başka bazı gerçekleri hep gizlemezler.
Gizleyemiyorlar.
Talî meselelerde doğruları söyledikleri sıkça görülür..
En yalancı insan için bile bu böyledir..
Onlar da, insanları yalanlarına inandırabilmek için önce güvenilir insan
izlenimi vermek zorundadırlar ve bunun için bazı doğruları tuzaklarında yem
olarak kullanırlar..
Hiç kimse hayatını tümden yalan üzerine kuramaz..
Bozulup durmuş bir saat bile günde iki defa doğruyu söylemeye devam eder.
Selanikli zampara Atatürk “İnsanlar gerçeği hep gizlerler” derken büyük saçmalamış…
Ne yazık ki, böylesi akla ve mantığa aykırı ipe sapa gelmez zırvaları az
değil.
Fakat Kemalistler istiyorlarsa “Atamız doğru söylemiş, insanlar gerçeği hep
gizlerler.. Misal, biz Milli Mücadele konusunda gerçekleri hep gizleyegeldik” demekte serbesttirler.
Ama,
devlet imkânlarını tepe tepe kullansanız bile öyle olmuyor işte.. Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendiler, Rıza Nurlar, Kâzım Karabekirler, Necip Fazıllar, Kadir
Mısıroğlular, Mustafa Müftüoğlular, Yaşar Görenler vs. çıkıyor, gerçeği ucundan
kıyısından açıklıyorlar.
*
Şunu da kabul etmek gerekiyor ki, Selanikli zampirik diktatörün yukarıya
aldığımız sözü, kendisinin halinden ve karakterinden haber vermesi bakımından
önemlidir.
Gerçeği her zaman gizlediğini söyleyemesek de, hayatıyla ilgili en temel
gerçekleri gizlediğini kabul etmek durumundayız.. Yalancılık, palavracılık,
ikiyüzlülük, “gizli gündem”cilik ve takiyye, karakterinin bariz vasıfları
durumunda.
Adamın kendisine seçtiği soyadı bile yalan.. Torun Türk olduğu halde (millete “Hepinizin ninesini gördüm”
dercesine) “Atatürk” soyadını almış..
İlla da Türklüğüne vurgu yapmak istiyorsa dürüst davranıp Toruntürk ya da
Türkoğlu soyadını alabilirdi.. Ne yani, “torun Türk” veya “Türk oğlu” olmak
aşağılık ve utanç verici birşey mi?!..
Millete saygısı yok, çoluk çocuk, torun toluk muamelesi yapıyor.. Milletin
atası olmadığı halde kendisini ata ilan ediyor.
Yalancılığını ve kibrini, aldığı soyadı ile tescil etmiş durumda.. Başka
şahite ve delile ihtiyaç bırakmamış.
“Millet hakimiyeti” ya da “millî
hakimiyet” (ulusal egemenlik) düşüncesini yansıtan “Hakimiyet kayıtsız
şartsız milletindir” mottosunun tecelli yeri olarak gösterilen Türkiye Büyük
Millet Meclisi’nin açılış günü olan 23 Nisan’ı “ulusal egemenlik ve çocuk
bayramı” yapmış olması da tesadüf değil gibi görünüyor..
“Deha”nın ince bir buluşu mu desek, tevafuk mu desek, bilemem, fakat
“bayram” ilan edilen güne verilen isim, “ulus”un “çocuk” kabul edildiğini
bangır bangır bağırıyor.
Sahte “ata”nın çoluk çocuğunun, torun toluğunun “vesayet”le malul
egemenliği bayramı..
*
Selanikli zampara, toprağı bol olsun, hayatıyla ilgili kritik gerçekleri ve
yabancılarla (Osmanlı Devleti ve millet aleyhine) çevirdiği dolapları hep gizlemiş,
gizlemeye çalışmış, ve bu hususta kırılması güç rekorlara imza atmış başarılı
bir sahtekârdı..
Sergilediği performans her türlü takdirin üstünde.. Ne kadar övünse az..
Kendi kusuruna insanları ortak edip “İnsanlar
gerçeği hep gizlerler” demesi de (üst düzey, daha kaliteli türden) ayrı bir
sahtekârlık..
Kendi hayatından hareketle insanlar hakkında hüküm veriyor.. Kendi
karakterinin en temel vasfını başka insanların sırtına yüklüyor.
Bu noktada oldukça bonkör..
Psikolog ve psikiyatristler buna “projection/yansıtma”
diyorlar (Bizim kültürümüzde de kıyas bi’l-nefs).. Kendi vicdanını rahatlatmak
ve susturmak için “Ben bu haltı yiyorsam ne zararı var ki, herkes böyle” deme
tavrı..
Bütün insanları adi, bayağı, namussuz ve şerefsiz ilan ettiğin zaman her
türlü ahlâksızlığı rahatça yapabilirsin.. Meydan senin.. Artık senin için
herşey mübahtır.. Elin enayisi sen misin ki herkesin sahtekâr olduğu yerde
dürüst kalasın.. Değil mi ama?!
*
Gelelim Selanikli zamparanın Karlsbad’daki günleri için yazdıklarına..
Söze,
''30 Haziran 1918 Pazar günü öğleden sonra saat 07.30'da Karlsbad istasyonuna
muvasalat edildi (ulaşıldı)” diyerek başlıyor.
Kalacağı yer için şunu diyor:
“Doktor Vermer mezkûr (sözü geçen) evde benim için bir salon, bir yatak odası, bir uşak odası
(bir emirber [emireri]
neferim Şevki için) ve hamamdan ibaret aksamı
(kısımları, bölümleri) haftalığı 140 krona tutmuş.”
Birinci Dünya Savaşı’nın en çetin günleri, fakat vatandaş bir askeri de
yanında hizmetçisi olarak getirmiş.. Vazifeleri arasında kendisini her sabah
traş etme de var.
Sözlerinin devamı, Selanikli’nin adı cumhuriyet olan dönemde niçin padişah
sarayı Dolmabahçe’de içi boş cumhuriyetçilik edebiyatıyla saltanat sürdüğünü
anlamamızı sağlıyor:
“Ben ilk nazarda memnun olmadım. Pupp Oteli] ve buna mümasil (benzer) mebani-i
âliye ve müdebdenin (yüksek ve debdebeli
binaların) şaşaası ve mebani-i mezkûre (anılan
binalar) dahillerindeki haşmetin yanında hemen ittisalinde (bitişiğinde) onlara
nisbeten basit kalan bu benim yeni
ikametgâhım o kadar cazip görünmedi.”
Şunları da diyor:
“Tren yorgunluğuna rağmen derhal uyuyamadım.
Apartmanın vaziyet-i umumiye ve dahiliyesi (genel durumu ve içi) ve burada kalıp kalmamak fikri zihnimi
işgal ediyordu. Salona muttasıl (bitişik) küçük bir oda nazarı dikkatimi celbetmişti. Bu odanın da ilavesiyle apartmanı tevsi (genişletme) ve biraz
tanzim ettikten sonra alabileceği şekli düşünüyor, bir taraftan Imperial ve Pupp otellerinin azamet-i
hayatına karışmak, diğer taraftan bu kuytu mahalde, sükûnetli apartmancığın
içinde gayrı mekşuf (keşfedilmemiş) kalmak hususlarının mücadelesini
dinliyordum. Nihayet dalmışım.”
Allah ıslah etsin diyeceğiz de, öldü.. Aklı fikri o zaman da “hayatın
azameti”ndeymiş..
*
Öyle ki, Karlsbad’da en önemli meşguliyeti, yabancı memlekette üniformasını giyip nişanlarını takarak hava
atmak, lüks otellerin loktantalarında yemek yemek..
Dans etmek..
Memleket Birinci Dünya Savaşı’nı yaşıyor, cephelerde vatan evlatları ya
açlık ve hastalıktan, ya soğuk ve sıcaktan, ya da düşman bombardımanından
dolayı kırılıyor, bu da tutmuş sanki çok ciddi hastaymış gibi Avrupa’da sefa
sürüyor.. Devrana girip raksediyor.
Sözde hasta, fakat yatakta yattığı yok, üniformasını giyiyor, nişanlarını
takıyor, lüks otellerde yemek yiyip elin karısına kızına hava atmaya çalışıyor.
Geldiğinin ertesi günü (1 Temmuz 1918) yaptığı işlerden bazıları:
“… Diğer bir menbaı (şifalı su kaynağını) havi
(içeren) binanın dahilinden musiki sadası işitiyordum. Oraya girdim. Medhalden
(giriş yerinden) sonra ortasından şelale şeklinde sıcak su fışkıran bir havuz,
etrafında buhar ve su serpintilerinden saçlarını ve elbiselerini beyaz
empermeabl serpuş (başlık) ve mantolarla muhafaza etmiş genç, güzel çehreli
kızlar, ellerinde pek uzun saplı ve bu saplar üzerinde müteharrik (hareket
eden) maşrapalarla su tevzi ediyorlar (dağıtıyorlar), daha ileride gayet uzun
bir salon, halk musiki nağamatına
(nağmelerine) peşrev olarak sağdan sola devrediyor (kendi ekseni etrafında
dönüyor), bazı kimseler de kenarlarda ve ortadaki banklara oturmuşlar... Ben de devre karıştım.
“Saat 08.00'e yakın sabah kahvaltısını yapmak için
Otel Pupp'ın lokantasına gittim. …
“… Öğle yemeğinin teminini düşünüyordum. Bir saat
sonra da Pupp'ın restoranına gittim. …
“(Akşam üstü) Saat 6 ile 7 arasında Miralay Emin Bey
geldi. Bu esnada kalkmış Şevki'ye tıraş oluyordum. Tuvalet bitti. … Beraber
Imperial'e (Imperial Oteli’ne) gittik. Yemek yedik.”
Ertesi gün (2 Temmuz):
“Sabah saat 7'den saat 8'e kadar dünkü gibi iki
menbadan su içtikten sonra evde kahvaltı ettim. Saat 10'da Kaiserbaad'a gittim.
Çamur banyosu yaptım. Eve avdet ve biraz istirahat ettim. Bu esnada Miralay
Emin Bey geldi. Onunla beraber Restaurant Pupp'a kadar yürüdük, o oradan hamama
gitti. Ben de öğle yemeği için lokantaya girdim. …
“Otel Imperial'de akşam taamı: Saat 6'da Mühlbrün'de
bir kadeh içtim. Yavaş yavaş Imperial Baum'a geldim. Imperial'e çıktım. … Akşam
için bir masa rezerve edilmesini garsonla haber gönderdim.”
Daha
ertesi gün (3 Temmuz):
“… Asker
elbisemi giydim. (Akşam üstü) Saat 7'de Impérial'e gittim. … Pelerinimi gardıroba bıraktım. Otelin
bahçesinde epeyce dolaştım. Canım sıkılıyordu. … Saat 8 oldu. Müzik başladı.
Yemek salonuna geçtim. (Bay) Obert'e hazırladığı yeri sordum. Dün tenbih
etmiştim. Buyurun, miralay (albay)
efendi! dedi. Adam zahir halimize bakarak demek ki, ancak miralaylık tevcih
ediyordu. General olduğumu anlatmaya
kalkışmak bir mesele... Sesimi çıkarmadım. … Yemekten sonra bu masanın her vakit akşam yemekleri için bana tahsis
olunmasını söyledim. Ve kendimi de
tanıtmak için kartımı verdim. Moustapha
Kémal Pacha Arméefuhrer (Mustafa Kemal Paşa, kumandan) Herr (Bay) Obert'in
bütün bu tafsilatlı karta rağmen bizi miralay efendilikten başka bir şey
telakki edemediğini ve Pacha'nın
merkum (anılan kişi) nazarında tahminini tebdil etmediğini (değiştirmediğini)
Arméefuhrer'ın (ordu komutanının) de medlûlünü (işaret ettiği anlamı) hiç
düşünmediğini zannederim. Çünkü ertesi günü masa üzerine bıraktığı Bestelt (Bestellt:
ayrılmış) levhasının altında kurşun kalemle şu isim yazılı idi. Monsieur Kemal
Pacha.”
Selanikli’nin
derdi büyük.. General olduğu garson tarafından anlaşılamamış..
Ne
büyük dert!.. Büyük başın büyük derdi!..
*
Asıl
önemli gün, 5 Temmuz 1918 günü..
Evet, günlüğünün “5 Temmuz 1918 Cuma” tarihli bölümüne şunları yazmış
durumda:
… Ufak bir tuvaletten sonra saat 7.30'da
dünkü hatıratı kaydetmek üzere bu masanın başına geçtim. Cemal Bey ve arkadaşı geldiler.
Bürodan çıktım. Onlara beyan-ı itizardan [özür beyanından] sonra pijamalı bir
kıyafetle salonda kabul ettim. Cemal Bey:
- Cümleye, yeni padişaha ömür versin
dedi!
Birdenbire şaşırdım. Ne var, ne oldu,
dedim.
- Malumatınız yok mu? Padişah [Mehmed
Reşad] vefat etti!
- Teessür ve teessüf ederim, dedim.
Bu zevat bu sözlerimin medlulünü [ne
anlama geldiğini] anlayamadılar.
Hakları vardı. Çünkü ben, ne ölen
padişaha acıdığımdan ve ne de yeni padişahın ömrünün uzun veya kısa olacağından
müteessir (teessürlü, üzüntülü) değildim. Teessüf ettiğim
(hayıflandığım) cihet İstanbul'da bulunmayışımdı. … Ben, veliaht
hazretlerini Almanya seyahati münasebeti ile pek iyi tanımıştım. Aramızda
bir dereceye kadar hususiyet ve samimiyet de hasıl olmuştu. Gönlüm
onun tahta cülûs ettiğini müteakip bizzat tebrik etmek mi
istiyordu? Acaba bunun için mi teessür ediyordum! Hayır zannederim bu da değil!
Kendisiyle başlamış olan münasebeti azami derecede ilerletmek fırsatı elimde
iken, müstağni davrandım. Bir defadan maada ziyaretine gitmedim. Hatta bu defa
İstanbul'dan ayrılırken veda dahi etmedim. İşte teessür bundan
ileri geliyor...
Cemal Bey ve arkadaşına karşı da
teessüratımı gizleyemedim. Fakat izah etmedim. Onlar giderken Miralay Emin Bey girdi. Onunla da aynı zemin üzerinde
görüştük. Hiç olmazsa telgrafla tebrik edeyim dedim, mamafih
alacağımız ilk gazete tafsilatına (ayrıntılarına) talik ettim (bağladım).
Üzüldüğü şeye bakın..
Yeterince yağcılık ve yalakalık yapmamış, el etek öpmemiş olmasından dolayı
üzüntülü..
Hayıflanıyor..
Ancak, teessür ve teessüfünün gereğini sonraki aylarda yerine getirecek, acemi
padişah Vahideddin’le samimiyeti “azami” boyutlara taşıyacak,
dalkavukluk ve yalakalık sanatlarının bütün imkânlarından sonuna kadar
yararlanacaktır.
Ve onu sadık bir bendesi (kölece, ölesiye bağlısı) olduğuna inandıracak, Anadolu Genel Valiliği ya da Padişah Vekilliği anlamına gelen
olağanüstü yetkileri cebine koyarak (İngiliz’in Osmanlı Devleti’ni tarihe gömme
projesindeki rolünü İngiliz vizesiyle oynamak üzere) Samsun’a çıkacaktır.
*
Selanikli zamparanın karı-kız düşkünlüğü, İngilizler’in baştan beri
farkında oldukları bir meziyetiydi.
Karakterinin bariz özelliklerinden biri, zamparalığıydı. (Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında
naklettiğine göre, İttihat ve Terakkiciler, Selanikli’yi şöyle tanıyorlarmış: “Sarhoş,
sefih, hiçbir makam ve mevki ile gözü doymaz, haris, fırsatçı ve ahlâksız.”
Fevzi Çakmak ile İsmet İnönü de onu “muhteris ve menfaat düşkünü” olarak
görüyorlarmış.)
İngiliz’in becerikli casusu Aubrey Herbert’in de, 1913 yılında
İngiltere’deki evinde misafir edip onuruna yemek verdiği dostu Selanikli’nin bu
özelliğinden yararlanmayı ihmal etmediği biliniyor:
“Bu yüzden Aubrey, misâfirinin ağzından
laf alabilmek maksadıyla yemeğe Albay Ronald F. Forbes’in güzel karısı
Rosita’yı da çağırmıştı. Yirmi iki yaşında genç bir hanım olan
Rosita, yemekte Mustafa Kemal ile Lord Allenby’in arasına oturdu.
Rosita, Aubrey’in tertip ettiği bu yemekten şöyle bahsediyordu:
“O gün Aubrey Herbert’ten gelen
çılgınca bir mektubu bana hatırlattılar. Noel Buxton ile beraber, hayalperest
İngiliz’in dikkatinden kaçan başıboş Ermenilere bir son verirken, yanlarında -
şeref misâfirlerinin dâvetinde - kuvvetli bir şekilde ‘Onward Christian
Soldiers’ [İleri Hristiyan Askerler] şarkısını söyleyen Türk bir muhafızla
[Kâzım’la] antik Balkanları gezdiği söyleniyordu. “Sita!” diyordu mektup,
“yarın öğlen yemeğini bizimle yemelisin. Gelen bir ‘mistake’ [hata,
yanlış] var ve onu sadece sen konuşturabilirsin”. Yazı [Aubrey’in
gözü ileri derecede bozuk olduğu için] her zaman olduğu gibi okunaksızdı;
fakat dâvet karşı konulmazdı. O zamanlar yirmi ikiden fazla olduğumu
düşünmüyorum. Yemek çok lezzetliydi. [Aubrey’in karısı] Mary Herbert mükemmel
bir ev sahibesiydi. Lord Allenby ile [Sofya’ya] yeni tâyin edilen ataşe
Mustafa Kemal’in arasına oturdum; fakat yemeğin doğru düzgün tadını
çıkartamıyordum, çünkü hep ‘mistake’i arıyordum. Ev sahibimizin Küçük Asya’da
bir sınır ve bir yığın toplantı ile mikado çöpleri oynamasına yardım eden
Fransız olabilir miydi? Veya Filistin’den henüz dönen yakışıklı idâreci miydi?
Komplocu bir şekilde Aubrey’e müracaat ettim. “Hangisi yanlış [mistake]?”
diye sordum, “ve benden ne yapmamı istiyorsun?”. Şaşırmış duruyordu. İzah
ettim. “Oh tatlım!” diye güldü, “Sana nice [hoş, nazik] Turk geliyor diye
yazdım! [Sen “nice Turk”u “mistake” okumuşsun]”.
(Mehmet Hasan Bulut, İngiliz
Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert, 4. b., İstanbul: IQ Kültür
Sanat Yayıncılık, 2018, s. 261-2.)
Selanikli zampara, Osmanlı Devleti için
gerçek bir "mistake"ti..
Mistake Kemal Atatürk'tü..
Ömrünün sonlarına doğru ismindeki
Kemal'i Kamal yapmış, Mustafa'yı ise "mistake" bir
isim olarak gördüğü için tümden atmıştı.
Türk tarihinin belki en büyük
"mistake"iydi..
Evet, tecrübeli casus Aubrey, Selanikli
zamparanın kadınları görünce çenesinin düştüğünü, cıvatalarının gevşediğini ve
işlenmeye hazır hale geldiğini bildiği için, onun onuruna verdiği
yemeğe, Albay Forbes’in 22 yaşındaki güzel karısı Rosita’yı da
çağırmış, ve bu genç kadını masada tam da Selanikli zampiriğin yanına
oturtmuştu.
*
Afet İnan’ın yayına hazırladığı
günlüklere dönelim..
Mistake Mustafa’nın zamparalara özgü
çene düşüklüğü günlüklere de yansımış. 6 Temmuz 1918 Cumartesi günü için
şu ifadeler yer alıyor:
“…
Uyandığım zaman Selanikli, rüştiyede (ortaokulda) sınıf arkadaşlığı ettiğim
Mahmud Efendi geldi. … Nişanlarımı görmek
istedi. Gösterdim. O gittikten sonra tıraş oldum. Asker elbisesi giydim. Hoşuma giden bir Bulgar nişanımı, Avusturya
nişanımın üstüne boynuma taktım. Bu gece Emin Bey ve refikası (karısı) hanımefendi
tarafından Imperial'de (otelde) dine'ye (akşam yemeğine) davetli idim. … Akşam
taamı (yemeği) esnasında hep askerlikten bahsettik; ben biraz Arıburnu ve
Anafartalar'dan, biraz da Bitlis, Muş cephelerinden bahsettim.
“Hanımefendi,
asker kızı, asker refikası, asker
hemşiresi olduğundan, bu hikâyattan
zevk alıyordu. Kumandanların en büyük cesareti, mesuliyetten (sorumluluk
almaktan) korkmamalarıdır, dedim,
filhakika mesuliyetin ağırlığını ben kendi nefsimde tecrübe ettim. Namuslu ve izzet-i nefis sahibi bir
kumandan için ölüm hiçbir vakit
varid-i hatır olmaz (aklına gelmez), onu düşündüren icraatının isabet ve adem-i
isabetidir (isabetsizliğidir). Bilakis, ricat (geriye çekilme, kaçış)
manevrası için kumanda da pek büyük isabet-i karar, nüfuiz-i nazar olmak
lazımdır. Bizim ordumuzu felaketlere sevkeden ekseriya ricat manevrası için
sahib-i azim ve karar (azim ve karar sahibi) kumandanlarımızın mefkudiyeti
(yokluğu) olmuştur. Faik (üstün) düşman taarruzu karşısında ekseriya kumandanlar,
askerin kendi kendine terk-i mevkii ettikleri (kaçtıkları, geri çekildikleri)
zamana kadar karar vermekten tehaşi ederler (korkarlar) ve sonra da ricati bir
kabahat ve askeri kabahatli görürler.”
Selanikli’nin “namus” konusundaki düşüncesi sonradan (Kâzım Karabekir
Paşa’ya açıkladığı gibi) tamamen değişecektir.
“Asker kızı”nın karşısında öyle
bir konuşmuş ki, sanırsın her cephede ölümden korkmadan en ön safta savaşmış..
(Bu özellik Fatih Sultan Mehmet’te
vardı.. Belgrat kuşatması sırasında düşmanın ani hücumu karşısında ordu
dağılmış, düşman padişah otağına kadar gelmiş, etrafındakiler Sultan’a geri
çekilme teklifinde bulunduklarında “Bu, sıngınlık (yenilgi) alametidir” diyerek
kabul etmemiş, sonuçta bizzat kendisi de düşmanla çarpışmak zorunda kalmış ve
yaralanmıştı.. Yine, Romanya’da Kazıklı Voyvoda ile olan bir savaşta orduya
hücum emri verdiğinde kimsenin yerinden kımıldamadığını görünce bizzat kendisi
atını mahmuzlamış düşman üzerine tek başına yürümüş, onu gören askerler de
arkasından hücuma geçmişlerdi.)
Selanikli’nin en büyük kahramanlığı, kolayca ricat emri vermesinden
ibaret..
Onun bu “ricatçılığı”, Filistin’de
Osmanlı ordusunun felakete uğramasına neden olmuş ve Birinci Dünya Savaşı’nın
yenilgiyle sonuçlanmasına yol açmıştı.. Aynı marifetini Sakarya Savaşı sırasında da sergilemiş fakat hatasını Fevzi Çakmak düzeltmişti.
*
Selanikli zampara, “asker kızı” ile yaptığı sohbeti zevkle günlüğüne
taşımış.. Sözlerini şöyle sürdürüyor:
“
Hanımefendi, ‘bir muharebeden sonra
muzaffer bir kumandanın dolaşması kim bilir ne kadar zevkli olacak’ dedi?
“Bunu
tasdik etmekle beraber, -Bendenize, dedim, hayat-ı askeriyemde en çok zevk
duyduran, Muş cephesinde Sekizinci Fırka ile yaptığım ricat manevrasındaki
muvaffakiyet olmuştur. …
“…
Cesaret hakkında daha görüşülüyordu. Dedim -Malum-i
âlileridir, kitaplarda, bir yerde gayet cesur olan asker, diğer bir yerde ürkek
ve bilakis bir yerde ürkeklik göstermiş bir kıta-i askeriyenin diğer bir yerde
cesur olabileceğini okudum. Ben daima tabiat-ı askeri’ye (askerliğin doğasına),
ahval-i ruhiye ve maneviyeye (ruhî ve manevî durumlara) çok dikkat ederim.
…
“… Anafartalar Grubu Kumandanlığı'nın
nasıl ve ne vaziyette uhdeme tevdi olunduğunu hikâye ettim. Liman Paşa, Esat
Paşa, Enver Paşa ile bazı vaziyetlerimizi söyledim.
“Yemekten sonra oturduğumuz salon, dans salonunun ittisalinde
(bitişiğinde) idi. Gayet zarif, latif
birkaç genç kadın simokinli erkeklerle dans ediyorlardı. İki salon
arasındaki büyük camlı kapı köşede işgal ettiğimiz fotöylerden bu tekerrür ve
temadi eden (tekrarlanan ve devam eden) Vonstep'leri seyre pek müsaitti. - Ne güzel dedim. Dansı çok sevdiğimden ve ataşemiliterlik zamanımda birinci valsörlerden addedildiğimden
bahsettim.”
Adamın
sevdiği hayat tarzı bu.. Cumhuriyeti ilan ettikten sonra gelsin zevk ü sefa,
dans ve cümbüş..
Zamparanın
bundan sonraki ifadeleri, cumhuriyetçilik, hürriyetçilik, demokratlık ve
halkçılık söylemlerinin tamamen aldatmaca olduğunu, firavunlar ve nemrutlar
gibi halka tepeden bakan bir despot diktatör ruhu taşıdığını ortaya koyuyor:
“Hanımefendi de kızlık
hayatında çok dans ettiğinden ve dansı sevdiğinden bahsetti ve sonra ilave
etti...
“- Bu hayatın bizde teessüsü ne kadar müşkül...
“Dedim ki, ben her vakit söylerim, burada da bu vesile
ile arzedeyim benim elime büyük selahiyet ve kudret geçerse, ben hayat-ı
ictimaiyemizde (sosyal hayatımızda) arzu edilen inkılabı (değişikliği, devrimi)
bir anda bir ''Coup'' (askerî darbe, hükümet darbesi) ile tatbik edeceğimi
zannederim. Zira, ben, bazıları gibi efkâr-ı avamı (halkın düşüncelerini, kamuoyunu), efkâr-ı ulemayı
(bilginlerin fikirlerini) yavaş yavaş benim tasavvuratım derecesinde
tasavvur ve tefekkür etmeye alıştırmak suretiyle bu işin yapılacağını kabul
etmiyor ve böyle harekete karşı ruhum
isyan ediyor. Neden, ben, bu kadar senelik tahsil-i âli (yüksek öğrenim) gördükten, hayat-ı medeniye ve
ictimaiyeyi (uygar yaşamı ve sosyalliği) tetkik ve hürriyeti tezevvuk (tatmak)
için sarf-ı hayat ve evkat ettikten (zaman harcadıktan) sonra, avam mertebesine
(halkın düzeyine) ineyim. Onları kendi mertebeme çıkarayım, ben onlar gibi değil, onlar benim gibi
olsunlar. …”
İşte,
firavun zihniyetli bir despotun zihniyeti ve halet-i ruhiyesi..
Sosyal
hayatın merkezine kendi tasavvuratını koyuyor.. Halk kitleleri, darbe sopasıyla
hizaya getirilmesi gereken davar sürüsü olarak görülüyor.
Kendisinin
halkın fikriyatına ve tercihlerine saygı duymasını geçtik, halkın kendisinin
düşüncelerini yavaş yavaş, kademe kademe, tedrîcen benimsemesine bile tahammülü
yok.. Basacaksın “darbe” sopasını sırtlarına, zorla “tasavvuratının köleleri”
haline getireceksin.
Adamdaki
canavar ruha bakın, halkın kendisinin çizgisine “yavaş yavaş” gelmesine bile
razı değil.. Ruhu isyan ediyor..
Çünkü
ruhu, firavunlar, nemrutlar ve Kazıklı Voyvoda’larda görülen türden bir vampir ruh..
Habîs ruh..
*
Adamdaki
düzeysizliğin, seviyesizliğin boyutlarına bakın ki, “Neden, ben, bu kadar sene yüksek öğrenim gördükten, uygar sosyal yaşamı
tanımak ve özgürlüğü tatmak için bunca zamanımı harcadıktan sonra avam mertebesine
ineyim de onlara özgürlük tanıyayım,
onların kendi öz medeniyetlerine ve sosyal yaşamlarına saygı duyayım”
diyebiliyor.
Zampara
soytarının yüksek öğrenim dediği de, Osmanlı Devleti’ne özgü dört yıllık askerî
okul dersleri..
Böyle
bir taassup, böyle bir cahil özgüveni, böyle bir fanatizm, böyle bir halk
düşmanlığı, böyle bir despotik zihniyet herkese nasip olmaz, bunun için “habîs
ruh” sahibi olmak gerekiyor.
Böyle
bomboş kafalı bir adam olduğu içindir ki, hasbelkader güç eline geçince Batı’yı
körü körüne, maymun gibi taklit etme, İngiliz ilke ve inkılaplarını aynen alıp millete
zorla dayatma dışında birşey yapmadı.
Karşımızda,
“kilot devrimi, çorap devrimi, şort devrimi” vezninde bir şapka devriminden söz
edebilen, bunun için insanları idam ettirebilen bir seviyesiz psikopat var..
Şapka
için adam astırabilen bir psikopat başa geçtiği için kimse “Şapkanın devrimi mi
olur lan cahil dangalak!” diyememiş.. Can tatlı..
Fakat, böyle bir psikopat halk düşmanının bu millete yaptığı kötülüklere karşı ruhu isyan etmeyen insana da şahsen "insan" diyemem.
Ehl-i dil hiç diyemem.
*
Bu
“halk düşmanı” zampara katil psikopattaki düzeysizliği, en büyük yağcısı Falih Rıfkı bile farketmiş ve itiraf
etmiş durumda:
“Metotlu
felsefe etütleri yaptığını sanmıyorum. Sözleri terimsiz, tarifsiz ve ‘zikir’sizdi. Ama sık sık derine inen
bir felsefî düşünüş, ince bir zekânın ve titiz bir sağduyunun devamlı kontrolü
altında bir mantıkçılık, duyduklarını kolayca tutup kavrayan, sonra hepsini hoş
bir sentez içinde yoğuran bir muhakeme, metotlu
ve ilmî bir tefekkür eksikliğinin boşluğunu örtmekte idi.”
(Falih Rıfkı
Atay, Çankaya, İstanbul 1980, s. 327.)
Sözleri terimsiz, yani
ıstılahları yerli yerince kullanamıyor.
Tarifsiz, yani neyi kastettiği
tam belli değil.
Zikirsiz, yani üzerinde tezekkür
ve tefekkür yapılmamış.
"Metotlu ve ilmî bir
tefekkür eksikliği" söz konusu.
Selanikli “habîs ruh” İslam'ı
bilmiyordu, fakat Batı'yı ve Batı düşüncesini de bilmiyordu.
Ne bilim felsefesinden haberdardı
ne bilgi felsefesinden (epistemolojden).
Ne hukuk felsefesine vakıftı ne
siyaset felsefesine..
Batılı meşhur düşünürlerin
görüşlerine olan vukufunun derecesini ise, Murat Belge'nin 8 Ekim 2022
tarihli "Atatürk ve demokrasi" başlıklı yazısında yer alan şu ifadeler anlamamızı
sağlayabilir:
“Ahmet Demirel, Kurtuluş Savaşı'nda TBMM üstüne
incelemesinde Atatürk'ün "Kuvvetler Ayrılığı" üstüne yargılarını
tesbit etmiştir: bu konuda bilgisi azdır, Montesquieu değil, Rousseau'nun
teorisi olarak kalmıştır aklında. "Deli mi ne!" tarzı
eleştiriler getirir ve "kuvvetler"in ayrılmaması, tersine
birleştirilmesi gerektiğini söyler.”
Derin cehalet..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder