Ahmed Avni Konuk’un Füsus şerhini yayına hazırlayan Prof. Mustafa Tahralı, yazdığı sunuşta şunu söylüyor (Fusûsu'l-hikem
Tercüme ve Şerhi, İstanbul: Marmara Üni. İlahiyat Fak. Y.):
“Eserin üslûbu, ele aldığı mevzular ve orada
ifâde edilen fikirler, ister yazıldığı Arap dilinde, ister tercüme edildiği
dilde okunsun, ilk okuyuşta veya defalarca okunduktan sonra bile
anlaşılamadığı pek çok kimse ve hattâ eser hakkında çalışma
yapan Araplar tarafından bile ifâde edilmiştir. Bu anlaşılmazlığın esas sebebi,
müellifin bizzat belirtiği gibi, eserin “mücmel” lafızlarla
yazılmış olmasıdır. Onun için kendisi de, anlayanların bu
kitaptaki fikirleri “genişletmesini” arzu etmektedir.”
Yani İbn Arabî şarlatanı, özel olarak lafız hokkabazlığı yapmış, bilerek işi
zorlaştırmış.
Ve, ne dediğini anlayamayan kafasız birileri de,
“Anlamıyorsak demek ki çok yüksek hakikatler var” diye düşünmüşler.
Anlayanlara gelince..
Mesela Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi anlamış:
“Ona göre, vahdet-i vücud inancı o
kadar tuhaf ve akıldan uzaktır ki, onu icad
edenlere uyup bağlanan birçok kimse, onu, olduğundan farklı şekilde açıklamaktadır.”
(Mustafa Sabri,
“Kâinatın Allah’a Göre Durumu”, çev. Hüseyin Atay, İslâm Tetkikleri
Enstitüsü Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 3-4, 1976, s. 63.)
Yine ona göre, vahdet-i vücutçuluğun anlaşılır bir
şekilde anlatılması önem taşımaktadır. Çünkü bu anlayışın batıl olduğunun gösterilmesi, anlaşılmasından daha kolaydır (s. 63-4).
Füsus hakkındaki hükmü de şudur:
“Bu [vahdet-i
vücutçu] özdeşliği o kadar açıkladılar ki, Fusus‘ta bu korkunç
iğrenç (nağme) terennümün tekrarından başka birşey yoktur.” (s.
72)
Yani Füsus, deha
sahibi Şeyhülislam’a göre, korkunç iğrenç bir terennümden
ibaret..
*
Yukarıda geçen “mücmel”
kelimesi üzerinde durmak gerekiyor.
Prof. Tahralı’nın söylediğine göre, İbn Arabî
soytarısının üslubu, anlaşılmazlık
içeriyormuş.. Defalarca okusanız bile adamın ne demek istediğini
anlayamıyormuşsunuz..
Eserin yazıldığı dilde bile durum buymuş..
Tercümesinin yol açacağı kafa karışıklığını artık siz düşünün..
Bunun nedeni de, kendisini “evliyanın sonuncusu” ilan eden sapık kalpazanın laflarının “mücmel” oluşuymuş.
İfadelerinin “mücmel” olduğunu şarlatanın kendisi de
söylüyormuş.
Peki, tuğla kalınlığında cilt cilt zırvalar yazan bu
sahtekâr neden meramını açıkça anlatmamış?..
Hani hayatı boyunca tek bir kitap yazmış ve o da elli
yüz sayfalık bir şey olarak kalmış olsa, anlardık..
Halbuki bu zampara kalpazan, deve yükü tutacak kadar
laf yumurtlamış.. Fakat, en temel meseleleri “mücmel” (yani müphem ve kapalı) ifadelerle geçiştirmiş.
Beceriksizlikten mi, şeytanlıktan mı?
Mekke'de yaşayan Mekînüddin'in (evlenmediği, aralarında nikah bulunmayan) güzel kızı Nizam için bile Tercümanü'l-Eşvak diye lüzumsuz aşk kitabı yazan "zamparaların sonuncusu", bunun yerine "mücmel"lerine açıklık getirseydi ya!..
*
“Mücmel” tabiri hakkında TDV İslâm Ansiklopedisi’nde
yeterli bilgi var.. İlk paragraf şöyle:
“İcmâl masdarından türetilen mücmel kelimesi sözlükte “ayrıntısı çıkarılmamış hesap,
tafsilâtlı olarak açıklanmamış söz, müphem, kapalı” gibi anlamlara gelir. Fıkıh
usulünde nasların yorumuyla ilgili kurallar belirlenirken lafız değişik
açılardan ayırıma tâbi tutulur. Hanefî usulcülerinin kapalılık açısından
yaptıkları hafî, müşkil, mücmel, müteşâbih şeklindeki tasnif içerisinde mücmel,
sözün sahibi (mücmil) tarafından bir
açıklama yapılmadıkça kendisinden kastedilen mânanın anlaşılamadığı lafzı
belirten bir terimdir (Hanefî usul eserlerindeki tanım örnekleri için bk.
Pezdevî, I, 54; Şemsüleimme es-Serahsî, I, 168).”
Evet, söyleyen tarafından bir açıklama
yapılmadıkça kendisinden kastedilen mananın anlaşılmadığı söze “mücmel”
diyoruz.
Lafızlar manalar içindir.. Bir insan niçin lafazanlık
yapar da manayı ihmal eder?
Neden yanlış anlamaların önünü kapatacak şekilde manayı
açıkça ortaya koymaz?
Muhtemelen şunun için: İnsanlar, sözlerden
anlaşılması mümkün olan zararlı ve hatalı anlamları zamanla benimsesinler diye..
Sapık İbn Arabî’nin bugün en organize takipçilerinin (Ibn Arabi Society’yi kurmuş olan)
İngilizler ile onların İslam ülkelerindeki işbirlikçi yerli-milli acentaları olması
tesadüf değildir.
*
İşte, Füsus şarihleri
(şerh edip açıklayanlar), Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi’nin sözünü ettiği “korkunç iğrenç terennüm”ün tekrarlayıcılarından başka birşey
değiller.
Ne kadar anladıklarına gelince..
Tahralı’nın şu ifadeleri aydınlatıcı:
“Şârihe âit fikir ve yorumlar
bizzat müellifin (yazarın) imiş gibi anlaşılmamalı ve gösterilmemelidir…..
şarihler bâzan bir cümleyi farklı anlayabilmektedirler. Bu farklılıkları tesbit
edebilmek ancak şerhlerin karşılaştırılması ile mümkün olabilir.”
Yani adamın ne dediğini anlamadığınız için bir şarihe (şerh
edene, açıklayana) müracaat edeceksiniz, fakat o da yeterli değil, başka
şarihlerin ne dediğini de bilmeniz lâzım.
Diyelim ki bildiniz.. Mesele halloldu mu?
Hayır, bütün bu fikir ve yorumlar müellifin kastıymış
gibi anlaşılmamalıymış.
Anlamamak meziyet.. Varılacak nihai hedef..
Nitekim Tahralı şöyle diyor, deme gereği
hissediyor:
“Şerhin
sağladığı bütün bu kolaylıklara rağmen eserin anlaşılması yine
de mümkün olmayabilir.”
Her ne kadar “Bi’t-tecrübe sabittir” demiyorsa
da, kendisinin de anlamamış olması yüzünden böyle konuştuğunu düşünmek mümkün.
*
Tabiî bir de İbn Arabî’nin açık çelişki ve tutarsızlıkları var.
Bunlara da “Farklı mertebe ya da makamlardan konuşuyor” kılıfını uydurmuşlar.
Yani kusuru kendinizde arayacaksınız. O mertebe ve makamda olmadığınız için anlayamıyorsunuz.
Ancak, bu akılsız tevil, saf
ve pür saçmalık ve zırvadan başka
birşey değil..
Som demagoji, mugalata ve kelime oyunu..
İnsan, kendisini aldatmak istediği zaman bahane bulmakta zorlanmayan bir canlı türü..
*
Tahralı’nın aklının ermediği husus şu:
Farklı mertebeler arasında
(eğer bu mertebe iddiası dikkate alınacaksa) farklılık meydana
gelebilir, fakat bunlar birbiriyle çelişki ve tenakuz sergileyemezler,
birbirlerini tamamlama dışında bir ilişki
içinde olamazlar..
Mesela havf ve recayı
(korku ve ümidi), farklı bir mertebe için heybet ve üns olarak
adlandırabilirsiniz. Bunlar belirli ölçüde farklılık da gösterebilir, fakat
birbirleriyle çelişen şeyler haline gelemezler.
Şeriat, tarikat, hakikat, zahir ve batın ilişkileri
de böyledir. Bunların farklılık göstermesi başka birşey, çelişkili olması başka birşeydir.
Çelişki varsa, ikisinden biri batıl demektir.
Mesela Şeriat, zahire
bakar. Bu yüzden, bir münafığa da müslüman muamelesi yapılır. Hakikat noktasından ise münafık, kâfirin ta
kendisidir. Fakat, burada Şeriat ile hakikat çelişmez, çünkü münafığın münafıklığı
amelinde değil, niyetinde ortaya çıkar. Münafığın
gizlediği bozuk niyeti ise, sadece hakikat noktasından
değil, Şeriat açısından da batıldır.
Yani niyeti Şeriat mertebesinde hak,
hakikat mertebesinde ise batıl olmaz. Her ikisine göre de batıldır. Münafık,
gerçek niyetini izhar edip ortaya koyduğu anda Şeriat‘in
hükmü ile hakikat birleşir.
“Münafıklar sana geldiklerinde ‘Şahitlik ederiz ki sen Allah’ın
peygamberisin’ derler. Allah da biliyor ki sen elbette, O’nun peygamberisin. Ve
Allah, münafıkların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder.” (Münafikûn,
63/1)
*
İbn Arabicîlerin bu “münafıkça”, “râinâ” vezninden
(Bakara, 2/104) mertebe anlayışı bir kelime
oyunu, demagoji ve mugalatadan ibaret..
Akılsızlık, tenakuz ve çelişkiyi mübah sayan bir mertebe anlayışı ile her küfür sözü alıp başlarına tac ediyor,
edebiliyorlar.
Bu ibahacılık/ibahiyecilik,
bu sapıklık, amel noktasındaki
ibahacılıktan fazla birşey..
Bu, itikadî ibahacılık..
Birileri, “Biz öyle bir makama ulaştık
ki, zina vs. herşey bize helal, zahir âlimleri, Şeriatçılar bunu
anlayamaz” diyor.. (Ki Türkiye’de böyle konuşan sapık şeyh taslaklarının mevcut olduğunu okuyup
görüyoruz. Özellikle de Odatv gibi
karanlık odaklar bunlara mal bulmuş Mağribî gibi sarılıyorlar.)
Berikiler de, “Biz öyle bir makamdan ve mertebeden konuşuyoruz ki, her küfür söz bizim için mübah, hatta mübarek.. Sizin
aklınız yetmiyor, anlayamıyorsunuz” diyorlar.
Farklı mertebeden,
değişik makamdan bir sapıklık..
*
Tahralı’nın şu ifadeleri ise, İbn Arabî’nin
düşüncelerinin akılla tümden alâkasız olduğunu
gösteriyor:
“Daha önce de işaret ettiğimiz gibi,
şerh esnasında bir çok kere belirtildiği üzere, tasavvuf ehli “vücûdun birliği“ne istidlal, yâni akıl yürütme ve muhakeme yoluyla değil, kelime-i
tevhîd zikri ve mevzu ile alâkalı âyetler üzerinde mânevi tefekkür ve uzun yıllarını verdikleri seyr
ü sülük neticesinde bir “keşf” ve “müşahede”
yoluyla ulaşmışlardır. Akıl yürütmek suretiyle sonradan “varlığın birliği”ni
anlatışların mevcudiyeti, yâni vahdet-i vücûd doktrininin aklî kalıplarla ifâde edilmesi –ki bu tam ve doğru bir şekilde her zaman mümkün olmamaktadır–
sûfîlerin de bu görüşe aklî bir muhakeme neticesinde
ulaştıklarını kanâatini vermemelidir.”
Yani işin içinde akıl yok.. Ve, “aklî kalıplarla”
ifade de “her zaman” mümkün değil..
Tabiî, bu “her zaman” kaydı da
akılsızca bir kayıt.. Bazen mümkün
oluyorsa sorun yok demektir..
Manevî tefekkür lafı da bir başka garabet.. Ya
da icat.. Canlı mı cansız mı, yenir mi yenmez mi?.. Şuna sadece keşf deyip
geçsene!
*
Ancak, işi akıl dışı keşfe bağladığınızda,
keşfinizin akıl dışılığını bile keramet diye
yutturmaya kalkıştığınızda, iş Kur’an‘ın
akletme emrine gelir dayanır.
Allahu Teala insana akıl vermiş,
bu akılla onu hayvanata üstün kılmıştır.
İnsan olmak, akıl sahibi olmaktır,
(gerçek veya sözde) keşf sahibi olmak değil.
Aklı olmayan, aklını kullanmayan, aklı devre dışı
bırakarak kanaat sahibi olan, hayvandır.
Eğer salt müşahede yeterli olsaydı, aklın önemi
bulunmasaydı, hayvanlar (saf akıl demek olan) meleklerden üstün olurdu.
Ya da, meleklerin hayvanlara bir üstünlüğü kalmazdı.
*
Akılla çelişen bir inancın ve keşfin hiçbir kıymeti
yoktur.
Cehennemlikler, “Peygamberleri dinleseydik
(doğru habere tabi olsaydık) ya da akletseydik burada olmazdık” (Mülk,
67/10) diyecekler, fakat, “Allah bizi keşf sahibi
kılsaydı….” demeyecekler.
Allahu Teala, aklını kullanmayanları murdar kılar.
Aklını kullananları değil..
“Yine şöyle
derler: Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık,
şu alevli ateştekilerden olmazdık.” (Mülk, 67/10)
“Allah’ın izni
olmadan hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanmayanları (böylece)
murdar kılar.” (Yunus, 10/100)
*
Söz konusu sözde incelemesi, Tahralı efendinin de ilim, irfan ve zekâ bakımından pek parlak durumda
olmadığını belgeliyor. Unvanı prof., fakat kendisi geçmişin hakiki ulemasından
icazet alamazdı.
Şöyle diyor:
“A. Avni Konuk Bey Şuayb Fassı’nın
şerhinde (s. 53) şöyle demektedir:
“Zikr olunan maârif ve hakâyık mahsûl-i
fikir ve nazar değildir. Belki Cenâb-ı Şeyh
(r.a.)’in keşf ile muttali’ olduğu maârif-i ilâhiyyedir ki, bu
maânî-i latîfe hurûf ve zurûf kisvesiyle âlem-i his ve şehâdete ihrâc buyrulmuş
ve erbâb-ı fikri îkaz için ityân olunmuştur.”
“Benzeri ifâdeler için burada bkz.
s. 84-87.”
Birileri
“İbn Arabî tefekkürü”nden söz ediyor, ahmak şarihler
kafilesinin pişdarı Ahmed Avni Konuk ise
“Bunlar mahsul-i fikir, yani tefekkür
ürünü değil” diyor.
Yazılanlar keşf ürünü maarif-i ilahiyyeymiş de, tefekkür ehlini ikaz için dermeyan edilmişmiş..
İlahiyyeymiş…
Hadi ordan dangalak!
Tefekkür mahsulü ve de nazariye mi, yoksa keşf ürünü
maarif-i ilahiyye mi, daha buna bile karar verememiş, bunlar arasındaki farkı
bile anlayamamış sığlara düşen, haddini bilip edeple susmaktan başka birşey
olamaz.
*
Tahralı, İbn Arabî’yı savunma sadedinde meşhur
mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevî‘den bir alıntı
da yapıyor.
Oradaki bir cümle şöyle:
“Ve onu inkâr eden kimsede hakîkat-i
velayet yoktur. Nitekim ba’zı ehl-i küşûftan
(keşifler ehlinden) dahi ta’n (kötüleme) vâki’ olmuştur. Velâkin keşfi dürüst olmadığındadır…. keşf-i sahîh (doğru keşif)
olmadığındandır….”
Aptalca laf yığını..
Demek ki “dürüst/sahîh/doğru” olmayan
keşf de varmış.. Yani yanlış keşf, hatalı keşf..
(Bursevî’nin kafasının çalışmadığı şurdan belli:
Sözünü ettiği keşf sahiplerinin keşflerinin sahih olmadığını ancak kendi
keşfine dayanarak söyleyebilir.. Peki, kendi keşfinin sahih olduğunun garantisi
nedir?!)
*
Yeri geldiği için
söyleyelim, Ehl-i Sünnet itikadına, Ehl-i Sünnet’in epistemolojisine (bilgi anlayışına) göre keşf, bilgi edinmenin yollarından kabul edilmez.
Sahih bilgi şu üç kaynağa ya da vasıtaya, “akıl”, “sağlam
duyular” (yani beş duyu ürünü müşahede/gözlem) ile “doğru haber”e
dayanır.
Bundan dolayı, Ehl-i
Sünnet’in varlık/vücud anlayışı, yani ontolojisi, keşfe itibar
etmez.
Çünkü keşf, Bursevî’nin
de söylediği gibi, doğru ya da hatalı olmaya açık, objektif bir kıstasa sahip
bulunmayan indî bir alandır.
Zahirî delillere dayanan hatalı bir müçtehid, içtihada ehil olduğu
ve delillere dayanarak aklıyla bir sonuca vardığı için,
hatasına rağmen sevap alır. Ve ona tabi olan bir mukallid de, taklidi (veya ittibaı) nedeniyle günaha girmiş olmayabilir. Fakat keşfte, içtihadın aksine,
kendisine dayanılan herhangi bir delil yoktur.
Bu yüzden, keşf ü keramet
iddiasındaki birilerinin keşf ürünü olduğu söylenen iddialarını, zahire
mutabık olup olmamasına bakmaksızın kabul edenler, mezhep
mukallidlerinin/izleyicilerinin aksine mazur olmazlar.
Keşf iddiası, (kesin delil
sağlayan) “akıl, sağlam duyular ve doğru/sahih haber” karşısında hükümsüzdür.
*
Evet, Bursevî’nin yukarıya
aldığımız sözü, kafasının yeterince düzgün çalışmadığını gösteriyor.. Abid ve geniş malumat sahibi
birisi olabilir, fakat “fakih”
değildir.
İbn Arabî’nin keşiflerinin değil de, onu kötüleyen
ehl-i keşfin keşiflerinin hatalı olduğunu
size kim söyledi?
Kur’an‘dan sonra beşinci bir kitap indi de
orada İbn Arabî’nin keşiflerinin doğru olduğu, maarif-i ilahiyyeye karşılık
geldiği mi bildirildi?
Eğer iki farklı keşif varsa
ve bunlar birbiriyle çelişiyorsa ya ikisi de yanlıştır, ya da biri doğru diğeri
yanlıştır.
Bu durumda hangisinin doğru olduğuna artık keşfle değil, onu aşan bir hakemin
hükmüyle karar verebiliriz.
İşte o hakem, akıl ve sahih nakildir, yani doğru haberdir.
İbn Arabî’nin ta’n (kötüleme) konusu yapılan
zırvalarına gelince, bunlar hem akla aykırıdır, hem de sahih nakille
çelişmektedir.
Hatta, İbn Arabî, bile bile, (Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Ömer Nasuhi Bilmen gibi alimlerin de vurguladığı
üzere) ibarelere dil kurallarına aykırı manalar verecek kadar ölçüyü kaçırmış bir
şarlatandır.
Ak’a kara diyebilmiştir.
*
Tahralı’nın akıl ve keşf meselesini
kavrayamamış olduğu görülüyor.
“Zahir” ile “bâtın” ayırımı
bir bakıma “akıl” ve “keşf” sahalarının
ayırımı demektir. Aklın muhakeme ve istidlal yoluyla
idrâk ettiği zahir bilgiden ayrı olarak, keşf ile idrâk edilen bir de “bâtın” bilgi olduğu sûfîlerce dâima ifâde
edilmiştir. Umumiyetle Kur’ân’ın bir “zahir” bir de “bâtın”ı olduğu kabul
edilmekle beraber, âyetlerin hepsinin aynı ölçüde ve kolayca akıl ile idrâk edilemediği bilinmektedir.
İbnü’l-Arabî bunu şöyle ifâde etmektedir: “Peygamberlerden daha akıllı
yoktur. Muhakkak ki onlar, ilâhî haberden getirdikleri şeyi getirmiştir. Buna
göre de aklın isbât ettiği şeyi isbât ettiler. Ayrıca aklın
yetişemediği ve kendi kendine imkânsız görerek tecellîde kabul ve
ikrar ettiği hakîkati de ilâve ettiler. Şu halde akıl, tecellîden
sonra, kendi nefsiyle başbaşa kalınca gördüğü şeyde hayrete düşer.” Bu
cümlede, naslarda aklın idrâk ettiği şeyler olduğu gibi, akıl-üstü olan, ancak tecellî sayesinde
kavranabilen şeyler de bulunduğu belirtilmektedir. A. Avni Konuk Bey bu cümleleri şöyle
açıklamaktadır. Resullerin getirdiği haberlerde üç şey vardır:
1. Aklın isbât ve kabul ettikleri 2. Aklın idrâkinde
müstakil olmadığı şeyler ki, bunlar “teşbih” ile ilgili âyet ve hadislerdir.
Akıl bunları muhal görmemekle beraber idrâk
etmekte müstakil değildir. 3. Aklın nazarî delîle muhalif gördüğü için muhal olduğunu söylediği şeyler ki, bunları
ancak “tecellî” netîcesinde kabul eder . Âyet ve hadîsleri böyle üç kısımda
mütâlâa eden mutasavvıflar, aklın birinci kısma giren haberlerde yeterli
olabileceğini, ikinci ve bilhassa üçüncü kısma giren haberlerde “aklı aşan” hattâ “aklın muhal gördüğü” hususlar
olduğunu, bunların ise ancak Hak’tan gelen tecellî ile keşfen anlaşılabileceğini
belirtmektedirler. Fusûsu’l-Hikem‘de
bahis mevzuu olan âyet ve hadislerin, daha çok ikinci ve üçüncü kısımdakiler
olduğu görülmektedir. Bu ikinci ve üçüncü kısım haberlerin “tecellî” yoluyla
idrâkinden sonra, birinci kısımdakilerin de bu idrâk ile anlaşılarak “kalb”in
önüne yepyeni idrâk ve marifet ufukları açıldığı ve bu mânâlar karşısında aklın “hayret’e düştüğü ifâde edilmektedir, idrâk
edilen yeni mânâlar ışığında ilâhî haberleri yorumlayan sûfîler, nasların umûmen
ve ilk nazarda anlaşılan “zahir” mânâsına ilâve olarak, “bâtın” denilen mânâsını da idrak ettiklerini
söylemektedirler. Onlara göre “bâtınî” mânâ, “zahirî” mânâyı red ve inkâr
etmeksizin kabul edilir.”
Böyle söylüyor, fakat durum farklı, bazen birilerinin
ortaya attığı batınî mana, zahirî manayı maalesef red ve inkâr ediyor.
Evet, batınî manalar, duruma göre, zahirî manayı red
ve inkâr etmeksizin kabul edilebilir, fakat her batınî mana kabul edilmez.
Zahirî manayı red ve inkâr etmese bile…
Alıntıladığımız bu pasajı baştan alalım.. Tahralı‘nın yazdıkları tümden yanlış değil, fakat
meseleyi tam anlayamamış ve eksik naklediyor..
Bir defa, “Aklın muhakeme ve
istidlal yoluyla idrâk ettiği zahir bilgiden ayrı
olarak, keşf ile idrâk edilen bir de bâtın bilgi olduğu
sûfîlerce dâima ifâde edilmiştir” şeklindeki ifade, herkesin
bildiği sıradan bir bilgidir. Önemli bir buluş değildir.
Aklın alanını bilen herkes bunun böyle olduğunu anlar
ve bilir.
*
“Akıl”, ancak birşeyin vacip (zorunlu), mümkün (olabilir) veya muhal (imkânsız) olup
olmadığı konusunda hüküm verebilir. Bunun ötesi “sağlam duyular”ın ve “doğru haber”in alanına
girer.
Mesela, akıl, Dünya denen gezegen dışında uzayda yaşam bulunup
bulunmadığı konusunda sadece bunun vacip, mümkün veya muhal olup
olmadığı hususunda söz söyleyebilir.
Aklın bu konuda vereceği hüküm, mevcut şartlarda, şundan ibarettir: Mümkün (olabilir).
Akıl, bu noktada ne vacip diyebilir, ne de muhal.
Fakat, birtakım astronotlar gönderilip de onlar uzayda
başka canlılar görürlerse, Dünya dışı canlıların varlığı,
bu müşahede (gözlem, tanıklık, maddî keşf) ile (yani “sağlam
duyular” vasıtasıyla) isbat edilmiş (sabit olmuş, sübut bulmuş) olur.
Ancak bu maddî keşf, sadece o
astronotlar için bir keşftir.
Bizim içinse, ancak “doğru haber”e
karşılık gelir.
Şayet, bu haberi veren astronotların sayısı, yalan üzerine birleşemeyecek bir topluluğun haberine
dönüşürse, yani mütevatir haber halini alırsa,
bu haberin doğruluğu bizim açımızdan da kesinleşir.
Sadece bir iki astronotun haberi olarak kalırsa,
astronotların şahsiyetine bağlı olarak bu haber belki sahih/doğru kabul
edilebilir, fakat yine de, “kesin doğru”
kategorisine girmez.
Çünkü “kurgu” ihtimali varlığını
her halükârda sürdürür. Özel olarak bir stüdyoda çekilmiş görüntüler haber diye
servis edilmiş olabilir.. (Siyasetçilerin vs. söz konusu astronotları tehditle vs. yanlış beyanda bulunmaya zorlamış olmaları ihtimali akla gelebilir.)
Kesin doğru bilgi, ancak
hem delilin sübutunun (sabit
oluşunun, varlığının, isbatının) kesin, hem de “delilin delaleti”nin kesin oluşuyla (başka ihtimale kapalı oluşuyla) ortaya çıkar.
Akıl ile maddî keşif (gözlem/müşahede) arasındaki ilişkinin
mahiyeti bu olduğu gibi, akıl ile manevî keşif arasındaki
ilişki de böyledir.
Akıl, manevî keşif konusu
olan şeyler hakkında ancak vacip, mümkün veya muhal hükmünü verebilir.
Fakat, mümkün kategorisine giren herşey fiilen mevcut (vaki) olmayabilir.
Uzayda yaşam, aklen mümkündür. Fakat mümkün
olması, mutlaka mevcut (vaki) olması anlamına gelmez.
*
İmdi, birisi şayet bir keşif ve
tecellî iddiasında bulunursa, onun akıl çerçevesindeki konumuna bakılır. Muhal kategorisine giriyorsa, reddedilir.
Mesela adam, keşif sonucu
haşa iki tane Allah bulunduğunu anlamış olduğunu söylerse, aklen muhal birşeyi ortaya atmış olur. Bu, sadece
peygamberlerin getirdiği doğru habere (vahye) değil, akla
da aykırıdır.
Aklen muhaldir,
imkânsızdır.
Benzer şekilde, diyelim ki adam, Peygamber Efendimiz
s.a.s.’den sonra yeni bir peygamber gelmiş olduğunu keşfine dayanarak iddia etti..
Yeni bir peygamber gelmesi, aklen mümkündür. Fakat bu, daha önceki kesin doğru habere
aykırıdır.
Dolayısıyla, söz konusu keşf ürünü iddia batıldır,
geçersizdir.
Ha, ortada gerçekten bir manevî keşf bulunuyor olabilir,
fakat bu sahih olmayan, şeytanî bir hatalı keşftir.
Bir de, İbn Arabî gibi
zerzevatın ve herzevekillerin “kendilerini evliyanın sonuncusu”
ilan etmesi türünden keşfimsiler var.
Bunlar da, vakıaya aykırı olduğu, İbn Arabî angutundan sonra gerçekten pekçok velî yetişmiş olduğu için (Popper gibi konuşmak gerekirse) maddî keşf ile “yanlışlanmış” durumdadır.
Zampara şarlatanın "evliyanın sonunculuğu" keşfi, "doğru haber"le de çelişmektedir.. Hadîs-i şerîfler, Deccal çıkıncaya kadar hak üzere olan ve Allah yolunda cihad eden Allah dostlarının (evliyanın) mevcut olacağını bildiriyor.
Bu zampara şarlatan evliyanın sonuncusu ise, "Mehdî-yi Muntazar" ne peki?!
*
Bir de, mazanneden (velî olduğu zannedilen salih insanlardan) rivayet edilen geleceğe yönelik keşfler vardır.
Bunları, zahirî bilgiye
aykırı olmamak şartıyla kabul veya reddetmek insanın imanına
zarar vermez.
Mesela diyelim ki velî olduğunu düşündüğümüz (ve belki gerçekten velî olan) biri Mehdî‘nin 2130 senesinde çıkacağını söyledi.
Doğru olması mümkündür. Ancak,
doğru olup olmadığı, o tarih gelmeden kesin olarak
söylenemez.
Kabul edip etmemek sizin paşa gönlünüze kalmıştır.
Söz konusu haber, vakti geldiğinde doğru çıksa bile,
sizin daha önce kabul etmemiş olmanız, size manen zarar vermez.
Mehdî ile ilgili keşflere itibar
etmekle değil, çıktığı zaman Mehdî’nin taraftarları arasında yer almakla
sorumlusunuz.
*
Ahmed Avni Konuk’un “Aklın nazarî delîle
muhalif gördüğü için muhal olduğunu söylediği şeyler ki, bunları
ancak ‘tecellî’ netîcesinde kabul eder” şeklindeki ifadesine
gelelim.
Bu ifade, Ahmed Avni Konuk’un da meseleyi tam
anlamamış (daha açık konuşalım, kafasız biri) olduğunu gösteriyor.
Akıl bazen, nazarî delile
muhalif gördüğü için değil, fakat fiilen mevcut olduğuna sağlam duyularla ve doğru haberle vakıf olunmadığı için, birşeyin
mevcut olmadığına hükmedebilir.
Mesela, akıl, yine Popper üzerinden
gidersek, “Dünya’da siyah kuğu yoktur” hükmünü verebilir.
Bu, muhal oluşuna
dair bir hüküm değildir.
Akıl değil, ancak akılsızlık, “Dünya’da siyah kuğu bulunması muhaldir” diyebilir.
Akıl ancak, Dünya’da hiç siyah kuğu bulunmadığı bilinse bile, “Mümkündür, fiilen vaki değildir” diyebilir. “Aklen mümkündür” hükmü bâki kalır. Yani akıl, esas itibariyle
mümkün olan birşey için hiçbir şekilde muhal hükmünü
vermez.
Anlaşıldığı kadarıyla, Ahmed Avni Konuk nazarî
delil denilen şeyin ne olduğunu da anlamamış.
Kafası yeterince çalışsaydı zaten İbn Arabî’nin kitabı
için ömrünü heder etmezdi.
*
Yukarıda alıntıladığımız pasajda bir de İbn Arabî zamparasının, “Şu halde akıl, tecellîden
[manevî müşahededen, keşften] sonra, kendi nefsiyle başbaşa kalınca gördüğü
şeyde hayrete düşer” şeklinde bir ifadesi var.
İmdi, şu dünya hayatı aslında hayret edilecek şeylerle dolu.. Hayret
etmeyişimiz, bebeklikten itibaren onları müşahede etmiş
ve alışmış olmamızdan kaynaklanıyor.
Mesela, suyun ve toprağın çeşitli renklerdeki türlü türlü meyve, sebze,
tahıl, ot ve çiçeğe dönüşmesi, şaşılacak birşeydir.
Mesela, insanın ve hayvanların çoğalma şekli ve
aşamaları hayret verici birşeydir.
İnsanın ihtiyaçları ve bedensel yapısı ile Dünya’daki
çevre koşullarının birbirine tıpatıp uygunluğu çok tuhaf birşeydir.
Herşey, baştan beri öyle gördüğümüz, aklımızın
yetersiz olduğu bebeklik ve çocukluk çağımızdan itibaren bunlara alıştığımız
için bize normal geliyor.
Sofie’nin Dünyası kitabından
bir örnekle konuşmak gerekirse, şimdi uçan, havada
yürüyen bir insan görsek, hayret ederiz. Fakat, bütün insanlar böyle olsaydı,
çocukluğumuzdan itibaren buna şahit olmuş bulunsaydık, buna şaşırmazdık.
Uçamayan insanların “sakat, engelli” olduğunu
düşünürdük.
İki ayak üzerinde sarsılmadan yürümek, koşmak bize
normal geliyor, fakat şaşırtıcı birşey..
Görmek; elimizi uzatamadığımız, gidemediğimiz
ufukların, dağ doruklarının, milyarlarca ışık yılı uzaktaki yıldızların
gözümüzün içine sığması hayret verici
birşey..
*
İmam Gazzalî, birey olarak Allahu Teala’nın
bizim hepimize vermiş olduğu nimetleri, sırf herkeste bulunduğu için önemsiz
saydığımızı, değerini anlayamadığımızı söyler.
Böylece insan, sadece başkalarında
bulunmayan şeyleri önemsemeye başlar. Mesela, makam, mevki,
zenginlik herkeste her zaman ve eşit seviyede bulunmadığı için bunlar
önemsenir.
Fakat, gözün kıymetini, onun ne kadar hayrete şayan bir nimet olduğunu, sonradan gözünü
kaybeden dışında genelde kimse anlamaz. Yürüyebilmenin ne büyük nimet olduğunu,
yatalak hale gelmedikçe insan idrak etmez. Ve şükretmek aklına
gelmez.
Manevî tecellî ve akıl meselesi de böyle..
Aklın buradaki hayreti, akıl
açısından bir kusur değildir.
Gerçi buna aklın hayreti denilebilir mi, o da
tartışılır. İbn Arabî gibilerin bu tür (aslında önemsiz) ifadeleri, okurları
aklı değersiz ve yetersiz görmeye yöneltmemelidir.
*
Prof. Mustafa Tahralı, Fûsusu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi‘nin başında yer
alan sunuş yazısında şunu da diyor:
“Onlara {sufîlere] göre “bâtınî” mânâ, “zahirî” mânâyı red ve inkâr etmeksizin
kabul edilir. Kula şer’î bir mükellefiyet yükleyen nasların bâtınî mânâsı
kat’iyyen zahirde anlaşılan mânâyı nakz ve ibtâl etmez.
Bâtınî mânâ zahirde anlaşılan “hükm”e paralel olarak
verilir, o hükmü te’yid eder veya marifet
bakımından bir başka planda yeni bir mânâyı ortaya kor. İbnü’l-Arabî ve benzeri
sûfîleri “Bâtınîlerden ayıran en önemli fark, zahir tefsîri kabul etmeleridir”.”
Zahirde anlaşılan manayı nakz ve iptal etmeyen, bozup
ortadan kaldırmayan, ona paralel olan, hatta onu teyit eden bir batınî manaya kimsenin itirazı olmayabilir.
Ancak, İbn Arabî’nin icat ettiği batınî manaların
hepsi için bunları söylemek mümkün değil.
Mümkün olmadığı için Tahralı gibiler mertebe ve makam farklılığı diye (kerameti
kendinden menkul) bir hurafe uyduruyorlar.
Uydurmak zorunda kalıyorlar.
Çünkü ortada bir paralellik veya teyit yok, nakzetme ve iptal var.
Öyle olmasaydı, Tahralı gibilerin “mertebe ve makam”
uzun havası okumalarına gerek kalmayacaktı.
Bu mertebe ve makam farklılığı bahsine Tahralı şu
şekilde girmiş:
“Bir şeyin birbirine “hakîkaten” zıt olabilmesi, bir tenakuz meydana getirebilmesi ve neticede iki zıt
hükümden sâdece birinin doğru olabilmesi, birinin diğerini nakz edebilmesi,
ancak iki şey aynı “plan”da ele alındığı takdirde mümkün olur.
Bir misalle bunu şöyle anlatabiliriz: Bir yolda A yönünden B yönüne gitmekte
olan bir araba ile, aynı yoldan, fakat B yönünden A yönüne
yüksekten uçmakta olan bir kuşun çarpışması
düşünülemez. Zîrâ gidiş yönleri zıt olmakla
beraber, seyirlerin plân ve seviyeleri aynı değildir. Biraz
ileride üzerinde bir kaç misalle duracağımız mutasavvıfların ifâdelerindeki bu
zıtlıklar, dil mantığının verdiği “lafzî” zıtlıklar olup “hakîkî” yâni tam
mânâsı ile her yönden, her vecihden, her bakımdan bir zıtlık değildir.”
“Tam mânâsı ile her yönden, her vecihden, her bakımdan
bir zıtlık” var mı yok mu, onu örneklerden anlayacağız,
fakat önce bu arabanın yolda gidişi ile kuşun havada uçuşu örneği üzerinde
durmak gerekiyor.
İmdi, bunlardan biri A yönünden B yönüne, diğeri ise B
yönünden A yönüne gidiyor. İstikametleri zıt
mı?
Zıt!
Ve bu zıtlık, “lafzî” midir
yoksa “hakikî” mi?
Buz gibi hakiki işte!
Şimdi sen, “Seyirlerin plan ve seviyeleri
aynı değil, farklı, dolayısıyla istikamette zıtlık aramayalım” diyebilir
misin?
Kör müsün, yoksa beyinsiz misin, istikametleri zıt işte!..
*
Tahralı, zırvalarına şu şekilde devam ediyor:
“Tasavvuf ehli gerek “vücûd”
bahsinde gerekse diğer mevzularda, dâima bir “mertebe”, “derece” veya
“makam” itibariyle söz söylemekte, göz önünde bulundurduğu
“mertebe”ye veya bizzat içinde bulunduğu “makâm”a göre konuşmaktadır. Farklı
mertebe ve makamlardan söylenen sözler karşı karşıya konulunca veya sözü
söyleyen ikisini bir arada söyleyince bir zıtlık ortaya
çıkmaktadır. Fakat bunlar bir şârih tarafından veya mânânın alâkalı olduğu
“mertebe”yi bilen bir okuyucu tarafından “mertebe “sine nakledilince zıtlık
ortadan kalkmaktadır.”
Bunlar boş sözler..
Evet, bazen farklılık ortaya
çıkabilir, fakat zıtlık ya da tezat ortaya
çıkmamalıdır.
Allahu Teala şöyle buyuruyor:
“Hâlâ Kur’an üzerinde gereği gibi düşünmeyecekler mi?
Eğer o, Allah’tan başkası tarafından gelmiş olsaydı onda birçok tutarsızlık
bulurlardı.” (Nisa, 4/82)
Tahralı’nın yukarıdaki ifadeleri, sufîlerin
sözlerine Kur’an muamelesi yapmak,
onları Kur’an mertebesine
çıkarmak demektir.
Sufî de insandır.. Haşa, Allah (c.c.) değildir.
Dolayısıyla çelişkili de konuşur, günah da işler, saçmalar da..
Sufînin de doğrusuna doğru, yanlışına yanlış der
geçersin.
İlla da sufîyi haşa Allahu Teala gibi yanılmazlık
mertebesine yahut sözü vahiy olan peygamber gibi masumiyet ya da mahfuziyet mertebesine çıkarmak
zorunda değilsin.
Hz. Ali k. v. “Hakkı kişilere göre tanıma, hakkı tanı, ehlini de tanırsın” demiştir.
Hak, ne şuna ne buna, ne de sufîye göre tanınır.
Tahralı’nın yukarıdaki zırvası, sufîleri haşa Allahu
Teala’nın makamına yüceltmektedir.
Tasavvuf meraklısı taifenin ayaklarının kaydığı yerlerden birisi işte burası..
*
Tahralı, sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Bahsetiğimiz bu zıtlıklar mertebe
ve makam belirten muhtelif terimlerle ifâde edilmektedir. Zâhir-bâtın, şerîat-hakîkat,
fark-cem’, sahv-sekr gibi. İbnü’l-Arabî‘nin
şu ifâdelerindeki “ben O [o’yum] ve O benim”, “ben O [değilim] ve O ben değilim [değil]”; “Hak halk, halk Hak’tır” “Hak halk değil ve halk da Hak
değildir” zıtlıkları gibi. Bu cümleler ve benzerlerinde görülen
zıtlığın gerçek bir zıtlık olmadığı, fakat farklı “mertebe”lere göre söylenmiş olduğu şerh
esnasında yeri geldikçe açıklanmıştır. “Zahir”, “şerîat” veya “fark” denilen
mertebelere göre “Hak halk değildir“; “bâtın”, “hakikat” veya “cem'” denilen mertebelere
göre “halk Hak’tır“. Yâni vahdet-i vücûd anlayışına göre, bu
mertebeler bakımından, “halk”ın bâtını ve hakikati Hak’tır. Mes’ele iki ayrı
plandan, mertebeden veya makamdan ele alındığı için, hükümler arasındaki zıtlık
her bakımdan, her yönden, her itibarla değildir; sâdece “lafız” bakımındandır. Şu halde tam manâsıyla zıt ve
mütenâkız bir ifâdenin var olduğunu söyleyebilmek için, sözün aynı mertebeden söylenmiş olması lâzımdır.”
Gerçek bir zıtlık değilmişmiş..
Bunlar da gerçek bir zıtlık değilse, zıtlık nasıl birşeydir?
Hem, “Hak halktır, halk da Hak’tır”
diyor, hem de “Hak halk değildir, ve halk da Hak değildir”
diye konuşuyorsun.
Ve İbn Arabîci geri zekâlılığa göre bu, çelişki
değil..
Bu kadar açık bir çelişkiyi bile yok sayan bir akıl ve
mantık eksikliği ile neyi nasıl konuşup tartışabilirsiniz?!
İbn Arabî’nin yukarıdaki çelişkili sözlerinden biri doğru, diğeri ise
yanlış..
Açıkçası, yanlışın da ötesinde, küfür (hakikati
“örten” söz)..
Adam “Hak halktır, halk da Hak’tır”
diyerek halt etmiş, küfür söz söylemiş, sen de buna bir mertebe kulpu ya da
kılıfı uydurmaya çalışıyorsun.
Ve tutup ” … ‘bâtın’, ‘hakikat’ veya
‘cem’ denilen mertebelere göre ‘halk Hak’tır’” diyorsun.
Tahralı’nın sözleri Türkçe.. Fakat “mücmel”..
Çünkü “halk”tan neyi kastettiği açık değil..
Halktan, yaratılmış olan insanların mı yoksa “yaratma”nın mı kastedildiği belli
değil.
Yaratma anlamında “halk”, elbette haktır, fakat el-Hak
değildir.
Ayrıca “hak” kelimesinin anlamı da (Tahralı’nın
tercümesi çerçevesinde) belirsiz..
Aynı “anlamsızlığın”, ibarelerin Arapçası için de söz
konusu olduğu kesin.
*
Halk zahirde de batında da, şerîatte de hakikatte de,
farkta da cemde de Hak (el-Hak)
olamaz.
Böyle bir batın, hakikat ve cem anlayışı, sapıklığın
daniskasıdır.
Batın, zahiri tersine çeviremez.
Mesela, zahirî temizliği ele
alalım.. Necasetten, yani insan pisliğinden temizlenmek (taharet), zahirî (dışsal) temizliktir.
Batınî temizlik ise riya, haset, kibir,
cimrilik vs. gibi kötü huylardan kurtulmaktır.
Sen tutup batınî temizlik “mertebe”sinde necaseti zemzem ya da yağmur suyu gibi temiz ilan
edemezsin.
“Necaset, temizdir;
Şeriat’e göre pis, fakat hakikat mertebesinde
temizliğin ta kendisi” diyemezsin.
Zahirde küfür olan söz
ve inanç, batında iman haline gelmez.
*
Daha garibi, Tahralı gibilerin, İbn Arabî sevdası
yüzünden, şirke (ya da cehalete) bulaşmış bir inancı “kemal” ya da “kâmil insan olma” kabul etmeleridir.
Yukarıya aldığımız ifadelerinin devamı şöyle:
“Burada şu suâl hatıra gelebilir:
Mademki iki ayrı mertebeden birbirine lafzen zıt hüküm
vardır, insan bu hükümlerden hangisini tercih edecektir? Gerek Fusûsu’l-Hikem ve gerekse şerhteki ifâdelerden
anlaşılan şudur ki, bu iki uçtan sâdece birini tercih yoktur.
İnsan ikisini birlikte idrak etmek, gerçekleştirmek ve yaşamak durumundadır;
onun kemâli bundadır.”
Evet, bu da bir kemâldir.. Dangalaklıkta kemal..
Sadece İbn Arabî değil,
onun zırvalarına tevil üretme meraklısı şerhçiler de akıl ve izanı atmış, hamakati
seçmişler.
Adamlara hak olan sözler
yetmiyor, illa da yanına batıl ve zırva
ifadeleri katacaklar, onları (sözde) idrak edecekler, gerçekleştirecekler, yaşayacaklar, ve
böylece kemale ulaşacaklar..
*
Öyle anlaşılıyor ki, zampara İbn Arabî şarlatanı, hak olan
sözleri, batıl sözlerini revaçta tutmak için “yem” ya da
“tuzak” olarak kullanmış..
Ve böylece, Tahralı’nın şu ifadelerinde kendini
gösteren durum ortaya çıkmış:
“… Bu birbirine zıt ifâdelerden
yalnız biri, bilhassa “hakîkat” mertebesinden söylenilenler, zıtlığın diğer
kanadından tecrîd edilip göz önüne alınırsa -veya okuyucu sâdece, içinde bulunduğu, “fark”,
“zahir” ve “şerîat” mertebesine göre zıt gördüklerini bir araya
getirirse-, târih boyunca aşırı muarızlarının yaptığı gibi, İbnü’l-Arabî ve
benzeri ifâde kullanan sûfîler “tekfir” edilme yoluna
gidilmektedir. Bu zıt ifâdelerin diğer kanadı, yâni “zahir” ve “şerîat”
mertebesinden söyledikleri göz önüne alınarak İbnü’l-Arabî müdâfaa
edilebilmektedir.”
Cem, batın ve hakikat mertebeleri
adamların tapulu malı..
Başkası oraya yaklaşamıyor..
Mesela ashab, bu
mertebelere ulaşamadığı için bu tür zırvaları üretmemiş, üretememiş..
Onlar kâmil değillermiş, kemâl sahibi olamamışlar.
Kemâl ile tanışmak için zampara İbn Arabî soytarısının gelmesini beklememiz
gerekmiş.
*
Tahralı, illa da İbn Arabî’ye arka çıkacak ya, şunları
yazmış:
“Bu zıt ifâdelerin mevcudiyeti şöyle
bir suâl hatıra getirebilir: Acaba gerçekten biri “bâtın”, diğeri de “zahir”;
veya başka bir tâbir ile “hakikat” ve “şeriat” diye iki ayrı mertebe, iki uç,
iki kutup var mıdır?
“Önce şu noktaya dikkat edilmesi
gerekmektedir: İçinde yaşadığımız kâinatta, insan bünyesinde, Kur’ân-ı Kerîm‘de ve Cenâb-ı Hakk’ın
isimlerinde zıtlıklar vardır. Bilindiği
gibi, esmâ-i hüsnâda Allah, Celîl- Cemîl, Evvel-Âhir, Zâhir-Bâtın,
Hâdî-Mudill ve Muhyî-Mümît gibi zıt isimlerle tavsif
edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm‘de bu zıt
isimlerin bir kısmı mevcuttur. Ayrıca îtikad mezheblerinin kendi kanâatlerine
delil olarak gösterdiği âyetler göz önüne alınacak olursa, Cebriyye yâni “Kulun fiilinin yaratıcısı
Allah’dır”; Kaderiyye “Kul kendi fiilinin
yaratıcısıdır” gibi birbirine zıt iki akideye mesned olabilecek âyetler vardır.
Ehl-i sünnet kelâmcıları ise birbirine zıt görünen âyetleri, başka âyetleri de
göz önüne alıp akıl planında zıtları te’lîf ederek
orta bir yol bulmuşlardır. Tabiatta ve insan vücûdunda ise zıtlıklardan bir
ahenk ve dengenin çıktığını görmekteyiz.
“Fusûs ve
şerhinde görüleceği üzere, herşeyde var olan bu zıtlıkların menşei Allah’ın
isimlerinin birbirine zıt olmasıdır….”
Allahu Teala’nın Evvel-Âhir gibi
isimleri zıtlık değil, tamamlayıcılık ifade
eder.
Evvel olmak, Âhir olmaya engel değildir. “Evvel olan,
Âhir olamaz” diye bir kural yoktur.
Pekiii, Allahu Teala’nın Halik ismi var, buna zıt olarak Mahluk ismi de var mı?!
Allahu Teala’nın Rezzak ismi
var, Merzuk ismi de var mı?!
Allahu Teala’nın Gaffar ismi
var, Mağfur ismi de var mı?!
İşte bu, gerçek anlamda bir zıtlıktır..
Ve, işte böylesi bir zıtlık Esma-i
Hüsna’da bulunmadığı için İbn Arabî’nin “Halk (mahluk), Hak’tır” şeklindeki
sözü, sapıkça bir zırvadır.
Hay sizin (olmayan) aklınıza tüküreyim!
*
Doğal olarak, boşboğaz zırvalarından
ibaret olan bütün bu gevezeliklerin kabul görmesi için insanın aklını bir
tarafa bırakıp hayvanlığı kabul etmesi
gerekiyor.
Ancak, zampara İbn Arabî soytarısı işini bildiği için, “Hayvanlık, kemaldir” türünden zırvalara kitabında
yer vermiyor.
Bunun yerine, hayvanlığa “yüksek mertebelerden konuşma” etiketi
yapıştırılıyor.
Bırakalım Tahralı anlatsın:
“Böylece “şehâdet” ve “zahir”
plânında çözülemez görünen ihtilâflar, tezadlar ve zıtlıklar, ancak yüksek mertebeden, “hakikat” hattâ “hakikatlerin
hakikati” denilen mertebeden bakmakla çözülebilir. Bu ihtilaflar ister
“şeriat”in ilâhî ifâdesi olan Kur’ân-ı Kerîm âyetlerini
anlamak hususunda olsun, ister insan ve görünen varlık âlemi ile alâkalı
hususlarda olsun, mutasavvıflara göre, mes’elelerin aslını ve hakikatini
anlamak, bütün mertebelerin menşei olan en yüksek mertebeden bakabilmek seviyesine
yükselmekle gerçekleşebilir. Gerçi yukarıda temas ettiğimiz gibi, yüksek
mertebeden söylenilen “hakikat” yaşadığımız âlemdeki aklî idrâke zıt görünecektir.”
Olsun, akla zıt olsa
bile, akılsızlıkla eşsiz bir uyumu var, bunlara yeter.
*
Prof. Tahralı’nın, Fûsusu’l-Hikem
Tercüme ve Şerhi‘nin başında yer alan sunuş yazısındaki şu
ifadeler üzerinde tekrar durmakta fayda var:
“Önce şu noktaya dikkat edilmesi
gerekmektedir: İçinde yaşadığımız kâinatta, insan bünyesinde, Kur’ân-ı Kerîm‘de ve Cenâb-ı Hakk’ın
isimlerinde zıtlıklar vardır. Bilindiği
gibi, esmâ-i hüsnâda Allah, Celîl- Cemîl, Evvel-Âhir, Zâhir-Bâtın,
Hâdî-Mudill ve Muhyî-Mümît gibi zıt isimlerle tavsif
edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm‘de bu zıt
isimlerin bir kısmı mevcuttur. Ayrıca îtikad mezheblerinin kendi kanâatlerine
delil olarak gösterdiği âyetler göz önüne alınacak olursa, Cebriyye yâni “Kulun fiilinin yaratıcısı
Allah’dır”; Kaderiyye “Kul kendi fiilinin
yaratıcısıdır” gibi birbirine zıt iki akideye mesned olabilecek âyetler vardır.
Ehl-i sünnet kelâmcıları ise birbirine zıt görünen âyetleri, başka âyetleri de
göz önüne alıp akıl planında zıtları te’lîf ederek
orta bir yol bulmuşlardır. Tabiatta ve insan vücûdunda ise zıtlıklardan bir
ahenk ve dengenin çıktığını görmekteyiz.”
Tahralı, bunları, zampara İbn Arabî şarlatanının “ben O [Allah] ve O benim” ve “Hak halk, halk Hak’tır” türünden küfür sözlerini makul
ve meşru göstermek için yazmış bulunuyor.
Demiştik ki, Evvel-Âhir gibi
isimler zıtlık/tezat değil, tamamlayıcılık ifade
eder.
Allahu Teala’nın hem Hâdî (hidayet veren)
hem de Mudill (dalalete/sapıklığa düşüren) olması bir
çelişki veya tezat değildir.
Allahu Teala Hâdî olup da Mudill olmasaydı, bu, Allahu
Teala’nın dalalete/sapıklığa düşürme kudretinin bulunmaması,
bunun, Allahu Teala’nın kudreti dışında birşey olması anlamına gelirdi.
Bu ise, acziyettir, aczdir. Tanrı için acziyet
muhaldir.
Aynı durum Allahu Teala’nın Muhyî (yaşatan) ve Mümît (öldüren)
isimleri için de geçerlidir.
Yaşatmaya gücü yeten fakat öldüremeyen bir tanrı, aciz
bir tanrıdır. Allahu Teala bundan münezzehtir.
Mevlana Mesnevî‘de,
“Eğer bir ressam güzel şeyleri resmedebiliyor, çirkin ve korkunç resimler
yapamıyorsa, o ressam nakıs/kusurlu/aciz bir ressamdır” demektedir.
*
Meselenin bir başka boyutu daha var..
Allahu Teala Hâdî olup da Mudill olmasaydı, ve buna
rağmen dalalet/sapıklık diye birşey ortaya çıksaydı, o
zaman, dalaletin Allahu Teala’nın yaratması, kudreti,
takdiri ve dilemesi dışında kendi kendine ortaya çıkması söz
konusu olurdu.
Ve bu durumda dalalet, Allahu
Teala’nın kudretinin kapsamadığı, kendiliğinden, Allahu Teala’ya rağmen ortaya
çıkan birşey olmuş olurdu. Dalaletin, Allahu Teala’nın Hâdî ismiyle
yarışıp mücadele eden ve bazen haşa ona galip gelen, Allahu Teala’yı yenilgiye
uğratan birşey olduğunu söylemek gerekirdi.
Bu anlayışın varacağı nokta, Mecusîlerin (Hâdî
olan) Yezdan ve (Mudill olan) Ehrimen‘li “iki tanrı” inancından, yani şirk ve
küfürden başka birşey olmaz.
*
Evet, Allahu Teala şayet Hâdî olup da Mudill olmasaydı,
bu O’nun için (tanrılığa aykırı) bir kusur olurdu.
Allahu Teala bundan münezzehtir.
Bu noktada filozofların (mesela İbn Sina ve Leibniz) “kötülük problemi” diye birşey icat ettikleri ve
günümüzde de ilahiyatçıların bunu bir problem kabul edip tartıştıkları
görülmektedir.
Yani “Niye kötülük var, Allahu Teala kötülüğü hiç
yaratmasaydı ne olurdu sanki?” diyenler var.
Eşya zıddıyla anlaşılır. Kötülük
olmasaydı, iyilik nedir, bilinmezdi.
Ayrıca, imtihan diye
birşey de olmazdı. Çünkü, insanların ve cinlerin kötülük yapma imkânlarının bulunmadığı bir yerde imtihandan söz
edemeyiz.
Herkesin mecburen/cebren iyi olduğu bir yerde,
aslında gerçek anlamda hiç kimse iyi sayılmaz.
Kötülük imkânı ve imtihan olmayınca, iyiliğin mükâfatlandırılmasından söz etmek de abes
olurdu.
Bunların da ötesinde, eğer kötülük diye birşey olmasaydı,
Allahu Teala’nın bazı isimlerinin tecellîsi söz
konusu olmazdı.
Mesela Settar ve Gaffar isimleri bilinemezdi.
Azîzün Züntikam olduğu anlaşılamazdı.
Selâm (selamet veren) ve Mümin (emin kılan) gibi isimleri kavranamazdı.
Aynı şekilde, Allahu Teala’nın el-Adl ismi de idrak edilemezdi.
Kötülüğün olmadığı yerde adalet kimsenin aklına
gelmez.
*
“O (şeytan) size ancak kötülüğü, çirkini ve Allah
hakkında bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder.” (Bakara,
2/169)
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O
halde O’na o güzel isimlerle dua edin. Onun isimleri hakkında eğri yola
gidenleri bırakın. Onlar yapmakta olduklarının cezasına
çarptırılacaklardır.” (A’raf, 7/180)
Zampara İbn Arabî soytarısı, Allahu Teala’nın isimleri
hakkında eğri yola gidenlerin başında geliyor.
“Hak halk, halk Hak’tır”
gibi lafları ortada.. Sanki Allahu Teala’nın Mahluk diye bir ismi varmış gibi
konuşuyor.
Onun bu tür sözleri sapıklıktır.
Bunların makam, mertebe vs.
hurafelerine gelince..
İşin aslı, Mesnevî‘de yer alan şu hikayedeki gibi:
Hilekar bir kadın kocasının gözü önünde dostuyla oynaşmak istedi. O sırada yüksek dallı bir armut ağacının altında duruyorlardı, gülerek:
-Kocacığım bu ağaca çıkıp meyve
toplamak istiyorum, dedi. Kocası izin verdi:
-Haydi çık istediğin kadar topla,
dedi.
Kadın ağacın üstüne çıktı en üst
dallara doğru tırmanmaya koyuldu. Ağacın tepesine çıkınca bağırmaya başladı:
–O yanındaki orta boylu, mavi
yeşil elbiseler giyinmiş yabancı kadın kim, ne yapıyorsunuz!
Adam şaşırıp kaldı:
-Sen neler söylüyorsun karıcığım,
burada benden başka kimse yok. Galiba senin başın döndü. Ağaçtan in, dedi.
Kadın ısrarla söylediklerini
tekrarlamaya devam edince kocası:
-Senin başın dönmüş, aşağı in de ben
çıkıp meyve toplarım, dedi.
Kadın inince kocası ağaca tırmandı.
Adam ağacın tepesinde iken kadın, ilerde bir yerde saklanmış olan dostunu
çağırdı ve başladı onunla oynaşmaya. Kocası yukarıdan bakınca karısının bir
herifle oynaştığını görerek seslendi:
–Bre utanmaz kadın o yanındaki
adam kim, öyle ne yapıyorsun? diye bağırdı.
Kadın hiç bozuntuya vermeden cevap
verdi:
-Kocacığım, her halde bu ağaçtan olacak, yukarıdan öyle görünüyor olmalı, ben
de demin öyle şeyler görmüştüm, yanımda hiç kimse yok, yalnız başıma
duruyorum, inanmazsan aşağıya in de bak, diyerek işine devam etti.
*
Prof. Tahralı’nın tenkit konusu yaptığımız
ifadelerinde başka hatalar da var.
Sözlerini tekrar hatırlayalım:
“Ayrıca îtikad mezheblerinin kendi
kanâatlerine delil olarak gösterdiği âyetler göz önüne alınacak olursa, Cebriyye yâni “Kulun fiilinin yaratıcısı Allah’dır”; Kaderiyye “Kul kendi fiilinin yaratıcısıdır” gibi
birbirine zıt iki akideye mesned olabilecek âyetler vardır. Ehl-i sünnet
kelâmcıları ise birbirine zıt görünen âyetleri, başka âyetleri de göz önüne
alıp akıl planında zıtları te’lîf ederek orta bir yol
bulmuşlardır.”
Birincisi, sadece Cebriyye değil, Ehl-i Sünnet de, “Kulun fiilinin yaratıcısı
Allah’tır” der.
Cebriyyenin cebriyyeliği bu ifadeden kaynaklanmıyor.
Onlar kulun irade ve ihtiyarını (seçimini) yok
sayıyorlar.
Kaderiyye de (kaderi inkâr edenler) Allahu
Teala’nın takdirini yok sayıyor.
(Mutezile’nin “Kul fiilinin yaratıcısıdır” derken yoktan var etmeyi değil,
vardan yeni bir şey var etmeyi kastettiği söylenmiştir.)
İkincisi, yukarıdaki ifadeye göre Ehl-i Sünnet‘in şöyle diyor olması gerekiyor: “Cebriyye, sen haklısın… Kaderiyye/Mutezile, sen de haklısın..
İkiniz de haklısınız..”
Ehl-i Sünnet bunu mu diyor?!
Ehl-i Sünnet şunu diyor: “Cebriyye de, Kaderiyye de (kaderi inkâr eden Mutezile de)
hatalı.. Ne Cebriyyenin görüşü doğru, ne de Kaderiyye’nin.. İkisi de ayetleri
yanlış yorumluyorlar. Çünkü farklı Kur’an ayetleri,
birbirlerini tefsir eder, ve onlar bunu dikkate almıyorlar.”
Eğer Ehl-i Sünnet bir taraftan Cebriyye’nin laflarını
tekrarlasa, diğer taraftan Mutezile gibi konuşsaydı, iki zıt fikri birlikte
savunsaydı, işte o zaman İbn Arabî‘nin
çelişkili laflarına bahane üretmek için belki bu kullanılabilirdi. Fakat böyle
birşey yok.
Ehl-i Sünnet, bırakın iki yanlış görüşü birden
savunmayı, ikisini de reddediyor.
Görüldüğü gibi, Tahralı’da kafa diye birşey yok.. Bu,
yaptığı fasit kıyaslamalardan ortaya çıkıyor.
*
Tahralı bir de şunu diyor: “Tabiatta ve insan vücûdunda ise zıtlıklardan
bir ahenk ve dengenin çıktığını görmekteyiz.”
Bununla İbn Arabî‘nin
çelişkilerinin ne ilgisi var?
Onun çelişkili/mütenakız sözlerinde âhenk ve denge
değil, kakafoni, gürültü, dengesizlik, yamukluk ve çarpıklık görülüyor.
Evet, tabiatta zıtlıklar
var, ama bunlar birlikte görülmüyor. Mesela birşey hem yaş, hem de kuru
olmuyor. Tabiatta yaşlık da, kuruluk da var. Ama aynı şeyde, aynı cüz ya da
parçada birlikte var olmuyorlar.
Tabiatta aydınlık da, karanlık da var..
Ama birşey hem karanlık hem de aydınlık olmuyor. Aydınlık gelince karanlık
kayboluyor. Gündüz gelince gece uçup gidiyor.
İnsan vücudu da böyle.. Denge ancak zıtların birbirini belli ölçüde yok etmesi sonucu ortaya çıkıyor.
Vücut aynı anda hem yüksek
hararete sahip olma hem de sıcaklık düşüklüğü gibi zıtları bir arada
barındırmıyor. Harareti, zıddı olan buz ile düşürerek, kısmen yok ederek
belirli bir dengeyi yakalıyorsunuz. Üşümüşseniz, sobanın başına oturuyor,
ısınıyor, soğukluğu izale ediyorsunuz. Soğuk gelince sıcak, sıcak gelince soğuk
gidiyor. İkisi birden aynı yerde aynı anda barınamıyor.
İşte, İbn Arabî‘nin
çelişkili lafları için de durum budur. O lafların doğru olanını alıp onunla
yanlış olanı süpürmedikçe, o zırvalardan bir
denge ve âhenk çıkmaz..
Sadece küfür ve
sapıklık, şaşkınlık ve ahmaklık çıkar.
Kurnaz İbn Arabî zamparası bunu anladığı içindir
ki, “Keşfte aklın payına sadece hayret düşer” türünden şeytanî efsunlar okuyor.
Yani şunu demek istiyor: Benim keşf ürünü diye size yutturmaya çalıştığım bu
küfür laflar karşısında hayrete
kapılacağınızı biliyorum.. Hayrete kapılıp
orada durun, sakın aklınızı kullanmayın.
Aklın bu konudaki vazifesinin bu hayret ahmaklığı
ile yetinmek olduğuna inanın.
Zampara şarlatan, ahmakları nasıl kandıracağını çok iyi biliyor.
Ve ahmaklar, akletmeye çağıran Allahu Teala’nın
davetini bırakıp İbn Arabî kalpazanının akletmeme efsununa aldanıyorlar.
*
Prof. Tahralı’nın İbn Arabî hakkındaki yanlış
değerlendirmelerinin kötü niyetinden değil, meseleyi tam ve doğru anlamayı
başaramamasından kaynaklandığını düşünüyorum. Bununla birlikte bu, onun mazur görülmesini sağlamaya yetmez.
Vebaldedir, sorumludur.
İlim bakımından da ne yazık ki yetersiz.. İslamî ilimlerin tasavvuf dışındaki alanları (Kelam, tefsir, hadîs, fıkıh usulü, hadîs usulü, tefsir usulü vs.) hakkındaki bilgilerinin orta okul düzeyini aşmadığı anlaşılıyor.. (Maalesef ilahiyatçıların önemli bir bölümü aynı durumda..)
İlim başka birşey, dr, doç,
prof. unvanlarını almak için belirli bir alana yoğunlaşmak
başka birşeydir..
İslamî ilimlerin tamamı hakkında
“yeterli” bir bilgi düzeyine erişmeyen kişiler tasavvufu
da tam ve doğru anlayamazlar.
Anlayamamaları sorun olmayabilir, herkes anlayacak
diye bir şart yok, fakat, yanlış anladıkları halde anladıklarını zannedip
sapıtabilirler.
Günümüzde çoğu zaman yaşanan da bu..
Aslına bakılırsa, Tahralı’nın tasavvuf alanının İhya, Kimya-yı Saadet, Mektubat-ı Rabbanî, Taarruf, Risale-i
Kuşeyrî, Hüccetullahi’l-Baliğa, Teziretü’l-Evliya ve Avarifü’l-Mearif gibi klasiklerini
“baştan sona” okumuş olduğundan da şüpheliyim. Bana öyle geliyor ki, sadece
yayına hazırladığı ya da makale konusu yaptığı eserleri okumuş..
*
Burada “bir noktaya daha dikkat çekmek” gerekiyor.
Fakat önce, Tahralı’nın ifadelerini tekrar hatırlayalım:
“Önce şu noktaya dikkat edilmesi
gerekmektedir: İçinde yaşadığımız kâinatta, insan bünyesinde, Kur’ân-ı Kerîm‘de ve Cenâb-ı Hakk’ın
isimlerinde zıtlıklar vardır. Bilindiği
gibi, esmâ-i hüsnâda Allah, Celîl- Cemîl, Evvel-Âhir, Zâhir-Bâtın,
Hâdî-Mudill ve Muhyî-Mümît gibi zıt isimlerle tavsif
edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm‘de bu zıt
isimlerin bir kısmı mevcuttur. Ayrıca îtikad mezheblerinin kendi kanâatlerine
delil olarak gösterdiği âyetler göz önüne alınacak olursa, Cebriyye yâni “Kulun fiilinin yaratıcısı
Allah’dır”; Kaderiyye “Kul kendi fiilinin
yaratıcısıdır” gibi birbirine zıt iki akideye mesned olabilecek âyetler vardır.
Ehl-i sünnet kelâmcıları ise birbirine zıt görünen âyetleri, başka âyetleri de
göz önüne alıp akıl planında zıtları te’lîfederek
orta bir yol bulmuşlardır. Tabiatta ve insan vücûdunda ise zıtlıklardan
bir ahenk ve dengenin çıktığını görmekteyiz.”
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Tahralı bunları, İbn
Arabî şarlatanının “ben O [Allah] ve O
benim” ve “Hak halk, halk Hak’tır”
türünden küfür sözlerini makul ve meşru göstermek için yazmış bulunuyor.
Tahralı’nın yaklaşımı kökünden yanlış.. Âhenksiz ve
dengesiz.. Çünkü âhenk ve denge anlayışı
yanlış..
Âhenk ve denge, iman ifade eden sözlere küfür lafları
ekleyerek oluşmaz.. Tam aksine bu, dengeyi yitirmektir.
Tertemiz ve berrak bir pınar suyu,
ona kanalizasyon suyu eklenerek dengeli ve âhenkli
hâle getirilebilir mi?!
Itrî‘nin bir bestesi, ona eşek anırtısı eklenerek dengeli ve âhenkli
yapılabilir mi?!
Akıl tek başına denge ve âhenk
ifade etmez mi, onun dengeli ve âhenkli hâle gelmesi için delilikle birleştirilmesi mi gerekiyor?!
Sağlığın bizzat kendisi mi denge ve
âhenk anlamına gelir, yoksa yanına hastalığın da
eklenmesiyle mi denge ve âhenk oluşur?!
Hak, tek başına denge ve âhenk midir,
yoksa denge ve âhengi yakalamak için ona batılı da eklemek mi
gerekir?!
Evet, Tahralı’nın denge ve âhenk dediği şey, dengesizliğin ve uyumsuzluğun ta kendisi..
İbn Arabî‘nin kitapları dengesiz.. Fikirleri
dengesiz.. İtikadı dengesiz.. Hâli dengesiz.. Keşf dediği şeyler dengesiz..
Mantığı dengesiz.. Akıl yürütüş biçimi dengesiz.. Yöntemi/usulü dengesiz..
Herşeyi dengesiz..
İbn Arabî’nin bizzat kendisi dengesiz..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder