İNGİLİZLER'İN VE İSLAM ÜLKELERİNDEKİ İNGİLİZ İLKE VE İNKILAPLARI BEKÇİLERİNİN İBN ARABÎ SEVDASI

 






Prof. Ekrem Demirli’ye, harıl harıl İbn Arabî tercümeleri yaptığı 2008 yılında, İbn Arabî’nin Hz. Ebubekir’e bu şekilde hakaret etmiş olduğunu söylemiştim.

“Böyle birşey yok” demişti.

Buna karşı, İmam-ı Rabbanî’nin onun bu edepsizliğine Mektubat’ta dikkat çekmiş olduğunu ifade etmiştim.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi şöyle diyor:

“Kelam ilmi, Allah’ı tahdîd (sınırlama) ve ta’yîn (belirleme) hususunda aczini itiraf etmekte, Müslümanları bunun ötesine geçmek için uğraşmaktan men etmekte ve şöyle demektedir: “Bu meselede idrakin kavrayışındaki aczi itiraf idraktir, Allah’ın zatının sırrını araştırmak ise şirktir.” … Vahdet-i vücutçuluğuyla tanınmış olan Şeyh Muhyiddin Arabî, bu sözün sahibini –o kişi Sıddîk-i Ekber Hz. Ebubekir radiyallahu anhü olduğu halde-- cahillikle suçlama cüretinde bulunmuş, hatta şunu demiştir: Hristiyanlar’ın hatası, uluhiyeti (tanrılığı), sair mevcudatı dışarıda bırakarak sadece Meryem oğlu Mesih’e özgü kılmalarıdır’.”  

(Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Âlem min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Murselîn, C. 1, 2. b., Beyrut: Dâru İhyâi't-Türasi'l-Arabî, 1981, s. 267.)

İmam-ı Rabbanî, (Mekînüddin’in evlenmediği veya evlenemediği güzel kızı Nizam için aşk kitabı yazmış olan) zampara İbn Arabî’nin söz konusu densizliğine 489’uncu mektupta değiniyor.

İfadeleri, Abdülkadir Akçiçek’in tercümesine göre şöyle:

… Şeyh Muhyiddin b. Arabi, … Şöyle demiştir:

-Bizden alim olan da vardır; bizden cahil olan da şöyle demiştir: “İdrak etmekten yana acizlik, idraktir”.

… Bunlarla bir övünme payı çıkarıp onları kendi nefsinden bilmiştir. Bunun için de şöyle demiştir:

-Hatemü'l-enbiya (peygamberlerin sonuncusu), bu ilimleri Hatemü'l-velâyetten (velilerin sonuncusundan) alır.

Burada, Hatemü'l-velayet-i Muhammediye'den de, kendisini kasd etmiştir. Bu manadan ötürü de, taana (kötüleme ve yergiye) uğramıştır.

Bu kelâmın tevili için, Füsus şarihleri (onun Füsus kitabına şerh/açıklama yazanlar) gayretlerini sarf etmiştir. …

Sübhanellah... Bu sözün diyeni Hazret-i Sıddık'tır. Allah ondan razı olsun. … O, irfan sahiplerinin başı olup sıddıkların da reisidir. Hangi ilim, o aczi geçebilir!.. Hangi güçlüdür ki; o acizden daha önde bir basamağa varmıştır!..

Evet, Sıddık'ın üstazı hakkında, yani Resulullah (sav) Efendimiz hakkında dediğini dedikten [Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in ilimde (evliyanın sonuncusu olduğunu iddia eden) kendisinin talebesi olduğu zırvasını yumurtladıktan] sonra Hazret-i Sıddık hakkında neden öyle demesin?

*

İbn Arabî’nin Hristiyanlar’ın (Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin sözünü ettiği) hatası için hazırlamış olduğu sihirli formül, Ekrem Demirli’nin şu başlığı taşıyan makalesinde çok güzel anlatılmış: 

Mesnevî’yi Fusûsu'l-Hikem’e Göre Yorumlamak ‘İlâh-ı Mu’tekad’ ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden Hikâyeler”. (Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 2005, cilt: VI, sayı: 14 [Mevlânâ Özel Sayısı], s. 347-364.)

Demirli, makalesinin sonuç bölümünde şu akla ziyan hikayeyi anlatıyor:

“Öte yandan ilâh-ı mu’tekad [“itikad edilen / inanılan” tanrı], insanın mutlaka “belirli” ve “sınırlı” bir sûrete tapma ihtiyacından kaynaklanır ve bu tavır bir bakıma tabiidir. Çünkü insanın hiçbir şekilde bilemediği ve hakkında hüküm veremediği bir şeye tapması söz konusu olamaz. Bu durumda ilâh-ı mu’tekad, insanın bilme imkanlarının sınırlılığı nedeniyle, sınırlanır. İbnü'l-Arabî’nin dikkat çektiği şey, herkesin kendi inancındaki ilah-ı mutekadı yegane ilâh sûreti olarak görmemesinin gerekliliğidir.”

Böylece, Şeyhülislam’ın dikkat çekmiş olduğu “tahdîd (sınırlama) ve ta’yîn (belirleme)” meselesi önümüze gelmiş oluyor.

Demirli’nin bu tuhaf lafları, bir yığın batıl faraziye/varsayım ve önyargının illüzyonist elçabukluğu ve hokkabazlığı ile aksiyom ya da postüla katına yükseltimesi anlamına geliyor. İnsanın mutlaka “belirli” ve “sınırlı” bir sûrete tapma ihtiyacı neden olsun ki?!

Evet, ihtiyaçmış, öyle diyor.

*

Lafa bak, manadan bile değil, suretten söz ediyor.. Sözde maneviyat okyanusunun derinliklerinden inci çıkaran, (nefs terbiyesi olma vasfını kaybeden) keşfçi tasavvuf hurafesinin geldiği noktaya bakın: Surete tapma.

“Çünkü insanın hiçbir şekilde  bilemediği ve hakkında hüküm veremediği bir şeye tapması söz konusu olamaz”mış..

Bu da aksiyom makyajıyla arz-ı endam eden bir başka işkembevî şuh faraziye.

Yani, tapacaksan taptığın şeyin “zat”ını bilmen, “zat”ı hakkında hüküm verebilmen gerekiyormuş.. Böylece, İslam’ın [Kelam/Tevhid ilmi tarafından “zatı bilinemez (varlığı ve birliği değil, zatı) ve zatı hakkında hüküm verilemez” olarak tanıtılan] tanrısı, Allahu Teala, kendisine tapılması “imkân”ını kaybetmiş oluyor.

Değil kendisi gibi, kendisinin “benzeri gibisi”nden bile söz edilemeyecek olan (Leyse ke-mislihî şey’ün) Allahu Teala için (Şura, 42/11) ne suret söz konusu olabilir ne de onun zatının bilinnmesi.

*

Demirli’nin şu cümlesi ise, (Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i İslam duvarındaki gümüş, kendisini de altın kerpiç ya da tuğla ilan eden) zampara şeyh ahbun kerpiçin has halis, saf ve som müşrik olduğunu ilan etmek anlamına geliyor: İbnü'l-Arabî’nin dikkat çektiği şey, herkesin kendi inancındaki ilâh-ı mu’tekad’ı yegane ilâh sûreti olarak görmemesinin gerekliliğidir.”

Yani “Sizden de, Allah'dan başka yalvarıp durduklarınızdan da ayrılıp gidiyor ve Rabbime duâ ediyorum” (Meryem, 19/48) diyen Hz. İbrahim aleyhisselam hata etmiş, böyle buyurdu ahbın kerpiç.

Zamparaya göre, “inanılan” tanrılar çok olabilir, sorun yok, bunu kabul etmelisin.. Eğer sen, Allahu Teala’ya suret atfetmiyorsan zaten tanrın yok demek, tanrısızsın, fakat O’na bir suret atfederek “müşrik müslüman” olma başarısını gösterirsen de yine kurtulmuş sayılmazsın, başkasının belirlediği tanrı suretine de itiraz etmemek zorundasın..

Sade suya tirit müşriklik muteber değil, illa da katmerli şirk olacak.

Bunları yazan arkadaş, Marmara İlahiyat’ta profesör.. Tasavvuf "prof"u.. Ört ki ölem!

*

[Böylesi bir garabet nasıl oluyor da kendisine ilahiyatlarda yol buluyor diye düşünüp taşınmanıza gerek yok..

İpin ucu Ibn Arabi Society’yi kurduran İngiliz istihbaratının / gizli servisinin elinde..

Doğal olarak, çağdaş uygarlık yolunda İngilizler’in adımlarını takip etmekte olan Kemalist derin devletimizin bu bahiste de onları örnek alıp almadıkları sorusu akla gelecektir.

Bizimkilerin başı kel mi, İngilizler’den neden geri kalsınlar ki, değil mi ama?

Kulakları çınlasın, açık sözlü emekli MİT’çi Yılmaz TekinAktüel dergisine verdiği bir röportajında, MİT’in öteden beri birtakım edebiyatçı, yazar, şair, gazeteci, araştırmacı, düşünür kaşınır, akademisyen vesairenin eline dosyalar tutuşturarak kitaplaştırmalarını sağladığını, bazen de onların kulaklarına belirli fikirleri üfleyerek bunları dallandırıp budaklandırmalarını, köpürtmelerini istediğini açıklamıştı.

MİT tarikatçıları ve tasavvuf meraklılarını kendi hallerine bırakır mı, yoksa onların önüne paketlenmiş hazır fast-food ürünler koyar mı sorusu önem taşıyor.

Her yere burnunu sokan, her çevrede elemanları ve muhbirleri bulunan, sürü sepet “tesir ajanı” istihdam eden MİT’in paravan yayıncılık şirketleri kurmamış olduğunu, ve birçok yayınevini de, elemanı olan “embedded” editörler vasıtasıyla istihbarat yağlı güreşçiliğinin tek ve çift sarma teknikleriyle boyunduruk altına almamış bulunduğunu düşünmek saflık olur.

Böyle bir ortamda İbn Arabî’nin kitaplarının bitli pazarına sahte nur yağmasını sağlamak, bir istihbarat teşkilatı için çocuk oyuncağıdır.. İbn Arabî’nin kitaplarının tercümesi için akademisyen ve mütercimlere teklif götürülür, sonra bunlara “çeviri ödülü” filan verilmesi sağlanır, kitapların reklam ve propagandası yaptırılır, olur biter. (2000’li yıllarda bana bile İbn Arabî’den çeviri yapma teklifi gelmişti.)

Belirli bir maaşa talim eden bir akademisyenin “yağlı” bir teklif aldığında bunu elinin tersiyle itmesi lafta kolay, icraatta zordur

Sonra da, işte Ekrem gibi, “Gaflet anımıza rastgeldi, bu zırvaları tercüme işini kabul ettik, etmez olaydık” demek yerine her zırvaya bir kulp takmak için aklınızı yele verirsiniz.. Çırpındıkça da daha beter batarsınız.]

*

Günümüzün ilahiyat fakültelerine bakıldığında, kendisini gerçekten iyi yetiştirmiş bazı insanların bulunduğu görülmekle birlikte, birçoğunun taşıdıkları unvanları hak etmedikleri anlaşılmaktadır.

Bunun sebeplerinden biri olarak ilahiyat fakültelerinin mevcut yapısı gösterilebilir. Merhum Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, “Din ve Laiklik” adlı kitabında, buralardan din tenkitçisi çıkabileceğini, fakat din alimi yetişmeyeceğini söylüyor. Bize göre bu, büyük ölçüde doğru bir tespit; ancak, paralel bir eğitim alan ve çalışma yapanlar, içinde bulundukları kurumsal yapının dar kalıplarını aşmaya başaranlar, bunun istisnasını teşkil ediyor olabilirler.

İslamî ilimler arasında en sorunlu alanı ise “tasavvuf” oluşturuyor. Mesela fıkhın, hadîsin, tefsirin birer “usûl”ü var; bunlar başlıbaşına birer ilim.. Buna karşılık, tasavvuf alanında yapılan akademik çalışmalar için doğru dürüst bir usulden söz etmek mümkün değil. Bu alanda yapılan çalışmalar da bunu ispatlıyor.

Mesela bir doktora tezi çerçevesinde belirli bir yüzyıldaki tasavvufî oluşumlar incelendiğinde, gerçekte bunu spesifik bir “tarih” (kültür tarihi) araştırması olarak görmek de mümkündür. Bu, tasavvuf alanında uzmanlaşma, ihtisas sahibi olma anlamına gelmez; çünkü bu tarz bilgiler tarihsel malumat olmaktan öteye geçmezler, İslâmî bilgi ya da ilmin kapsamı içinde yer almazlar.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin, kendi zamanının Mısır ulemasının büyük bölümüne yönelttiği, geçmişte yaşamış ulemanın tercüme-i hali ile uğraşıp ilmin özüne ve esasına gelmeme suçlaması, günümüzde tasavvuf sahasında oldukça yaygın bir tutumdur.

*

Görüldüğü kadarıyla, “tasavvuf” adı altında ilahiyat fakültelerinde yer alan ana bilim dalı, henüz oturmamış bir disiplin durumunda. Nitekim birçok tasavvuf uzmanının tasavvuf sahasının klasiklerini bile okumadığı, salt adlarını bildiği görülmektedir.

Şayet doktora tezleri belirli bir şahsiyet ve görüşleri üzerineyse, onun hakkında yeterli bir bilgileri olabiliyor.

Yukarıda da belirtildiği gibi, fıkhın bir yöntemi vardır, neyin burhan veya delil niteliği taşıdığı konusunda bir mutabakat zemini mevcuttur; bu çerçevede, edille-i şeriyyenin neler olduğu konusunda tartışma yoktur.

Kelamcılarda da bilginin kaynağı (akıl, sağlam duyular, doğru haber) konusunda bir uzlaşma zemini mevcuttur.

Ama “tasavvufçu”larda böyle bir ortak zemin yok. Dolayısıyla, yazdıklarında bilimsel bir ispat mantığı ya da yöntemi genelde bulunmuyor.

Fakat günümüze özgü bir anabilim dalı olarak düşünüldüğü için, çalışmalarda yazım kurallarına uymak, kitap adlarını italik yapmak, bol dipnot kullanmak gibi şekil unsurlarının bulunması, bilimsellik için yeterli görülüyor.

Muhteva açısından, tasavvufçular kadar bilimsel zihniyetten uzak bir topluluk belki de yok.

İbn Haldun, bu noktaya şöyle işaret etmektedir:

Aynı şekilde haddi aşmış mutasavvıf kelamcılar da vecd hallerinden söz ederken kelam ile felsefenin meselelerini birbirine karıştırmışlar ve bunları tek bir şeymiş gibi ele almışlardır. Peygamberlik, ittihad, hulul ve vahdet gibi konularda yaptıkları gibi. Oysa bu üç ilim dalının (tasavvuf, kelam, felsefe) idrak yolları birbirinden farklıdır. (Delillere dayalı) bir ilim olmaktan en uzak olanı ise mutasavvıfların idrakleridir. Çünkü onlar idraklerinin vicdana (yani nefis terbiyesiyle ruhun bedenden soyutlanıp kendi alemine geçmesi ve bu şekilde hakikatlere ulaşmasına) dayandıklarını iddia ederler ve delillerden kaçarlar. Halbuki, daha önce açıkladığımız gibi vicdan, ilmî idraklere ve bunların meselelerine uzaktır.

(Mukaddime, C. II, çev. Halil Kendir, İstanbul, 2004, s. 710-711.)

Bu yüzdendir ki, tasavvuf alanında akademik kariyer yapmış kişilerin yazılarına bakıldığında, birçoğunun tasavvuf konusunda kafalarında sağlıklı ya da tutarlı bir anlayışın mevcut olmadığı, buna bağlı olarak diğer İslâmî ilimlere yaklaşımlarının da bozulduğu görülmektedir.

Böylece tasavvuf adı altında ortaya sürülen malumat yığını, ondan beklenen asıl işlevi (kalbin ve ahlâkın düzeltilmesi) ifâ etmek yerine, insanları itikaden sapıklığa iten veya amel bakımından bid’atlere yönelten bir saçmasapan yorumlar ve hikâyeler demetine dönüşmektedir. (Bazen de “irfan artistliği”ne..)

*

İşte, Prof. Ekrem Demirli’nin “doçent”ken yazmış olduğu (yukarıda atıfta bulunmuş olduğumuz) Mesnevî’yi Fusûsu'l-Hikem’e Göre Yorumlamak ‘İlâh-ı Mu’tekad’ ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden Hikâyeler” başlıklı makalesinin durumu da bu.. (Demirli efendi ve çalışkan bir adamdır, şahsına diyeceğimiz birşey yok.. Fakat yazdıklarının bir bölümü facia..)

Mesnevî, bilindiği gibi Mevlana’nın kitabı.. Fusûsu’l-Hikem ise İbnü’l-Arabî’nin.. “İlâh-ı Mu’tekad” ise, “itikad edilen ilah”, inanılan ilah demek..

Demirli, söz konusu makalesinde, “Ben kulumun zannı üzereyim” hadîs-i kudsîsinden hareketle olmayacak yorumlar yapıyor. Söz konusu  hadîsle ilgili olarak, Madve’nin yayınladığı iki ciltlik Kudsi Hadisler kitabında yeterli açıklama var. Ehl-i Sünnet uleması bu hadîsin nasıl yorumlanacağı konusunda gerekeni söylemiş olmakla birlikte, Demirli itikadî açıdan son derece mahzurlu, kabul edilemez nitelikte bir yorum yapabilmektedir.

Söz konusu hadîsle ilgili değişik rivayetler var. Birisi şöyle:

Ben kulumun zannı üzereyim. Şayet benim hakkımda hüsn-i zan beslerse ben de ona öylece davranırım. Şayet sû-i zan beslerse ona göre karşılık veririm.” (İbn-i Hanbel, II, 391)

Aslında, hadîsin nasıl anlaşılması gerektiği, kendi içinde belirtilmiş. Bu hadîs-i kudsî, Allahü Teala’nın kula karşı muamelesi ile ilgili olarak kulun zannını konu edinmektedir.

*

Nitekim, Kelâbâzî (ö. 380/990), tasavvufun ilk ve en önemli kaynak eserlerinden olan Ta’arruf’unda şöyle der:

“ ‘Ben kulumun hakkımdaki zannı üzereyim’ sözünün manasının şu olması caizdir: ‘Kul benim kendisi için kafi olduğumu bilirse ben öyleyim. Kulum benim kendisini korumamı isterse ben öyleyim, o (tevbe ederek) bana dönerse ben de ona yönelirim, dua ederse icabet ederim, benim için bir amel yaparsa onu kabul ederim, af dilerse kendisini affederim.

(Ta’arruf, çev. Süleyman Uludağ, 2. b., İstanbul: Dergâh Y., 1992, s. 31.)

Ekrem Demirli ise, hiç ilgisiz bir şekilde, buradan bir “Tanrı tasavvuru” üretmektedir. Tasavvur, düşünce ile olur. Halbuki hadîs-i şerîfte Allahü Teala’nın zatı hakkında düşünülmemesi emredilmiştir.

Çünkü bu, kulun kapasitesinin üstünde birşeydir. Akıl terazisi bu sıkleti çekmez. İnsan, herşey için zihninde bir tasavvur geliştirebilir; olmayacak tek tasavvur, Tanrı tasavvurudur.. Ya da Tanrı’ya dair tasavvurdur.

Gerçekte Tanrı tasavvurundan bahsetmek, “tecsim”den başka birşey değildir.. Mücessime (cisimleştirenler) taifesinden olmak anlamına gelir.  

İbn Teymiyye gibi isimlere bile bu konuda, sırf tevilden kaçınma kaygısıyla müteşabih ayetlerin zahirine itibar ettikleri ve böylece tevilde bulunmuş oldukları için tepki gösterilirken, gösterilmesi gerekirken, bir tasavvufçunun Tanrı tasavvurundan söz ederek tecsimin ta kendisini dile getirmesi şaşırtıcı bir durum.

*

Allahu Teala'nın sıfatlarıyla ilgili müteşabih ayetlere zahirlerine göre mana vermek, o ayetlerin aslında müteşabih olmadığını, manasının açık olduğunu söylemek anlamına gelir.

Bilindiği gibi, selef ya da mütekaddimîn (önceden gelenler) bu konuda tefvîz yoluna gitmiş, yani manayı Allahu Teala'ya havale etmiş, müteahhirîn (sonrakiler) ise görülen lüzum üzerine mecaz mana ile tevil yolunu tercih etmişlerdir.

İbn Teymiyye'nin ilgili ayetere zahir anlamını vererek tecsime yöneldiği ileri sürülmüştür. Günümüz İbn Teymiyyecileri bu iddianın yanlış ya da iftira olduğunu ileri sürmekte ve İbn Teymiyye'nin bazı ifadelerini delil olarak göstermektedirler. Bununla birlikte, İbn Teymiyye'nin itikadî görüşlerinin, İbn Arabî'ninki gibi açıkça küfür ve şirk anlamına gelmemekle birlikte, bazı noktalarda yanlış anlamalara ve kanaatlere yol açabilecek şekilde karmaşık olduğu görülmektedir.

Demirli, Tanrı tasavvurundan söz edip tecsim yoluna yönelirken “lojistik desteği” İbn Teymiyye’den değil, İbn Arabî’den alıyor.

Ona dayanarak şöyle diyor:

“Başka bir ifadesinde ise zikredilen görüşlerini farklı bir açıdan dile getirir: İnsanın inancındaki bir ilâha tapması neticede kendisine ait bir ürüne tapması demektir. Çünkü herkes kendi nefsinde yarattığı ilâha tapar. Bundan çıkan sonuç şudur: ‘Herkes “putperest”tir.’ ”

Gerçekte İbn Arabî bu ifadeleriyle herkesi tekfir etmiş, müşrik ilan etmiş oluyor. Peygamberler de dahil…

Tekfirciliğin önde gideni..

Başka biri bunu yapsa kıyamet koparılır, ama yanlışlığı güneş kadar açık çirkin lafların sahibi zampara İbn Arabî soytarısı olunca, birçokları bunda hikmet aramak gerektiğini düşünüyor.

*

Ancak, Demirli’nin makalesinden anlaşıldığı kadarıyla, İbnü’l-Arabî bu konuda doğruyu da söylüyor:

Allah hakkında fikir yürüten kişi, düşüncesiyle nefsinde inandığı şeyi yaratmış, düşüncesiyle yarattığı ilâha tapmıştır. Ona ol demiş, o da olmuştur. Bu nedenle insanlara peygamberin bildirdiği ve Kitabın anlattığı Allah’a inanmalarını emrettik. O ilâha ibâdet ettiğinde yaratılmamış ilâha, yani seni yaratana ibâdet etmiş olursun. Çünkü Allah’ı bilmek ancak [peygamberleri] taklit ederek gerçekleşebilir.”

Fakat, tam da bu noktada Demirli son derece vahim bir çelişki sergiliyor. Diyor ki:

İbn Arabî, herkesin kendi inancında yarattığı bir ilâha taptığını dile getirir. Aksi de düşünülemez. Çünkü zihinde tasavvuru olmaksızın herhangi bir şeye ibâdet edilemez.”

Böylece, yazara göre, herkes için, zihninde tasavvur ettiği, yani kendisinin “yarattığı” tanrıya ibadet söz konusu oluyor, peygamberlerin bildirdiği şekilde Allah’a ibadet de imkânsız hale geliyor.

İbn Arabî (kurnazlık yapıp) yanlışlarla doğruları harmanlar, bir yerde doğruyu, öbür yerde yanlışı dile getirirken, Demirli bunlar içinden yanlışlara tâbi olmayı tercih ediyor.

*

İbn Arabî’nin, yanlışları kabul ettirmek için doğruları “yem” ve “tuzak” olarak kullanan bir sahtekâr olduğunu düşünmek mümkün.

Ya da, neye inandığını, neyi savunduğunu bilmeyen bir şaşkın dangalak.. Aptal sapık..

Nitekim, yukarıda aktarılan doğru sözlerin hemen ardından, sapıklıktan başka birşey olmayan şu ifadeleri serdediyor:

O halde ey insan! Belirli bir inançla sınırlı kalıp diğerlerini inkâr etmeyesin! Böyle bir şey yaparsan pek çok iyiliği yitirirsin. Bütün itikat sûretlerinin bir heyula’sı haline gel. Çünkü Allah belirli bir inancın sınırlayamayacağı kadar büyük ve yücedir.”

Demek istediği şu: Allah, belirli bir inancın sınırlayamayacağı kadar büyük ve yüce, o halde doğru yanlış, sapık hak demeden bütün itikat suretlerini kabul et!.

Doğru bir hükümden ancak bu kadar yanlış bir sonuç çıkarılabilir.

İnsan bu ifadelerin yanlış olduğunu gösteren âyet ve hadîsleri sıralamak istese sayfalar yetmez. Bütün itikat suretlerinin bir heyulası haline gelmek gerekseydi eğer, peygamberlerin işi son derece kolay olurdu; Nasreddin Hoca gibi bütün kâfir ve müşriklere, “Sen de haklısın, sen de, sen de...” der geçerlerdi.

Fakat işin şaşılacak tarafı şu ki, “İslâm Düşüncesinin Yapısı” adıyla bir eser kaleme alarak İslâm düşünce geleneğindeki ana mecraları konu edinmeye yeltenmiş olan bir başka tasavvufçu akademisyen, Prof. Dr. Süleyman Uludağ, eserinin son iki sayfasında İbnü’l-Arabî’nin yukarıdaki sözlerine sarılabilmiş, bunu büyük bir hoşgörü vs. örneği gibi gösterebilmiştir.

Yani bu, İbn Arabî’nin şirk ve küfürden başka birşey olmayan şeytanî mugalatalarına eşsiz hikmet nazarıyla bakma saplantısı, “tasavvufçu”lar arasında “münferit” bir hadise değil.

*

Evet, Demirli, İbn Arabî’nin doğru laflarını da aktarıyor:

İbnü'l-Arabî, Varlık’ın hak yönünü müteal özelliklerle niteler ve bu noktada her türlü belirlenim ve sınırlamayı reddeder. Bu yönüyle Varlık, mutlaktır, münezzehtir, akıllarca idrâk edilemez, hakkında herhangi bir hüküm verilemez ve O’nun hakkında verilecek her türlü hüküm bir sınırlama ve inhisarı içereceği için mutlaklıkla çelişir. İbnü'l-Arabî’ye göre bu mertebede Hak için ‘mutlak’ demek bile bir sınırlamadır ve insanın bundan kaçınması gerekir.”

Burada büyük harfle yazılan “Varlık” (var olan) ile Allahu Teala kastediliyor.

Görüldüğü gibi, İbn Arabî bir yandan doğruları söylüyor, diğer yandan kendisiyle çelişip son derece yanlış laflar sarfediyor. Allah’ın “akıllarca idrak edilemeyeceğini” o anladıysa, pekala başkaları da anlayabilir.

Ayrıca, bu konuda herkesin aklının yetersiz olduğu, onların kendi kafalarından ürettikleri inançlara itibar etmemek gerektiği anlaşılmış olur.

Peki bu durumda, çıkıp, “O halde ey insan! Belirli bir inançla sınırlı kalıp diğerlerini inkâr etmeyesin! Böyle bir şey yaparsan pek çok iyiliği yitirirsin. Bütün itikat sûretlerinin bir heyula’sı haline gel diyerek, “bütün itikat suretleri”nden söz etmenin anlamı var mıdır?!..

Bunlar, Demirli’nin 14 sayfalık makalesinin sadece ilk iki sayfasındaki “facia”lar..

*

Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İbn Arabî için şöyle diyor:

İbn Arabî, Davud-i Zahirî tarafından kurulan ve Endülüslü İbn Hazm tarafından geliştirilen Zahiri mezhebine bağlanmıştı. Bunun için ibadette Zâhiri, itikadda (tasavvufta) Bâtınî idi denilmiştir. Ameldeki mezhebi Zahirî olan ve kıyası red­deden İbn Arabî'nin itikaddaki mezhebi ne Eş'arilikti ne de Maturidilik. Bu hususta o, selef akaidini benimsemiş ve bu çerçevede ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebine sâdık kalmıştı.

İbn Arabi’nin Eş’ari veya Matüridi olmadığı kesin ama, selefî ve/veya Ehl-i Sünnet’ten olduğu yanlış.

Selefî değil, çünkü selefin yolunu izlemeyen, selefe muhalefet eden biri..

Ehl-i Sünnet’ten de değil, çünkü Sünnet’e muhalefet ettiği ve “cemaat”ten ayrıldığı itikadî mevzular var.

Cehennem azabının devamlılığı meselesi bunlardan biri.

Görüldüğü kadarıyla S. Uludağ da, kafasındaki darmadağın bilgi yığınları arasında kaybolmuş, neyin Selefîlik vs. olduğunu bile karıştırmış durumda.

*

TDV İslâm Ansiklopedisinde İbn Arabî konulu maddede Prof. Dr. Mahmut Kaya tarafından belirtildiği gibi, aleyhinde fetva verenler, lehinde verenlerden fazladır.

Olumlu fetva veren İbn Kemal gibi isimlerin “İbn Arabî’nin bazı laflarının anlamı bellidir, bazılarını ise ehli anlar” diye özetlenebilecek yaklaşımı temelsiz ve delilsizdir, ve Saduddin Taftazanî’den Aliyyü’Kârî’ye, Halebî’’den Ömer Nasuhi Bilmen hocaya kadar pekçok alim bunu açıkça ifade etmiştir.

İbni Kemal gibilerin fetvası ilmî bir cevap değil, bir kanaat izharıdır.. Delilden mahrumdur.

Sözkonusu fetvasında İbni Kemal, İbnü’l-Arabî’nin “keramet” sahibi olduğunu da vurgulamaktadır.

Oysa, böyle bir mevzuda “keramet” delil olmaz. Nitekim, “Asıl keramet istikamettir” denilmiştir.

İbni Kemal’e özgü, “Kerameti var, o halde istikamet üzeredir” şeklindeki bir mantık, kabul edilemez bir akıl yürütüş biçimidir. (Üstelik, keramet diye anlatılan şeylerin bir kısmı “kendisinden menkul” saçmalar durumunda.. Bir kısmı da aptalca zorlama yorumlardan ibaret.. Başka yazılarımızda bunlara değinmiştik.)

İbn Arabî'yi savunan bir kitap yazmış bulunan İsmail Fenni Ertuğrul’un da, araştırmacı ve iyi niyetli bir insan olmakla birlikte, ‘bilimsel’ yöntemden habersizmiş gibi akıl yürüttüğü görülüyor. İtikadî konularda neyin delil olup olmayacağını ve usûl-ü fıkıhta ne tür delillere itibar edileceğini gözönüne almadan boş kuruntulara dayalı bir savunma yazmış durumda.

İbn Arabî, Hristiyanlık’taki Pavlus gibi (bilerek veya bilmeyerek) dini içeriden yıkmaya çalışmış bir sapıktır.

Günümüzde İngilizler’in (İngiliz istihbaratının, gizli servisinin) Ibn Arabi Society kanalıyla İslam dünyasına İbn Arabîcilik pompalamaya çalışmasının, uluslararası ün peşinde koşan dünyaperest akademisyenleri ulufeleriyle beslemelerinin ardındaki etken de budur.

Ne yazık ki, İngiliz ilke ve inkılaplarının İslam dünyasındaki yerli-milli taşeronları da “İngiliz abileri”nin izinden giderek paravan kuruluş ve medya organları vasıtasıyla aynı şeytanî projede “müttefik” olarak hizmet sunmaktadırlar.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...