UĞUR
MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 29
“İstanbul’a ilk defa 1918
senesinde gelmiştim.
Bir akşam üzeri Pera Palas
Oteli’nde oturuyordum.
Bir adam yanıma geldi ve bir
Türk generalinin benimle görüşmek istediğini söyledi.
İsmini sordum: Mustafa Kemal,
dedi.
O zamanlar Mustafa Kemal
adını daha ziyade mübhem bir şekilde işitmiştim.
Daveti memnuniyetle kabul
ettim.”
Bu sözler, bir İngiliz
gazeteciye ait.. G. Ward Price’a..
Yayınlayan, Ulus
gazetesi..
Gazetenin 23 Kasım 1938
tarihli sayısının 7’nci sayfasında yayınlanan “Meşhur İngiliz Gazetecisi
Ward Price’le Mülakat” başlıklı röportajda yer alıyor.
Selanikli Mustafa
Atatürk’ün ölümünden 13 gün sonrası..
Demek ki, Selanikli’nin
cenaze törenine katılmak için Türkiye’ye gelmiş olan Ward Price o dönemde çok
meşhurmuş.
Röportajda “Daveti
memnuniyetle kabul ettim” dese de, ilerde yayınlayacağı “Extra-special Correspondent” (Çok Özel
Muhabir) adlı hatıratında, Mustafa Kemal’in görüşme talebi konusunda İstanbul’daki
İngiliz istihbarat subayı Albay T.G.G. Heywood’a danıştığını ve onun
onay vermesi üzerine bunu kabul ettiğini belirtecektir.
(Bkz. Doç. Dr. Cemal Güven, Milli Mücadele’de Mustafa Kemal Paşa’nın Yabancılarla Temas ve Görüşmeleri, Konya: Eğitim Kitabevi Yayınları, 2012, s. 15-18.)
*
Selanikli, birçok
gazetecinin (özellikle de savaş şartlarında) istihbarat ve gizli servis
işlerine bulaşmakta olduğunu elbette biliyordu, çünkü zamanında kendisi de Trablusgarp’a
gazeteci görünümü altında gitmişti.
Price’a söylediklerinin
gerekli adreslere ulaşacağının farkındaydı elbette.
Ulaştı da..
Görüşme, 14 Kasım 1918
Perşembe günü Pera Palas Oteli’nde gerçekleşmişti. Mustafa Kemal’in
yanında (o sırada Osmanlı Devleti’nin henüz bir aylık Jandarma Genel Komutanı
olan) Albay Refet Bele de bulunuyordu.
Price’ın anlattığına
göre, Mustafa Kemal kendisine, Türkler olarak Birinci Dünya Harbi’nde yanlış
cephede savaştıklarını, “öteden beri dostumuz olan
İngilizlerle savaş yapmayı asla istemedikleri”ni söylemişti.
“Bu istenmeyen savaşa
girmemizde Enver Paşa başta olmak üzere Türkiye’deki Alman dostlarının etkisinin
ve baskısının rol oynadığını” belirtmişti.
“Artık savaşı kaybetmiş olduklarını ve uygulanan bu
yanlış siyasetin bedelinin Türklere ağır biçimde ödetileceği“ düşüncesini
taşıdığını ifade etmişti.
Anadolu’nun
müttefik devletler (İngiltere, Fransa ve İtalya) tarafından paylaşılacağını
bildiğini de sözlerine eklemişti.
Ayrıca, “Anadolu toprakları üzerindeki bir İngiliz
yönetimine karşı memnuniyetsizlik gösterilmemesi gerektiğini” öne sürmüştü.
*
Selanikli’nin bütün
bunları niçin söyleme ihtiyacı duyduğu akla gelebilir.
Gerçekten de,
söyledikleri, malumu ilam ya da lüzumsuz spekülasyon olarak
değerlendirilebilecek türden laflar.
Ancak, Selanikli’nin
vermek istediği asıl mesaj başkaydı.. Bunlar peşrevden ibaretti.
İngilizler’den bir talebi vardı.
Söylediğine göre, onların, “Anadolu
için bir sorumluluk kabul ettiklerinde tecrübeli Türk valileri ile
işbirliği içinde çalışmak ihtiyacını duyacaklarını”
tahmin etmekteydi.
Price’a verdiği mesaj
şuydu: “Böyle bir yetki dahilinde hizmetlerimi arz edebileceğim
münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim.”
Evet, “Bir işbirliği çerçevesinde İngilizler tarafından verilebilecek
bir valilik görevini kabul edebileceğini” belirtiyordu.
*
Price, görüşmeden sonra, İngiliz istihbarat subayı Albay Heywood‘a bu talebi
iletmişti.
Anılarınnda
belirttiğine göre, Albay Heywood ona, “Mondros
Mütarekesi’nden sonra (Ki yapılalı henüz üç haftayı bulmamış durumdaydı) kendileri için bir iş arayan birçok Türk subayının bu
tür beklentiler içerisinde olduklarını” bildiklerini söylemiş, “Selanikli’nin
talebi üzerinde durmadığını” belirtmişti.
Price, o gün
Selanikli’nin yanında gördüğü Albay Refet Bele’yi, İkinci Dünya Savaşı ‘ndan
sonra İstanbul’da emekli subay Refet Paşa olarak ikinci kez görecekti.
Sohbetleri sırasında
söz ilk görüşmelerine de gelecek, Refet Paşa, Mustafa Kemal’in İngilizlerden
görev talebiyle ilgili olarak, “onun o kabul edilmeyen
hizmet [valilik] teklifinde samimi olduğunu” söyleyecekti.
(Bkz. Güven, a.g.e., s. 15-18.)
*
Teklifin kabul
edilmemiş olması tespiti sadece kısmen doğruydu.
Olan biteni
Selanikli’nin sağ kolu, başbakanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı,
Cumhuriyet’in ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü, 1973 yılında şu şekilde
özetleyecekti:
"İstiklal
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve
diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
Selanikli’nin
İngilizler’e yaptığı “işbirliği” teklifi kabul edilmiş, fakat bunun “İngiliz
valiliği” şeklinde olması uygun görülmemişti.
Bir danışıklı dövüş
sergilenecek, Selanikli görünüşte İngiltere ve müttefikleriyle çatır çatır
mücadele edip Anadolu’yu kurtaracak, böylece “vatan kurtaran kahraman”
haline getirilecek, fakat İngiltere Dışişleri Bakanı’nın (ayrıntılarını önceki
bölümlerde anlattığımız) “yeni Türkiye” projesini hayata geçirecekti.
Curzon ilke ve
inkılapları, Atatürk ilke ve inkılapları adı altında
Türkiye halkına, Türk milletine dayatılacaktı.
Ve bütün bunlar “milli
irade” ve “millet hakimiyeti” palavrası ile millete zorla
yutturulacaktı.
Görünüşte “Hakimiyet
kayıtsız şartsız milletindir” olacaktı.
Ama hangi
milletin?
Orwell gibi
söylersek, bazı hukuk devletlerinde “bütün insanların eşit, bazılarının daha
eşit” olması gibi, bazı milletler "daha millet" olabilir
miydi?
"Türkiye'de
bir millet vardır dediler, bir millet vardır milletten içerü"
diyebilir miydik?
Atatürk (yani
Curzon) ilke ve inkılapları, hangi milletin kayıtsız şartsız hakimiyeti
anlamına geliyordu?
Türk
milletinin mi, İngiliz milletinin mi?
“Kafdağı’nı
assalar belki çeker de bir kıl,
“Bu
ifritten sualin kılını çekmez akıl!”
*
Curzon-Selanikli
işbirliği İkinci Adam İnönü’nün
beyanıyla sabit olduğu halde, Price’ın Albay Heywood’un “işbirliği
tekifleri üzerinde durmadıkları” şeklindeki açıklamasıyla konuyu kapatmasını
nasıl yorumlamak gerekir?
Burada iki ihtimal var:
Birincisi, Price’ın gerektiğinde istiharatçılarla da
görüşüyor olsa da, profesyonel bir ajan olmaması, sadece gözlemlerini ve
duyduklarını haberleştirmekle yetinen bir gazeteci olması.
İkinci ihtimal, sadece gazeteci değil, aynı zamanda ajan
olması, ve bir taraftan İngiltere’nin ulusal çıkarları gereği (Selanikli’ye
yapılan taahhütler çerçevesinde) İngiliz-Selanikli işbirliğinin
üstünü örterken diğer taraftan da Selanikli’nin karizmasına (İngiltere’yi bu
türden katakullilere tenezzül etmez gösterecek şekilde) ufak bir çizik atmak
istemiş olmasıdır.
Hangisinin doğru oldunu Allah Azze ve Celle bilir.
Ancak, hangi ihtimal doğru olursa olsun,
Selanikli’nin teklifinin değerlendirilmesine karar verilmesi durumunda söz
konusu albayın Price’a başka türlü bir açıklamada bulunması mümkün olamazdı.
*
Olamazdı, çünkü böylesi operasyonlar yüksek
dereceli gizlilik ister ve o operasyonda yer almayacak herkesten saklanır.
Hatta belki söz konusu albaya bile işin aslı
söylenmemiş olabilir..
Böylesi büyük operasyonlarda olay görünüşte kapatılır,
ve görevi, asıl bilmesi gerekenler devralır.
Nitekim, Selanikli olayında sonraki süreçte devreye
(İngiltere’nin İstanbul Büyükelçiliği’nin rahibi kılığında kendisini
kamufle eden) İngiliz Gizli Servisi’nin / İstihbarat Teşkilatı’nın İstanbul
şefi Robert Frew’nun (Fro) girdiğini ve Selanikli ile “başbaşa gizli”
görüşmeler yaptığını (Selanikli’nin Nutuk’taki itirafıyla)
biliyoruz.
Ancak Selanikli, Nutuk’unda, “bir
iki defa” görüştüğünü söylediği Frew’nun (sıradan bir ajan da olmadığı
halde) ajanlık yönünü saklıyor, onu basit bir maceraperest gibi gösteriyor.
Anlaşılabilir bir durum.
Bu "bir iki kez", Rauf Orbay’ın anılarında “iki
üç kez”, Selanikli’nin yaveri Cevat Abbas’ın hatıratında ise “fasılalı
tarihlerde” yapılan görüşmeler halini almış bulunuyor.
*
Selanikli’nin ajan Frew ile en az üç defa
görüşmüş olması gerekiyor.
İmdi, 18 Kasım’da Selanikli teklifini Price’a
ilettikten sonra İngiltere Büyükelçiliği konuyu değerlendirmeye alıp
hummalı bir çalışmaya girişmiş olmalıdır.
Birincisi, bunun Padişah Vahideddin’in ve Osmanlı
Hükümeti’nin kendilerine yönelik bir yoklaması, sondajı ya da oyunu
olup olmadığını anlamaya çalışmışlardır.
İstanbul’daki ajanlarından Selanikli hakkında bilgi
toplamalarını istemişlerdir: Ne yer ne içer, nasıl bir karaktere sahiptir,
hobileri fobileri nelerdir, neleri sever nelerden nefret eder, nasıl bir
zihniyete sahiptir, yakın dostları kimlerdir, yaşayışı nasıldır, ne gibi
alışkanlıkları bulunmaktadır?..
Böyle bir araştırma sonucunda, Enver’le rekabet
eden bir İttihatçı olduğunu, büyük ihtiraslarının ve muazzam bir makam
mevki sevdasının bulunduğunu, gençliğinden itibaren kafayı çekmeye ve
kadınlarla dansa düşkünlüğü ile tanındığını, (Falih Rıfkı’nın dile
getirdiği üzere) İttihatçılar’ın onu “sarhoş, sefih, ahlâksız, haris
(hırslı, ihtiraslı) ve fırsatçı” olarak nitelendirdiklerini, Fevzi (Çakmak)
ve İsmet (İnönü) gibi isimlerin de onu “menfaat düşkünü ve muhteris”
olarak tanıdıklarını öğrenmiş, ve böylece muhtemelen “Tamam, bu adam tam
bize göre, kullanılmaya müsait, kişilik olarak buna elverişli” demiş
olmalıdırlar.
Bunun ardından Frew, Selanikli’yi bizzat
kendisi ölçüp tartmak, tanımak, test etmek, sorular yöneltip konuşturmak için
onunla ilk “başbaşa gizli” görüşmesini gerçekleştirmiştir.
Bu hazırlık çalışmaları yapıldıktan sonra konu
ayrıntılı bir raporla Londra’ya, İngiltere Dışışleri Bakanlığı’na,
yani İngiliz Hükümeti’ne arzedilmiştir.
İşin bu aşaması birkaç haftayı bulmuştur.
Elçiliğin gönderdiği raporu hem Lord Curzon
hem de Dışişleri Bakanlığı’ndaki Türkiye uzmanları dikkatle okumuş, daha
sonra bu konudaki mütalaalarını dile getirip bu kullanışlı şahıstan
nasıl istifade edilebileceği konusu üzerinde kafa yormuşlardır.
*
O sırada Lord Curzon, İngiliz Savaş Kabinesi’nin Türkiye
politikasından sorumlu Doğu Komitesi Başkanı olması hasebiyle, konu
hakkında son sözü söyleme konumundadır.
Kafasında
hem İslam dünyası hem de Türkiye ile ilgili bir gelecek vizyonu
mevcuttur..
Curzon’un bilmek isteyeceği
hususları tahmin edebiliyoruz:
Selanikli,
kendilerinin (İnönü’nün itiraf etmiş bulunduğu gibi) destekleyeceği (sahte)
bir istiklal mücadelesi başlatabilir ve Anadolu’da bir millet meclisi
toplamak suretiyle “millet iradesi” kalkanının ardına sığınarak Osmanlı
padişahına ve hükümetine başkaldırma cesareti ve becerisi gösterebilir miydi?
Bu
meclisi topladıktan sonra (Türkiye halkını temsil eden o meclis kararıyla)
Osmanlı padişahını artık tanımadığını, saltanatı kaldırdığını ilan edebilir miydi?
Yönetim
şekli cumhuriyet olan yeni bir devlet kurduğunu açıklayabilir miydi?
Hilafet
kurumuna son verebilir
miydi?
Yeni
devletin başkentinin Anadolu’da olmasını sağlayabilir miydi?
Boğazlar’da
uluslararası bir komisyonun söz sahibi olmasına evet diyebilir miydi?
Ayasofya’nın bir cami değil de
tarihî anıt olarak koruma altına alınması konusunu halledebilir miydi?
Türkiye
halkına Curzon ilke ve inkılaplarını dayatmak suretiyle bir batılılaşma
hamlesi başlatabilir miydi?
Türkiye’nin
İslam dünyasından uzaklaşmasını, kültür olarak Batı’ya yönelmesini ve “uygarlaşması”nı
temin edebilir miydi?
Hepsinden
önemlisi, bütün bunları yaparken sanki bunları (TBMM’deki vekilleri
vasıtasıyla) bizzat Türk milleti istiyor, Türkiye halkı yapıyor gibi
gösterebilir, olayın gerisindeki “İngiliz aklı”nı perdeleyebilir miydi?
Evet,
Selanikli bu zorlu, birçoklarına göre hayalperestçe (Ki, Selanikli Erzurum’da
gizli gündemini açıkladığında Mazhar Müfit böyle değerlendirmişti)
görevin üstesinden gelebilir miydi?
*
İşte,
Frew ile Selanikli arasında gerçekleşen ikinci “başbaşa
gizli” görüşmede bu sorular etrafında fikir alışverişi yapılmış olmalıdır.
Selanikli,
kendisine güveninin tam olduğunu, İngilizler’in de ona güven duyması
gerektiğini, Osmanlı subaylarını ve Türkiye halkını iyi tanıdığını, onları
nasıl idare edeceğini ve idealleri doğrultusunda nasıl “gaza getirip”
kullanacağını çok iyi bildiğini söylemiş olmalıdır.
Ayrıca,
ülkenin yedi yıldır savaş yaşadığını, halkın fakir olduğunu, ordunun
savaşmaktan yorulduğunu, bu yüzden İngilizler’in (kendisinin bir meclis
kurmasının akabinde) acilen barış yapması gerektiğini, kendisinin elinin
Osmanlı hükümetine karşı ve padişaha karşı güçlendirilmesi için bazı
başarılar göstermesine yardımcı olunmasını talep etmiş olmalıdır.
Selanikli,
kendisine verilecek desteğin, yapılacak “örtülü” yardımın ayrıntıları ve
boyutları konusunda da bilgi sahibi olmak istemiştir elbette.
Böylece
konu, Lord Curzon’un önüne ikinci kez gitmiştir.. Gitmiş olması gerekir..
Gitmeden olmaz.
*
Frew
ile Selanikli’nin üçüncü “başbaşa gizli” görüşmesinde artık plan
netleşmiş olmalıdır.
Buna
göre, İngilizler Selanikli’yi adamdan saymayan ve dolayısıyla “istiklal
mücadelesi” sırasında ve sonrasında ona sorun çıkaracak, ayak bağı olacak dişli
budaklı kişileri tutuklayıp Malta’ya sürecek, İttihatçı örgütlenmesini
dağıtarak araziyi temizleyecekler, böylece onun önünün açılmasını
sağlayacaklardır.
Ayrıca,
Selanikli’nin Anadolu’ya usturuplu bir biçimde intikali temin edilecektir.
Peki
bu nasıl yapılacaktır?
Selanikli’yi
İngilizler Anadolu’ya gönderseler orada Sarı Çizmeli Mustafa Ağa olarak
kaybolup gitmesi mukadderdi..
Dolayısıyla,
Osmanlı padişahına ve hükümetine bir oyun oynamak, Selanikli’nin “vatan
kurtaracak potansiyel kahraman” olarak Anadolu’ya gönderilmesini sağlamak
gerekiyordu. Bunu ayarlayacaklardı.
(Nitekim
sonraki süreçte Osmanlı hükümetinin Doğu Karadeniz’e yetkili birini
göndermesini isteyen, İngilizler’di. Padişah ve hükümet, akıllarınca bu talebi
bir fırsata çevirerek İngilizler’e oyun oynamak istediler. Bunun, iyi
hazırlanmış bir tuzakta sunulan yem olduğunu anlayamadılar. İngilizler,
muhataplarının akıl yürütüş biçimini de, onları nasıl manipüle edeceklerini de
gayet iyi biliyorlardı.)
*
Burada
en önemli husus, Selanikli’nin İngilizler’le anlaşmış ve onların desteğini
alarak yola çıkmış olduğunun kimse tarafından bilinmemesiydi.
İsmet
İnönü
bunu sonradan anladıysa da artık atı alan Üsküdar’ı geçmiş, herşey olup bitmiş,
dönülmez akşamın ufkuna gelinmiş durumdaydı.
İngilizler
ve Selanikli, “danışıklı dövüş” oyununu o kadar iyi oynadılar ki, işin
içyüzünü Kâzım Karabekir bile anlayamadı.. Yazdıklarından bu sonuç
çıkıyor.. Dolayısıyla, İnönü’nün zekâsının hakkını teslim etmek
gerekiyor. Muhtemelen İnönü, Selanikli’nin İngilizler’in suyuna gidiyor
olmasını başlangıçta “çaresizlikten kaynaklanan tavizler” olarak
değerlendiriyordu. İngilizler Selanikli’yi Dizbağı Nişanı’na layık
gördüklerini açıklayınca laf sokuştururcasına ona bunun nerden icab ettiğini
sormuş olması, belki de, o sıralarda artık meselenin “çaresizlikten verilen
tavizler” değil, “önceden yapılan vaadlerin yerine getirilmesi” meselesi olduğunu
anlamaya başlamasından kaynaklanıyordu.
Bu
danışıklı dövüşün farkında olanlardan biri, sıradışı keskin bir zekâya
sahip olan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’ydi, fakat ona da kulak
veren olmamıştı. Her ne kadar memlekette tek tük de olsa Mehmed Zahid Kotku rh.
a.’in şeyhi Mustafa Feyzi Tekirdağî k. s. gibi kalp gözü açık firaset ve
basiret sahibi zatlar da vardıysa da, onlar da kimseye laf dinletemiyorlardı.
İstiklal Harbi yıllarında Mehmed Zahid Efendi İstanbul’da askerdi;
Anadolu’ya geçmek için hocasından izin istediğinde “Orada İngiliz’in bir
oyunu var” cevabını almıştı.
*
Selanikli’nin
danışıklı dövüş çerçevesinde İngilizler’e ve müttefiklerine meydan
okuyan kahraman gibi gösterilmesi yeterli değildi, bunun yanısıra Padişah
Vahideddin’in de vatan haini konumuna düşürülmesi gerekiyordu.
Bunun
için atılacak adım ise şuydu: Padişah’tan, görünüşte İngilizler’in hedefi ilan
edilen Selanikli’yi engellemeye çalışması istenecekti.
Böylece
Padişah İngiliz işbirlikçisi gibi görünürken, Selanikli de İngilizler’in
korkup engellemeye çalıştığı bir kurtarıcı zannedilecekti.
*
Burada
temel mesele, Selanikli’ye Anadolu’da bir millet meclisi oluşturma ve buna
dayanarak “milli irade, millet hakimiyeti” nutukları atma fırsatı
verilmesiydi..
Bu
nokta önemliydi, çünkü Osmanlı Devleti’ne ve Osmanlı hanedanının
liderliğine son verilirken “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”
mottosunun kalkan yapılması gerekiyordu?
Peki,
Yunan’ın Anadolu’ya çıkarma yaptığı, İtalyanlar’ın Konya’ya kadar
uzandığı, Fransızlar’ın Maraş’a kadar ilerlediği bir ortamda Selanikli böyle
bir meclis oluşturmaya ve böylece millet iradesine dayandığını söylemeye nasıl
zaman ve imkân bulacaktı?
Bu
noktada Curzon’un (Frew vasıtasıyla) Selanikli’ye güvence vermiş
olduğunu düşünmek için yeterince neden var.
Esasen,
yeğeni Yarbay Rawlinson vasıtasıyla Karabekir’le bile anlaşmaya
çalışmış olan Curzon’un Selanikli’yi ihmal etmiş olması eşyanın tabiatına
ve hayatın olağan akışına aykırıdır.
Hayatın
olağan akışına aykırı bir başka husus da, İstanbul’dayken İngiliz subaylarıyla
birlikte Pera Palas’ta ikamet etmeyi içine sindiren, ev sahibi gibi bir
konumda olması hasebiyle centilmenlik yapıp onlara kahve ikram etmeyi şeref
addeden, Rahip Frew ile de başbaşa gizli görüşmeler yapmakta bir beis
görmeyen, Cumhuriyet’in ilanından sonra da İngilizler’le can ciğer kuzu sarması
dost olmak için bir saniye bile beklemeyecek olan Selanikli’nin, Erzurum’da Rawlinson’a
(üstelik bir de Lord Curzon’un yeğeniyken) diplomatik teamülleri bir yana
bırakarak kaba ve sert, ve aklı başında bir siyasetçinin yararsız, gereksiz
ve hikmete aykırı bulup yapmayacağı şekilde ters davranabilmiş olmasıdır.
Burada
hayatın olağan akışına aykırı olmayan nokta ise, bizim insanımızın iflah
olmaz saflığı ile böylesi teatral numaralara hemen aldanması, çok kolay
kandırılabilmesidir.
Evet,
Curzon’un Selanikli’ye daha İstanbul’dayken İtalyanlar ve Fransızlar’ın daha
ileriye gitmeyecekleri, hatta çekilecekleri güvencesini vermiş olması
gerekiyor. (Ki İnönü meşhur demeci ile buna işaret ediyor. Nitekim İtalyanlar
kendiliklerinden çekildiler, Fransızlar ise Selanikli’nin dahli olmaksızın halk
tarafından püskürtüldü, ve olayın üstünde fazla durmadılar, Selanikli ile
Ankara Antlaşması’nı yaptılar.)
Curzon’un
Yunan cihetinden de Selanikli’nin gönlünü ferahlatmış olması gerekiyor. (Yunan’ın
Milne Hattı ile İzmir sınırında bekletilmesinin, Anadolu içlerine yürümesine
izin verilmemesinin başka bir izahı yok. Yunan’ın sonradan Polatlı’ya kadar
gelmesinin nedeni ise, önceki bölümde açıkladığımız gibi başa İngiliz karşıtı
Kral Konstantin’in geçmiş olmasıydı.) Selanikli, Milne Hattı sayesinde bir
yıl boyunca Yunan cihetinden emniyet ve selamette oldu, Erzurum, Sivas ve
Ankara’da aheste aheste kozasını ördü.
*
Tabiî
olayın bir de işgalci güçlerin Osmanlı Devleti ile masaya oturup bir barış antlaşması
yapması boyutu vardı.
Şayet
Selanikli Anadolu’da bir millet meclisi toplamadan bir barış antlaşması
yapılmış olsaydı, Selanikli için manevra alanı ve zamanı kalmayacaktı.
İşte
bu noktada Curzon devreye girerek, (önceki bölümlerde anlattığımız gibi)
olmayacak dua kabilinden bir Amerikan mandası meselesi ortaya atıp görüşmeleri çıkmaza soktu.
Bu
manda meselesi gündemden düşüp yine asıl ajandaya dönüldüğünde Selanikli çoktan
atı alıp Üsküdar’ı aşmıştı. (Curzon’un niyeti, yeğeni Yarbay Rawlinson’la
Karabekir’e ilettiği mesajında dile getirdiği gibi, nihaî barışı Selanikli
ile yapmaktı. Bu yüzden Sevr’de abuk sabuk maddeler öne sürerek
Padişah’ı ve Osmanlı hükümetini iyiden iyiye zor duruma düşürdü ve Selanikli’nin
elini onlara karşı güçlendirdi.)
*
Curzon’un
Selanikli İstanbul’dayken ona başka destek sözleri de vermiş olması
gerekiyor.
Mesela,
Osmanlı devlet çarkını (Meclis-i Mebusan, Genelkurmay, Savunma
Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı vs. ekseninde) işlemez duruma sokma ve
böylece Selanikli’yi doğal otorite haline getirme sözü vermiş olmalıdır.
TBMM’nin
Ankara’da toplanmasının arefesinde İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ın (Milletvekilleri
Meclisi’nin, Osmanlı parlamentosunun) kapatılıp dağıtılmasının, üyelerinden bazılarının tutuklanıp Malta'ya sürülmesinin, Savunma Bakanlığı’nın
ve Genelkurmay’ın basılıp kapılarına kilit vurulmasının başka bir izahı yok.
İngilizler’in
attığı bu adımlar yüzünden, mebusların (milletvekillerinin) tutuklanmayan ve Malta’ya
sürülmeyenleri yangından kaçarcasına Ankara’ya gidip doğal üye olarak TBMM’de boy gösterdiler ve
böylece bu yeni meclisin meşruiyetine, arayıp da bulamayacağı bir destek
sunmuş oldular.
Meclis-i
Mebusan’ın kapatılması, Selanikli’nin başında bulunduğu TBMM’yi rakibinden kurtardı,
alternatifsiz hale getirdi..
Kim
sayesinde?.. İngiliz sayesinde..
Savunma
Bakanlığı’nın, Genelkurmay’ın ve İçişleri Bakanlığı’nın çalışamaz hale
getirilmesi ise, Anadolu’daki bütün askerî erkânın ve mülkî amirlerin
(valilerin, kaymakamların) çarnaçar yönlerini Ankara’ya dönmelerine yol açtı.
İstiklal
mücadelesinin İsmet Paşa’sı haksız değil, İngiliz’in Selanikli’ye “istiklal
mücadelesi”nde verdiği destek büyük oldu..
Çok
büyük..
İnönü, 50 yıl sonra da olsa
açık konuştu, acı gerçeği bütün çıplaklığıyla ortaya sererek devasa yalanlar balonunu küçük
bir dokunuşla patlatıp yerle yeksan etti.
*
Selanikli’nin Price’la olan görüşmesinin şahidi Refet Bele’ye gelince; İnönü gibi
açık konuşmaya cesaret edemedi.
Edebilecek kadar uzun yaşayamadı.
Ondan kalan, Münevver Ayaşlı‘ya
söylediği “boynu bükük ve sefil”, melul mahzun birkaç cümle:
“Ben … kendisinden rica ederdim:
– Paşam, ne olur, hatıratınızı yazsanıza,
niçin yazmıyorsunuz? Bilinmeyen bir çok meselelerin iç yüzünü biliyor, karanlık
kalmış hadiseleri aydınlatıyorsunuz. Bunların kapalı kalması … yazık değil mi?
O zaman Refet Paşa susar, acı acı
güler:
– Bu milletin her şeyi yıkılmış, bir İstiklal Harbi ayakta,
hatıralarımı yazayım da, onu da ben mi yıkayım? derdi.”
(Münevver Ayaşlı, İşittiklerim… Gördüklerim… Bildiklerim…, İstanbul,
1973, s. 9.)
Refet Paşa İstanbul-Beşiktaş
doğumlu, fakat çocukluğu Mustafa Kemal gibi Selanik’te geçmiş..
Doğum tarihleri
de aynı: 1881.
Selanikli’yle
birlikte Samsun’a çıkanlardan..
İstiklal
mücadelesi sırasında, 6 Eylül 1920 - 18 Mart 1921 ve 30 Haziran
1921 - 10 Ekim 1921 tarihleri arasında İçişleri bakanıydı. Yine, 5
Ağustos 1921 - 10 Ocak 1922 tarihleri arasında da Milli Savunma bakanı
olarak hükümetteydi.
Ancak,
zaferden sonra, Selanikli’nin giderek diktatörleştiğini gördüğü ve
“inkılaplar”a içerlediği için Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın
kurucuları araında yer aldı.
Tahmin
edilebileceği gibi İzmir Suikasti girişimi bahanesiyle idam talebiyle
yargılandı, terbiye edildi.
*
Samsun’a
çıkarken niyeti (İngilizler’le kotarmış olduğu “işbirliği anlaşması”
çerçevesinde) Osmanlı Devleti’nin varlığına son vermek olan Selanikli’nin, Erzurum
Kongresi sırasında bir gece hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya’ya
bu “gizli gündem”ini açıklamış olduğunu biliyoruz.
Ancak, tam
güvenmediği kişilere açılmıyor, takiyye yapıyor, yalan söylüyor ve
(Mazhar Müfit’in ifadesiyle) müftü efendi ağzıyla dindarca konuşuyordu.
Refet Paşa
da, tam güvenmediği kişilerdendi.. Ancak, milleti peşinden sürükleyebilmesi
için ona ve onun gibilere ihtiyacı vardı.
Ve onlara tam
güvenmemekte haklıydı.. Çünkü, sonraki süreçte, Curzon ilke ve inkılaplarına
bir şekilde tepki gösterdiler.
Refet Paşa da
aynı durumdaydı.
Torunu Refet
İlban, bu gerçeği şu şekilde dile getiriyor:
“Atatürk’ün Cumhuriyet fikirleri ortaya çıkınca burada
dedemle bir anlaşmazlığa
düşüyorlar. Zaten memleketin başında Padişah var, bu iş nasıl olur diye.
Doğal olarak böylesine önemli geçiş dönemlerinde bu tarz fikir ayrılıklarının olması kaçınılmaz.”
(Halit Kaya, Refet Bele’nin Askerî ve Siyasî Hayatı,
Ankara: Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü, yüksek lisans tezi,
2008, s. 213.)
*
Selanikli’nin,
(Price vasıtasıyla İngilizler’e ilettiği işbirliği teklifi çerçevesinde)
İngiliz Gizli Servisi’nin (İstihbarat Teşkilatı’nın) İstanbul şefi
Robert Frew ile yaptığı görüşmelerin bir anlaşma ile neticelenmesinin, iki
aylık bir zaman dilimine ihtiyaç göstermiş olduğu tahmininde bulunabiliriz.
Frew’nun her görüşmenin ardından bir rapor
hazırlayıp Londra’daki karar mercîlerine göndermesi ve oradan gelen
talimatlar çerçevesinde Selanikli ile oturup yeniden bir durum değerlendirmesi
yapması, ve nihayet varılan mutabakat çerçevesinde Londra’da bir yol
haritasının hazırlanması, iki ayı bulmuş olmalıdır.
Dolayısıyla,
bu iki aylık sürenin sonunda, yani 1919 yılının Ocak ayı sonlarına doğru
hem İngilizler’in izlediği politikada hem de Selanikli’nin tavırlarında, bu
gizli anlaşmaya bağlı olarak bazı radikal değişiklikler yaşanmış olması
gerekiyor.
Bir sonraki
yazıda bu nokta üzerinde durmaya çalışalım inşaallah.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder