https://archive.org/details/ataturk-ingiliz-ajani-miydi-tartismasi
https://www.academia.edu/143348072/Atat%C3%BCrk_%C4%B0ngiliz_Ajan%C4%B1_m%C4%B1yd%C4%B1_Tart%C4%B1%C5%9Fmas%C4%B1
ATATÜRK
İNGİLİZ AJANI MIYDI TARTIŞMASI
Dr. Seyfi SAY
Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.
El-hamdu li’llâhi Rabbi’l-‘âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmu
‘alâ Rasûlinâ Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve sahbihî ecma’în.
İÇİNDEKİLER
ATATÜRK, İNGİLİZ
İSTİHBARATI’NIN İSTANBUL ŞEFİYLE NE KONUŞMUŞTU? 4
ATATÜRK
MÜ YALANCI, RAUF ORBAY MI? 17
İNGİLİZ’İN AJANLAŞTIRMA SATRANCINDA
ATATÜRK “ŞAH” AJAN, SAİT MOLLA DA PİYON MUYDU? 32
BELGELER, KENDİ KONUŞMALARI, AKIL, MANTIK, YANİ BİLİM YALANLARIN
ÖNDERİ “ULU YALAN” ATATÜRK’ÜN İNGİLİZ AJANI OLDUĞUNU SÖYLÜYOR 54
İNGİLİZ
İSTİHBARATI’NIN “UYDULAŞTIRMA OPERASYONU”NA “İSTİKLÂL HARBİ” ADINI VERMEK 68
BÜTÜN ZAMANLARIN EN KUSURSUZ KUMPASI:
İNGİLİZ’İN ULU YALAN ATATÜRK’LE OSMANLI’YA OYNADIĞI OYUN 86
DEFOLU DAHİ,
VAHİDEDDİN’İ ECNEBİ HÜKÜMETLERİN YÜZÜNCÜ DERECE ALETLERİYLE TEMAS ARAMAKLA
SUÇLUYOR. KENDİSİ DURURKEN BAŞKA ALETE İHTİYAÇ MI VARDI? 103
ATATÜRK: İNGİLİZLER’LE
ANLAŞMAK LÂZIMDIR.. VAHİDEDDİN:
MEMLEKETİ KURTARMAK LÂZIMDIR 124
DEDİM: N’OLUR VALİNİZ OLAYIM..
O DEDİ: YOH YOH, SANA KENDİ DEVLETİNİ KURDURMA KARARI ALDIK 133
VAHİDEDDİN’E GÜLME, ONUN ŞAHSINDA İHANETE
UĞRAYAN MİLLETÇE SENSİN! 149
*
ATATÜRK, İNGİLİZ
İSTİHBARATI’NIN İSTANBUL ŞEFİYLE NE KONUŞMUŞTU?
Bir adam ki, son
padişah Vahideddin’e gönderdiği telgrafta kendi isminin başına “Kulunuz” kelimesini yazıyor.
Bir adam ki
Vahideddin’e “Padişah Hazretleri” diye hitap ediyor.
Bir adam ki, Padişah’a
çektiği telgrafa (sadeleştirilmiş şekliyle) “Büyük ulusun ve
kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun”
diyerek başlıyor.
Bir adam ki aynı
telgrafta, Padişah’la yaptığı görüşme için “huzurlarınıza kabul edilmek
onurunu kazandığımda” ifadesini kullanıyor.
Bir adam ki
Vahideddin’e “Yüce Padişahım” diyor, “kutsal kalbiniz”
diyor.
Diyor da diyor..
Bu adam kim olabilir?
*
Vahideddin için bu
ifadeleri kullanan kişi ne Şeyhülislam Mustafa Sabri
Efendi, ne Said-i Nursî,
ne İskilipli Atıf Hoca..
Bu lafların sahibi,
sonradan Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal..
Mustafa Kemal‘in
Vahideddin için böylesi ifadeler kullandığını kimden öğreniyoruz peki?
Kadir Mısıroğlu‘ndan
mı, Mustafa Armağan‘dan mı, kimden?
Sizleri merakta
bırakmayalım, yine Mustafa Kemal‘den
öğreniyoruz.
Peki, hangi kaynakta
geçiyor bu ifadeler? Nutuk‘ta mı?
Bir nutukta geçtiği
doğru, fakat bildiğimiz uzun nutukta değil, daha kısa bir nutukta.
TBMM’nin ilk kez
toplandığı 23 Nisan 1920 tarihinden bir gün sonra, yani 24 Nisan’da yaptığı
açılış konuşmasında geçiyor.
*
Mustafa Kemal’in bu
konuşmasının sadeleştirilmiş hali, tbmm.gov.tr‘de ATATÜRK’ÜN 24 NİSAN 1920 TARİHLİ
MECLİS KONUŞMALARI başlığı
altında yer alıyor(du).
Orijinali de
var(dı): https://www5.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/24_04_1336.pdf
Mustafa Kemal, nutkuna,
“Muhterem milletvekilleri! Bugün içinde bulunduğumuz durumu büyük
Meclisinizin huzurunda tam olarak ortaya koyabilmek için bazı açıklamalarda
bulunmak istiyorum” diyerek başlamış.
Girizgâhtan sonra şöyle
diyor:
“Yüce
makamlarınızca da bilindiği gibi, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, milli temele
dayanan (milliyetler esasına müstenit) âdil bir barışı sağlayabilmek umudu ile
ateşkes istedi (mütarekeye talib oldu). Bağımsızlığı uğrunda dürüst ve cesur
bir biçimde savaşan ulusumuz, 30 Ekim 1918 tarihinde imza edilen ateşkes
antlaşması ile silahını elinden bıraktı.”
Mustafa Kemal’in sözünü
ettiği ateşkes, Mondros Mütarekesi.
Sözlerinin devamı
şöyle:
“İtilâf
[İngiliz, Fransız, İtalyan] donanmaları İstanbul’a girdikten sonra ateşkes
antlaşmasının hükümleri bir tarafa bırakıldı; gün geçtikçe artan bir
şiddetle, saltanat hakları (hukuk-u saltanat),
hükümetin gururu (haysiyet-i hükümet), milli onurumuz hiçe sayıldı. (…)
“Yabancı
kuvvetlerin işgali altında inleyen başkentimizde kan ağlayan bütün
onurlu kişiler, millet aydınları, din ve devlet hizmetlerinin
önde gelen kişileri, büyük hilâfet ve saltanat
makamı milli bağımsızlığımızın bu tehlikeli durumdan
kurtarılmasının ancak milli vicdandan doğan birliğin azim ve iradesine bağlı
bulunduğuna iman getirdiler. Fakat İstanbul’un baskı ve
işgal altında bulunması sebebiyle milli onuru korumaya (icâbât-ı
hamiyyeti ifaya) maddeten olanak kalmamıştır.”
Yani Mustafa Kemal,
başta Padişah Vahideddin olmak üzere İstanbul’dakilerin
yabancı (ecnebî) kuvvetlerin işgali altında inlemekte ve kan ağlamakta olduklarını,
hamiyyetin gereğini yapmaya maddeten imkân
bulamadıklarını gayet iyi bilmektedir.
Hamiyyet
(hamiyet) TDK Sözlüğü‘ne göre, “Bir
insanın kendi yurdunu, ulusunu ve ailesini koruma çabası” demek oluyor.
Mustafa Kemal,
sözlerini şöyle sürdürüyor:
“İşte
bu sırada, Anadolu’ya mülki ve askeri işlerle görevli olarak ordu
müfettişliğine atandım. 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’u terk ettim, Samsun’da bu
iş için görevlendirilmemi, din ve millete hizmet etmek
için en büyük ve kutsal bir şeref olarak kabul ettim (en büyük bir mazhariyyet-i ilahiyye addeyledim) [Burada
sadeleştirmenin pek başarılı ya da usulüne uygun yapılmadığı anlaşılıyor].
“Milli
vicdanın büyük iradesine bağlı olarak, milleti bağımsız ve vatanımızı
düşmanlardan arınmış görünceye kadar çalışmak andıyla 16 Mayıs 1919 günü
İstanbul’dan ayrıldım. Samsun’da işe başladım. İlk düşüncem, ülkemizde
güvenliği kendi olanaklarımızla gerçekleştirebileceğimiz inancı oldu. Aslında
Canik Livası’nın (Merkezi Samsun’da olan o zamanki sancağın adı)
özel durumu da bu konuda en hızlı biçimde davranılmasını gerekli kılmakta idi.
(…) Alınan önlemler sayesinde başarılı sonuç elde edildi. Fakat bu önlemler ve
başarı yalnız Pontus dolayları ile sınırlı idi. Halbuki her gün haksızlıklarını
artıran İtilâf Devletlerine milli varlığımızı siyasi olarak kanıtlamak ve fiili
saldırılar karşısında ulusun namus ve bağımsızlığını bilfiil korumak çok önemli
idi. Aslında doğuda ve batıda, hemen ülkemizin her yanında millet ve vatan
haklarını korumak ve kollamak için dernekler kurulmuştu. Bu dernekler,
düşmanlarının esaret boyunduruğuna girmemek amacı ile milli vicdanın azim ve
iradesinden doğmuş kuruluşlardı.
“Bu
sıralarda, bütün belediye başkanlarımıza İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti
(İngiliz Dostları Derneği.) kurulduğu
ve her yerde derneğe katılarak İngilizlere yardım edilmesinin gereği konusunda
Said Molla imzası ile bir telgraf geldi. Bu olayda Hükümetin ilgi derecesini
ölçmek için Sadrazam (Başbakan) olan Ferit Paşa’dan bilgi istedim. Hiçbir cevap
alamadım.”
İşte burada Vehbi’nin
kerrakesi kendisini göstermeye başlıyor.
İngiliz Muhipleri
Cemiyeti’nin başkanı, Rahip Frew (Nutuk’ta
Fro/Fru diye geçer) adlı biriydi.
Derneğin başkanının
Frew olduğunu kim söylüyor?
Mustafa Kemal:
“İstanbul’da
önemli sayılabilecek kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu
addan, İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu
derneği kuranlar kendi şahıslarını ve kendi çıkarlarını gözetenler ile, kendi
çıkarlarının korunma çaresini Lloyd George (Loyt Corc) hükûmeti aracılığı ile
İngiliz himâyesini sağlamakta arayanlardır. (…) Dernekte Rahip Frew (Fru) gibi
İngiliz milletinden bazı macera heveslileri de
vardı. Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına
göre, derneğin başkanı Rahip Frew idi.
(https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ngiliz_Muhipleri_Cemiyeti;
https://www.atam.gov.tr/nutuk/ingiliz-muhipleri-cemiyeti)
Bu ifadelerden, Mustafa
Kemal’in İngilizler’in gerçek dostu ya da dostları olarak
dernek üyelerini değil de başkalarını gördüğü anlaşılıyor.
Bu cemiyeti,
İngilizler’e dost olanlar kurmamış.. Öyle söylüyor.
Bu kişiler
İngilizler’in çıkarlarını değil de kendi çıkarlarını düşünüyorlarmış.
İngilizler’in emellerine ve planlarına samimi bir şekilde hizmet etmeyi değil
de kendi paçalarını kurtarmayı hedefliyorlarmış..
Mustafa Kemal’in dert
edinip diline doladığı şey bu..
Tuhaf bir bakış açısı.
*
Ayrıca, Rahip Robert Frew‘dan “İngiliz milletinden bazı macera heveslileri” diye bahsederken de
vatandaşlarımızı tabiri caizse biraz odun yerine koymuş gibi oluyor.
Çünkü, Rahip Frew, öyle
macera heveslisi diye geçiştirilecek bir adam değil:
“…
Din adamları arasından pekâlâ yaman casusların da
çıkabileceğini, misyonerlerin Türkiye’deki faaliyetlerinden biliyoruz. Hele bir Rahip Frew vardır ki, hâlâ tartıştığımız
bir meselenin başlıca müsebbibidir. Intelligence
Service’in [İngiliz Gizli Servisi’nin] 1902-1924 yılları
arasında İstanbul şefi olarak görev yapan Dr. Robert
Frew’dan, nâm-ı diğer Reverend Frew’dan söz ediyorum.”
(https://www.karar.com/yazarlar/besir-ayvazoglu/rahip-brunson-reverend-frew-ve-haluk-7669)
Dahası da var:
“Robert
Frew, Millî
Mücadele döneminde İngiliz İstihbaratı adına
çalışan, Mr.
Ryan, General
Didds, Albay
Rawlinson, General
Milne, Amiral Calthorpe ve Amiral
Webb gibi memurlar arasında en aktif görev alanlardandır. Batı
Anadolu’da Albay Emiling adıyla faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Mondros
Mütarekesi‘nden sonra İngiliz haber alma servisi
ajanı olarak İstanbul’da bulundu.”
(https://tr.wikipedia.org/wiki/Robert_Frew)
Adam, İngiliz
istihbaratının İstanbul’daki şefi.. İstanbul’daki gözü kulağı, beyni..
Yani resmen İngiliz
devleti demek oluyor.
Mustafa Kemal ise, ne
yaptığını bilmez önemsiz bir macarepereset olduğuna inanmamıza yol açacak
şekilde konuşuyor.
Neden?.. (Burası çok
önemli: Neden?)
*
Falih Rıfkı,
Mustafa Kemal’in ağzından şunları anlatıyor:
“Bir
gün, Umumi Harpte İstanbul otellerinden birinin müdürü
iken tanıdığım M…. Şişli’deki evime geldi, Birçok
şeyden bahsettikten sonra, bana dedi ki:
“-
Burada ecnebilerle temastayım. Size ne kadar ehemmiyet
verdiklerini de biliyorum. … [Bu nokta noktalar İngiltere olmalı] Sefaretinde
Mösyö F… [Bu F…. de Frew; bkz. https://www.aydinlik.com.tr/haber/ingilizlerin-de-papazi-vardi-99119 ]
sizinle görüşmek istediğini birkaç defa tekrar
etti. İster misiniz sizi bizim evde buluşturayım.”
Fethi
Bey’ e doğru döndüm, kabul et, der gibi baktı:
“-
Konuşalım, dedim, fakat eğer o istiyorsa…”
Davet
günü Madam M….’nin salonundayız. Biraz sonra “- Mösyö F…. F” dediler, içeriye
giren zat oturduğum kanepenin soluna yerleşti. Fransızca görüşüyorduk:
“-
Ben çoktan beri Türkiye’de yaşayan bir ecnebiyim, diye söze başladı, Türklerin,
daha doğrusu, İttihat ve Terakki’nin idaresini bizzat gördüm. Ne fecidir
efendim, bilirsiniz. Umumî Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım.
Belki de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye’yi mahveder.”
“-
Fakat, dedim, siz benimle görüşmek istemişsiniz, bu hanım ve kocası delalet
ettiler, sizinle konuşmam faydalı olacağını söylediler, bana bunları söylemek
için mi bu mülakatı aradınız?”
“-
İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz.”
“-
Ben İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim!”
Nutkuna
devam etti. Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya
çalıştım:
“-
Evet, İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim, fakat müsaadenizle söylemeliyim
ki İttihat ve Terakki vatanperver bir cemiyet idi. Başlangıcından çok zaman
sonrasına kadar ben de bu cemiyet içinde bulundum. Cemiyet hiçbir vakit sizin
bu tezyiflerinize (aşağılamalarınıza) hak verecek bir mahiyet almamıştır. Çok
kusurları ve yanlışları olabilir. Ama vatanperverliği münakaşaların
üstündedir.”
Bu
zatın, bu mülakatı [ne] için istediğini hâlâ anlamadım.
Fakat bir küçük hatırama ilave edeyim: Ankara’da bulunduğum sıralarda bir gün
Antalya’ya geldiğini ve Madam M….’in salonunda
kendisinden “Gene görüşelim!” vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar.
Ne cevap verdiğimi tahmin edersiniz. Ecnebilerle bu temaslar, beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım
etti.
Benim
kanaatim o idi ki, ve daima o oldu ki dünyada insan diye yaşamak
isteyenler, insan olmak vasıflarını ve
kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa
razı olmalıdnlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları
kendi sırasında ve safında görmek istemez.
(Falih
Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs,
İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1999, s. 131-3.)
İşin açıkçası, M. Kemal
Atatürk’ün anlattığı bu hikâye insana pek inandırıcı gelmiyor. Çünkü hikâyede “hayatın olağan akışı” açısından akla yatmayan,
sağduyuya ters gelen mantıksız ve tutarsız noktalar var.
Anlatıdaki tuhaf
boşluklar, öykünün havada kalmasına yol açıyor. İnsana, “Burada anlatılmayan
başka şeyler olabilir mi?” diye düşündürtüyor.
*
Birincisi, bu Rahip Frew ile yaptığı görüşme zararsız bir görüşme
idiyse, neden Falih Rıfkı‘nın ilgili isimleri sansürlemesi icap etmiş?
Aynı şekilde
ilgili sefaretin (büyükelçiliğin) ismi neden
saklanmaktadır?
Neden?
Ayıp mıdır, günah
mıdır, nedir yani?
Bugünkü bilgilerimiz
çerçevesinde şu çok açık: Sözü edilen M….’ler İngiliz gizli servisinin ajanları
ya da işbirlikçileri durumunda. Evlerini de servisin hizmetine açmışlar. Ve de
bu M….’ler, Mustafa Kemal’le de samimi görüşüyor, evine gelip onu rahatça ziyaret
edebiliyorlar. Öyle ki, Mustafa Kemal, onların ricasını kırmıyor. Anlatılan
hikâyeye göre durum bu.
*
İkincisi, herşeyde
inisiyatifin kendisinde olmasını huy edinmiş olan M. Kemal, neden bu görüşmeyi
kabul sorumluluğunu “Fethi Bey’ e doğru döndüm, kabul
et, der gibi baktı” diyerek Fethi Okyar’a
yıkmaya çalışmaktadır?
Üçüncüsü, hikâyeye göre
teklifin Frew’dan geldiği açıkken, M….’ye “Konuşalım, fakat eğer o
istiyorsa…” diye cevap vermiş olması mümkün olabilir mi?
Mustafa Kemal, M…’ye
böyle dediğini söyleyerek (Ki, “hayatın olağan akışı”
içinde aklı başında birinin söyleyebileceği bir söz değil) görüşme isteğinin
kendisinden değil de karşıdan geldiğini vurgulama ihtiyacını neden duymaktadır?
Dördüncüsü, karşındaki
adam (Ki, düşman milletten) İttihat ve Terakki’nin Osmanlı-Türk
vatanseverliğini umursar mı ki, sen ona “Yanlışları var ama vatanseverler”
diyorsun, ya da demiş olasın? Mesela sen İngilizler’in İstanbul’daki
zulümlerini anlatacak olsaydın, ve de adam, “Askerlerimizin hataları var ama,
vatanseverler.. İngiltere’ye sadıklar, bu her türlü tartışmanın üstündedir”
şeklinde “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” türünden ilgisiz bir cevap
verseydi ne düşünürdün? Öyle bir ortamda böyle bir konuşmanın cereyan etmiş
olması “hayatın olağan akışı“na uygun düşer mi?
*
Beşincisi, sen neden o
görüşmede işgalcilerin İstanbul’daki zulümlerini gündeme getirmedin?
Hamiyyetin neredeydi?
Altıncısı, canının sıkıldığını saklama ihtiyacını neden
duydun? Neden canın sıkılmamış gibi davrandın? Ve bunu nasıl başarabildin?
İstediğin zaman devreye koyabildiğin böylesi bir aktörlük ve rol yapma
yeteneğin mi var? Hikâye çerçevesinde görüşme teklifi karşıdan geldiği ve sen
teklifi kabul edip M….’lerin evine gitme zahmetine katlandığına göre psikolojik
açıdan üstün taraf sen olmalısın. Böylesi bir durumda kıytırık bir
“maceraperest”e karşı bu derece alttan almak, vatanı kurtarmak için dünyayı
karşısına almaya hazır bir “kahraman”dan beklenecek birşey midir?
*
Yedincisi, adamlar,
M….’den naklettiğin lafa göre sana önem veriyorlarsa, ve de seninle görüşmek
için M….’den defalarca talepte bulundularsa, sen de nazlanarak kabul edip
görüşmeye gittiysen, sanki sen bir talepte bulunmuşsun da onlar pazarlığa devam
etmek için önüne bir ön şart getirmişler gibi nasıl “İttihat ve Terakki’nin
cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz” diyebilirler?
Böyle bir sözün
söylenmesi ancak sen onlardan bir talepte bulunduysan “hayatın olağan akışı”na
uygun kabul edilebilir.
Bu kadar mantıksızlık
ve tutarsızlık, ayağı yere değmezlik bir hikâye için fazla değil mi?
*
Sekizincisi, karşındaki
adam, sanki Birinci Dünya Savaşı’na bir tek kendisi şahit olmuş, başka kimsenin
haberi olmamış da kimsenin bilmediği birtakım esrarengiz sırları anlatacakmış
gibi manyakça “Umumî Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki
de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye’yi mahveder” diye konuşmuş
olabilir mi?
Diyelim ki konuştu,
böyle bir manyaklığı yapan adama, “Sende utanma duygusu varsa, ki yok gibi
görünüyor, kendi yaptıklarınızdan utanmalısın. Biz gidip İngiltere’ye, İngiliz
topraklarına saldırmadık, siz gelip bize saldırdınız, şimdi de başkentimizi
bile işgal ettiniz, Mondros Mütarekesi’nin şartlarını da çiğniyorsunuz” niye
diyemedin?.
*
Dokuzuncusu, Falih
Rıfkı’ya bunları anlattığın sırada (ki herşeyin geride kaldığı, İstiklal Harbi
sonrası günler) Rahip Frew’un seninle niçin görüşmek istediğini hâlâ nasıl anlamamış olabiliyorsun?
Burada saflık kime
düşüyor, bize mi, sana mı?
Onuncusu, “… Madam M….’in salonunda kendisinden “Gene görüşelim!”
vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar. Ne cevap
verdiğimi tahmin edersiniz” diyorsun, işi tahmine bırakıyorsun,
güzel, peki Rahip Frew ile o görüşmenizde başka neler konuşmuş
olabileceğiniz konusunda da tahmin yürütmemize razı mısın?
*
Mustafa Kemal Atatürk
sözlerini, “Ecnebilerle bu temaslar, beni tanıdıklarımdan
birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım etti” diyerek
sürdürüyor.
Temas değil, temaslar..
Tanıdıklarından
birçoğunun düşüncelerinden bu temasların etkisiyle uzaklaşmış, tamam anladık
da, ne yönde uzaklaşmış?..
Sözlerinin devamına
bakılırsa, medenî (emperyalist demiyor)
milletler tarafından onların sırasında ve
safında görülmek için her türlü fedakârlığa razı
olmaya karar vermiş.
O medenîlerin benimsediği türden “insan olma vasıflarını”
kazanmayı kafaya koymuş.
O medenîler seni
insandan saymıyorsa, sen de kendini insandan saymamak, onların işgal sırasında İstanbul’da sergiledikleri ve Yunan’a Ege’de
sergilettikleri insanlık vasıflarını benimsemek zorunda mısın?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder