E-KİTAP: ATATÜRK İNGİLİZ AJANI MIYDI TARTIŞMASI

 

https://archive.org/details/ataturk-ingiliz-ajani-miydi-tartismasi

https://www.academia.edu/143348072/Atat%C3%BCrk_%C4%B0ngiliz_Ajan%C4%B1_m%C4%B1yd%C4%B1_Tart%C4%B1%C5%9Fmas%C4%B1


ATATÜRK

İNGİLİZ AJANI MIYDI TARTIŞMASI



Dr. Seyfi SAY


Bismillâhi’r-Rahmâni’r-Rahîm.

El-hamdu li’llâhi Rabbi’l-‘âlemîn. Ve’s-salâtü ve’s-selâmu ‘alâ Rasûlinâ Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve sahbihî ecma’în.

 

İÇİNDEKİLER

 

ATATÜRK, İNGİLİZ İSTİHBARATI’NIN İSTANBUL ŞEFİYLE NE KONUŞMUŞTU? 4

ATATÜRK MÜ YALANCI, RAUF ORBAY MI? 17

İNGİLİZ’İN AJANLAŞTIRMA SATRANCINDA ATATÜRK “ŞAH” AJAN, SAİT MOLLA DA PİYON MUYDU? 32

BELGELER, KENDİ KONUŞMALARI, AKIL, MANTIK, YANİ BİLİM YALANLARIN ÖNDERİ “ULU YALAN” ATATÜRK’ÜN İNGİLİZ AJANI OLDUĞUNU SÖYLÜYOR 54

İNGİLİZ İSTİHBARATI’NIN “UYDULAŞTIRMA OPERASYONU”NA “İSTİKLÂL HARBİ” ADINI VERMEK 68

BÜTÜN ZAMANLARIN EN KUSURSUZ KUMPASI: İNGİLİZ’İN ULU YALAN ATATÜRK’LE OSMANLI’YA OYNADIĞI OYUN 86

DEFOLU DAHİ, VAHİDEDDİN’İ ECNEBİ HÜKÜMETLERİN YÜZÜNCÜ DERECE ALETLERİYLE TEMAS ARAMAKLA SUÇLUYOR. KENDİSİ DURURKEN BAŞKA ALETE İHTİYAÇ MI VARDI? 103

ATATÜRK: İNGİLİZLER’LE ANLAŞMAK LÂZIMDIR.. VAHİDEDDİN: MEMLEKETİ KURTARMAK LÂZIMDIR 124

DEDİM: N’OLUR VALİNİZ OLAYIM.. O DEDİ: YOH YOH, SANA KENDİ DEVLETİNİ KURDURMA KARARI ALDIK 133

VAHİDEDDİN’E GÜLME, ONUN ŞAHSINDA İHANETE UĞRAYAN MİLLETÇE SENSİN! 149

*

ATATÜRK, İNGİLİZ İSTİHBARATI’NIN İSTANBUL ŞEFİYLE NE KONUŞMUŞTU?

 

https://salabet.files.wordpress.com/2022/04/image-119.png?w=800

 

Bir adam ki, son padişah Vahideddin’e gönderdiği telgrafta kendi isminin başına “Kulunuz” kelimesini yazıyor.

Bir adam ki Vahideddin’e “Padişah Hazretleri” diye hitap ediyor.

Bir adam ki, Padişah’a çektiği telgrafa (sadeleştirilmiş şekliyle) “Büyük ulusun ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun” diyerek başlıyor.

Bir adam ki aynı telgrafta, Padişah’la yaptığı görüşme için “huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda” ifadesini kullanıyor.

Bir adam ki Vahideddin’e “Yüce Padişahım” diyor, “kutsal kalbiniz” diyor.

Diyor da diyor..

Bu adam kim olabilir?

*

Vahideddin için bu ifadeleri kullanan kişi ne Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, ne Said-i Nursî, ne İskilipli Atıf Hoca..

Bu lafların sahibi, sonradan Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal..

Mustafa Kemal‘in Vahideddin için böylesi ifadeler kullandığını kimden öğreniyoruz peki?

Kadir Mısıroğlu‘ndan mı, Mustafa Armağan‘dan mı, kimden?

Sizleri merakta bırakmayalım, yine Mustafa Kemal‘den öğreniyoruz.

Peki, hangi kaynakta geçiyor bu ifadeler? Nutuk‘ta mı?

Bir nutukta geçtiği doğru, fakat bildiğimiz uzun nutukta değil, daha kısa bir nutukta.

TBMM’nin ilk kez toplandığı 23 Nisan 1920 tarihinden bir gün sonra, yani 24 Nisan’da yaptığı açılış konuşmasında geçiyor.

*

Mustafa Kemal’in bu konuşmasının sadeleştirilmiş hali, tbmm.gov.tr‘de ATATÜRK’ÜN 24 NİSAN 1920 TARİHLİ MECLİS KONUŞMALARI başlığı altında yer alıyor(du).

Orijinali de var(dı): https://www5.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/24_04_1336.pdf

Mustafa Kemal, nutkuna, “Muhterem milletvekilleri! Bugün içinde bulunduğumuz durumu büyük Meclisinizin huzurunda tam olarak ortaya koyabilmek için bazı açıklamalarda bulunmak istiyorum” diyerek başlamış.

Girizgâhtan sonra şöyle diyor:

“Yüce makamlarınızca da bilindiği gibi, Ahmet İzzet Paşa Hükümeti, milli temele dayanan (milliyetler esasına müstenit) âdil bir barışı sağlayabilmek umudu ile ateşkes istedi (mütarekeye talib oldu). Bağımsızlığı uğrunda dürüst ve cesur bir biçimde savaşan ulusumuz, 30 Ekim 1918 tarihinde imza edilen ateşkes antlaşması ile silahını elinden bıraktı.”

Mustafa Kemal’in sözünü ettiği ateşkes, Mondros Mütarekesi.

Sözlerinin devamı şöyle:

“İtilâf [İngiliz, Fransız, İtalyan] donanmaları İstanbul’a girdikten sonra ateşkes antlaşmasının hükümleri bir tarafa bırakıldı; gün geçtikçe artan bir şiddetle, saltanat hakları (hukuk-u saltanat), hükümetin gururu (haysiyet-i hükümet), milli onurumuz hiçe sayıldı. (…)

“Yabancı kuvvetlerin işgali altında inleyen başkentimizde kan ağlayan bütün onurlu kişiler, millet aydınları, din ve devlet hizmetlerinin önde gelen kişileri, büyük hilâfet ve saltanat makamı milli bağımsızlığımızın bu tehlikeli durumdan kurtarılmasının ancak milli vicdandan doğan birliğin azim ve iradesine bağlı bulunduğuna iman getirdiler. Fakat İstanbul’un baskı ve işgal altında bulunması sebebiyle milli onuru korumaya (icâbât-ı hamiyyeti ifaya) maddeten olanak kalmamıştır.”

Yani Mustafa Kemal, başta Padişah Vahideddin olmak üzere İstanbul’dakilerin yabancı (ecnebî) kuvvetlerin işgali altında inlemekte ve kan ağlamakta olduklarını, hamiyyetin gereğini yapmaya maddeten imkân bulamadıklarını gayet iyi bilmektedir.

Hamiyyet (hamiyet) TDK Sözlüğü‘ne göre, “Bir insanın kendi yurdunuulusunu ve ailesini koruma çabası” demek oluyor.

Mustafa Kemal, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“İşte bu sırada, Anadolu’ya mülki ve askeri işlerle görevli olarak ordu müfettişliğine atandım. 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’u terk ettim, Samsun’da bu iş için görevlendirilmemi, din ve millete hizmet etmek için en büyük ve kutsal bir şeref olarak kabul ettim (en büyük bir mazhariyyet-i ilahiyye addeyledim) [Burada sadeleştirmenin pek başarılı ya da usulüne uygun yapılmadığı anlaşılıyor].

“Milli vicdanın büyük iradesine bağlı olarak, milleti bağımsız ve vatanımızı düşmanlardan arınmış görünceye kadar çalışmak andıyla 16 Mayıs 1919 günü İstanbul’dan ayrıldım. Samsun’da işe başladım. İlk düşüncem, ülkemizde güvenliği kendi olanaklarımızla gerçekleştirebileceğimiz inancı oldu. Aslında Canik Livası’nın (Merkezi Samsun’da olan o zamanki sancağın adı) özel durumu da bu konuda en hızlı biçimde davranılmasını gerekli kılmakta idi. (…) Alınan önlemler sayesinde başarılı sonuç elde edildi. Fakat bu önlemler ve başarı yalnız Pontus dolayları ile sınırlı idi. Halbuki her gün haksızlıklarını artıran İtilâf Devletlerine milli varlığımızı siyasi olarak kanıtlamak ve fiili saldırılar karşısında ulusun namus ve bağımsızlığını bilfiil korumak çok önemli idi. Aslında doğuda ve batıda, hemen ülkemizin her yanında millet ve vatan haklarını korumak ve kollamak için dernekler kurulmuştu. Bu dernekler, düşmanlarının esaret boyunduruğuna girmemek amacı ile milli vicdanın azim ve iradesinden doğmuş kuruluşlardı.

“Bu sıralarda, bütün belediye başkanlarımıza İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti (İngiliz Dostları Derneği.) kurulduğu ve her yerde derneğe katılarak İngilizlere yardım edilmesinin gereği konusunda Said Molla imzası ile bir telgraf geldi. Bu olayda Hükümetin ilgi derecesini ölçmek için Sadrazam (Başbakan) olan Ferit Paşa’dan bilgi istedim. Hiçbir cevap alamadım.”

İşte burada Vehbi’nin kerrakesi kendisini göstermeye başlıyor.

İngiliz Muhipleri Cemiyeti’nin başkanı, Rahip Frew (Nutuk’ta Fro/Fru diye geçer) adlı biriydi.

Derneğin başkanının Frew olduğunu kim söylüyor?

Mustafa Kemal:

“İstanbul’da önemli sayılabilecek kuruluşlardan biri İngiliz Muhipleri Cemiyeti idi. Bu addan, İngilizlere dost olanların kurduğu bir dernek anlaşılmasın. Bence, bu derneği kuranlar kendi şahıslarını ve kendi çıkarlarını gözetenler ile, kendi çıkarlarının korunma çaresini Lloyd George (Loyt Corc) hükûmeti aracılığı ile İngiliz himâyesini sağlamakta arayanlardır. (…) Dernekte Rahip Frew (Fru) gibi İngiliz milletinden bazı macera heveslileri de vardı. Yapılan işlemlerden ve gösterilen faaliyetlerden anlaşıldığına göre, derneğin başkanı Rahip Frew idi.

(https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ngiliz_Muhipleri_Cemiyeti; https://www.atam.gov.tr/nutuk/ingiliz-muhipleri-cemiyeti)

Bu ifadelerden, Mustafa Kemal’in İngilizler’in gerçek dostu ya da dostları olarak dernek üyelerini değil de başkalarını gördüğü anlaşılıyor.

Bu cemiyeti, İngilizler’e dost olanlar kurmamış.. Öyle söylüyor.

Bu kişiler İngilizler’in çıkarlarını değil de kendi çıkarlarını düşünüyorlarmış. İngilizler’in emellerine ve planlarına samimi bir şekilde hizmet etmeyi değil de kendi paçalarını kurtarmayı hedefliyorlarmış..

Mustafa Kemal’in dert edinip diline doladığı şey bu..

Tuhaf bir bakış açısı.

https://salabet.files.wordpress.com/2022/04/image-113.png?w=320

*

Ayrıca, Rahip Robert Frew‘dan “İngiliz milletinden bazı macera heveslileri” diye bahsederken de vatandaşlarımızı tabiri caizse biraz odun yerine koymuş gibi oluyor.

Çünkü, Rahip Frew, öyle macera heveslisi diye geçiştirilecek bir adam değil:

“… Din adamları arasından pekâlâ yaman casusların da çıkabileceğini, misyonerlerin Türkiye’deki faaliyetlerinden biliyoruz. Hele bir Rahip Frew vardır ki, hâlâ tartıştığımız bir meselenin başlıca müsebbibidir. Intelligence Service’in [İngiliz Gizli Servisi’nin] 1902-1924 yılları arasında İstanbul şefi olarak görev yapan Dr. Robert Frew’dan, nâm-ı diğer Reverend Frew’dan söz ediyorum.”

(https://www.karar.com/yazarlar/besir-ayvazoglu/rahip-brunson-reverend-frew-ve-haluk-7669)

Dahası da var:

“Robert Frew, Millî Mücadele döneminde İngiliz İstihbaratı adına çalışan, Mr. RyanGeneral DiddsAlbay RawlinsonGeneral MilneAmiral Calthorpe ve Amiral Webb gibi memurlar arasında en aktif görev alanlardandır. Batı Anadolu’da Albay Emiling adıyla faaliyetlerde bulunduğu bilinmektedir. Mondros Mütarekesi‘nden sonra İngiliz haber alma servisi ajanı olarak İstanbul’da bulundu.”

(https://tr.wikipedia.org/wiki/Robert_Frew)

Adam, İngiliz istihbaratının İstanbul’daki şefi.. İstanbul’daki gözü kulağı, beyni..

Yani resmen İngiliz devleti demek oluyor.

Mustafa Kemal ise, ne yaptığını bilmez önemsiz bir macarepereset olduğuna inanmamıza yol açacak şekilde konuşuyor.

Neden?.. (Burası çok önemli: Neden?)

*

Falih Rıfkı, Mustafa Kemal’in ağzından şunları anlatıyor:

“Bir gün, Umumi Harpte İstanbul otellerinden birinin müdürü iken tanıdığım M…. Şişli’deki evime geldi, Birçok şeyden bahsettikten sonra, bana dedi ki:

“- Burada ecnebilerle temastayım. Size ne kadar ehemmiyet verdiklerini de biliyorum. … [Bu nokta noktalar İngiltere olmalı] Sefaretinde Mösyö F… [Bu F…. de Frew; bkz. https://www.aydinlik.com.tr/haber/ingilizlerin-de-papazi-vardi-99119 ] sizinle görüşmek istediğini birkaç defa tekrar etti. İster misiniz sizi bizim evde buluşturayım.”

Fethi Bey’ e doğru döndüm, kabul et, der gibi baktı:

“- Konuşalım, dedim, fakat eğer o istiyorsa…”

Davet günü Madam M….’nin salonundayız. Biraz sonra “- Mösyö F…. F” dediler, içeriye giren zat oturduğum kanepenin soluna yerleşti. Fransızca görüşüyorduk:

“- Ben çoktan beri Türkiye’de yaşayan bir ecnebiyim, diye söze başladı, Türklerin, daha doğrusu, İttihat ve Terakki’nin idaresini bizzat gördüm. Ne fecidir efendim, bilirsiniz. Umumî Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye’yi mahveder.”

“- Fakat, dedim, siz benimle görüşmek istemişsiniz, bu hanım ve kocası delalet ettiler, sizinle konuşmam faydalı olacağını söylediler, bana bunları söylemek için mi bu mülakatı aradınız?”

“- İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz.”

“- Ben İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim!”

Nutkuna devam etti. Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım:

“- Evet, İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim, fakat müsaadenizle söylemeliyim ki İttihat ve Terakki vatanperver bir cemiyet idi. Başlangıcından çok zaman sonrasına kadar ben de bu cemiyet içinde bulundum. Cemiyet hiçbir vakit sizin bu tezyiflerinize (aşağılamalarınıza) hak verecek bir mahiyet almamıştır. Çok kusurları ve yanlışları olabilir. Ama vatanperverliği münakaşaların üstündedir.”

Bu zatın, bu mülakatı [ne] için istediğini hâlâ anlamadım. Fakat bir küçük hatırama ilave edeyim: Ankara’da bulunduğum sıralarda bir gün Antalya’ya geldiğini ve Madam M….’in salonunda kendisinden “Gene görüşelim!” vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar. Ne cevap verdiğimi tahmin edersiniz. Ecnebilerle bu temaslar, beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım etti.

Benim kanaatim o idi ki, ve daima o oldu ki dünyada insan diye yaşamak isteyenler, insan olmak vasıflarını ve kudretini kendilerinde görmelidirler. Bu uğurda her türlü fedakârlığa razı olmalıdnlar. Yoksa hiçbir medeni millet, onları kendi sırasında ve safında görmek istemez.

(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1999, s. 131-3.)

İşin açıkçası, M. Kemal Atatürk’ün anlattığı bu hikâye insana pek inandırıcı gelmiyor. Çünkü hikâyede “hayatın olağan akışı” açısından akla yatmayan, sağduyuya ters gelen mantıksız ve tutarsız noktalar var.

Anlatıdaki tuhaf boşluklar, öykünün havada kalmasına yol açıyor. İnsana, “Burada anlatılmayan başka şeyler olabilir mi?” diye düşündürtüyor.

*

Birincisi, bu Rahip Frew ile yaptığı görüşme zararsız bir görüşme idiyse, neden Falih Rıfkı‘nın ilgili isimleri sansürlemesi icap etmiş?

Aynı şekilde ilgili sefaretin (büyükelçiliğin) ismi neden saklanmaktadır?

Neden?

Ayıp mıdır, günah mıdır, nedir yani?

Bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde şu çok açık: Sözü edilen M….’ler İngiliz gizli servisinin ajanları ya da işbirlikçileri durumunda. Evlerini de servisin hizmetine açmışlar. Ve de bu M….’ler, Mustafa Kemal’le de samimi görüşüyor, evine gelip onu rahatça ziyaret edebiliyorlar. Öyle ki, Mustafa Kemal, onların ricasını kırmıyor. Anlatılan hikâyeye göre durum bu.

*

İkincisi, herşeyde inisiyatifin kendisinde olmasını huy edinmiş olan M. Kemal, neden bu görüşmeyi kabul sorumluluğunu “Fethi Bey’ e doğru döndüm, kabul et, der gibi baktı” diyerek Fethi Okyar’a yıkmaya çalışmaktadır?

Üçüncüsü, hikâyeye göre teklifin Frew’dan geldiği açıkken, M….’ye “Konuşalım, fakat eğer o istiyorsa…” diye cevap vermiş olması mümkün olabilir mi?

Mustafa Kemal, M…’ye böyle dediğini söyleyerek (Ki, “hayatın olağan akışı” içinde aklı başında birinin söyleyebileceği bir söz değil) görüşme isteğinin kendisinden değil de karşıdan geldiğini vurgulama ihtiyacını neden duymaktadır?

Dördüncüsü, karşındaki adam (Ki, düşman milletten) İttihat ve Terakki’nin Osmanlı-Türk vatanseverliğini umursar mı ki, sen ona “Yanlışları var ama vatanseverler” diyorsun, ya da demiş olasın? Mesela sen İngilizler’in İstanbul’daki zulümlerini anlatacak olsaydın, ve de adam, “Askerlerimizin hataları var ama, vatanseverler.. İngiltere’ye sadıklar, bu her türlü tartışmanın üstündedir” şeklinde “Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı” türünden ilgisiz bir cevap verseydi ne düşünürdün? Öyle bir ortamda böyle bir konuşmanın cereyan etmiş olması “hayatın olağan akışı“na uygun düşer mi?

*

Beşincisi, sen neden o görüşmede işgalcilerin İstanbul’daki zulümlerini gündeme getirmedin?

Hamiyyetin neredeydi?

Altıncısı, canının sıkıldığını saklama ihtiyacını neden duydun? Neden canın sıkılmamış gibi davrandın? Ve bunu nasıl başarabildin? İstediğin zaman devreye koyabildiğin böylesi bir aktörlük ve rol yapma yeteneğin mi var? Hikâye çerçevesinde görüşme teklifi karşıdan geldiği ve sen teklifi kabul edip M….’lerin evine gitme zahmetine katlandığına göre psikolojik açıdan üstün taraf sen olmalısın. Böylesi bir durumda kıytırık bir “maceraperest”e karşı bu derece alttan almak, vatanı kurtarmak için dünyayı karşısına almaya hazır bir “kahraman”dan beklenecek birşey midir?

*

Yedincisi, adamlar, M….’den naklettiğin lafa göre sana önem veriyorlarsa, ve de seninle görüşmek için M….’den defalarca talepte bulundularsa, sen de nazlanarak kabul edip görüşmeye gittiysen, sanki sen bir talepte bulunmuşsun da onlar pazarlığa devam etmek için önüne bir ön şart getirmişler gibi nasıl “İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz” diyebilirler?

Böyle bir sözün söylenmesi ancak sen onlardan bir talepte bulunduysan “hayatın olağan akışı”na uygun kabul edilebilir.

Bu kadar mantıksızlık ve tutarsızlık, ayağı yere değmezlik bir hikâye için fazla değil mi?

*

Sekizincisi, karşındaki adam, sanki Birinci Dünya Savaşı’na bir tek kendisi şahit olmuş, başka kimsenin haberi olmamış da kimsenin bilmediği birtakım esrarengiz sırları anlatacakmış gibi manyakça “Umumî Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye’yi mahveder” diye konuşmuş olabilir mi?

Diyelim ki konuştu, böyle bir manyaklığı yapan adama, “Sende utanma duygusu varsa, ki yok gibi görünüyor, kendi yaptıklarınızdan utanmalısın. Biz gidip İngiltere’ye, İngiliz topraklarına saldırmadık, siz gelip bize saldırdınız, şimdi de başkentimizi bile işgal ettiniz, Mondros Mütarekesi’nin şartlarını da çiğniyorsunuz” niye diyemedin?.

*

Dokuzuncusu, Falih Rıfkı’ya bunları anlattığın sırada (ki herşeyin geride kaldığı, İstiklal Harbi sonrası günler) Rahip Frew’un seninle niçin görüşmek istediğini hâlâ nasıl anlamamış olabiliyorsun?

Burada saflık kime düşüyor, bize mi, sana mı?

Onuncusu, “… Madam M….’in salonunda kendisinden “Gene görüşelim!” vaadi ile ayrılmış olduğumu hatırlattığını yazdılar. Ne cevap verdiğimi tahmin edersiniz” diyorsun, işi tahmine bırakıyorsun, güzel, peki Rahip Frew ile o görüşmenizde başka neler konuşmuş olabileceğiniz konusunda da tahmin yürütmemize razı mısın?

*

Mustafa Kemal Atatürk sözlerini, “Ecnebilerle bu temaslar, beni tanıdıklarımdan birçoğunun düşüncelerinden uzaklaştırmaya yardım etti” diyerek sürdürüyor.

Temas değil, temaslar..

Tanıdıklarından birçoğunun düşüncelerinden bu temasların etkisiyle uzaklaşmış, tamam anladık da, ne yönde uzaklaşmış?..

Sözlerinin devamına bakılırsa, medenî (emperyalist demiyor) milletler tarafından onların sırasında ve safında görülmek için her türlü fedakârlığa razı olmaya karar vermiş.

O medenîlerin benimsediği türden “insan olma vasıflarını” kazanmayı kafaya koymuş.

O medenîler seni insandan saymıyorsa, sen de kendini insandan saymamak, onların işgal sırasında İstanbul’da sergiledikleri ve Yunan’a Ege’de sergilettikleri insanlık vasıflarını benimsemek zorunda mısın?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...