Lafı dolandırmadan konuya girelim, Türkiye’nin
en büyük realitesi, Millî Gazete yazarı Mehmed Şevket Eygi’ye göre şu
gerçeklerdi:
“M. Kemal Paşa,
1938’de ölüm döşeğinde iken, Ankara’dan İngiltere büyükelçisi Sir Percy
Loraine’i çağırtmış, geldiğinde odadakileri dışarıya çıkartmış,
elçiden bir şey istemişti. İstediği neydi? Elçi bunu hatıralarında
yazıyor. Yakın tarihimizin bu sırrını bilenler el kaldırsın.
*
“İngiltere’nin Ankara’daki askerî ataşesi Armstrong,
1936’da yayınladığı Grey Wolf adlı
kitabının sonunda şöyle yazıyor: “Ondan sonra Türkiye’ye yeni bir diktatör
gelmeyecektir. Onun ruhu diktatörlük yapmaya devam edecektir.”
*
“New York’ta
yayınlanan The Forward isimli Yahudi gazetesinin 28 Ocak 1994 tarihli
nüshasında, Hillel Halkin ne yazmıştı. Tarih Kurumu bu yazıya niçin reddiye
yazmıyor?
*
“Birilerine: O adamın su katılmadık bir Yahudi olduğu kesinlikle ortaya çıkmıştır. Bu
gerçeği bilmeyen, onu Müslüman sananlar süper ahmaktır,
geri zekâlıdır, enayiliklerine doymasınlar.
“Birine: Belanı bulmak istemiyorsan; Allah, Peygamber,
İslam, Kur’an, Sünnet, Şeriat düşmanlarını sevmekten, yüceltmekten,
benimsemekten uzak dur. İnsan sevdiği ile birlikte haşr olunurmuş. Böyle sapık sevgiler seni Cehenneme
sürükleyebilir.”
(“Türkiye’nin En Büyük Realitesi”, Millî Gazete, 24
Kasım 2017; http://www.milligazete.com.tr/makale/1425820/mehmed-sevket-eygi/turkiyenin-en-buyuk-realitesi)
*
M. Şevket Eygi’nin ifadeleri bulmaca gibi..
Gerçekten, Atatürk ölüm döşeğindeyken İngiltere büyükelçisi Sir Percy Loraine’e ne demiş olabilir?
Esra S. Değerli, Atatürkçü bir dergide yayınlanan bir makalesinde şunu diyor:
“Sir
Percy Loraine’nin bir İngiliz yurttaşı ve diplomatı olarak, Atatürk’ü anlama,
anlatma ve onun hakkındaki asılsız iddiaları çürütmek için gösterdiği
çaba övgüye değerdir.”
(Esra Sarıkoyuncu Değerli, “Bir İngiliz Diplomatın Gözüyle Mustafa Kemal Atatürk”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt XXIII - Sayı 67-68-69, Kasım 2007, s. 187-218.)
Bu ifade, Değerli’nin makalesinin en son cümlesi ve de
paragrafı durumunda.
Buradan anlıyoruz ki, Sir Loraine, Atatürk hakkında asılsız
iddiada bulunabilecek biri değil.
Tam aksine, onun hakkındaki asılsız iddiaları çürütmek
için övgüye değer bir çaba sarfetmiş.
*
Bu Sir Loraine, Atatürk hakkında M.
Şevket Eygi’nin iddia ettiği türden açıklamalarda bulunmuş mu acaba diye
kendimize sorduğumuzda karşımıza Kadir Çandarlıoğlu’nun “Hilafet.org
sitesinden alıntılanmıştır” kaydını düşerek yazdıkları çıkıyor:
Aşağıda kıraat edecekleriniz (okuyacaklarınız) “The Sunday Times (London)” isimli İngiliz gazetesinin 11 Şubat 1968 tarihli nüshasında [8. sayfada] Martin Gilbert tarafından neşredilen “How Our Man Declined To Rule Turkey” [Adamımız Türkiye'yi Yönetmeyi Nasıl Reddetti?] isimli makalenin Türkçe tercemesidir.
Makalenin Türkçe çevirisi:
Kasım 1938 Türkiye’nin şefi Kemal Atatürk’ün vefat
ettiği tarihtir. …
Atatürk’ün vefat döşeğinde, üzerinde en fazla tefekkür
ettiği mesele; kendisinden sonra programını tatbik edebilecek birisini bulup
yerine geçirip geçiremeyeceği hususuydu.
Bunun için zamanın İngiliz sefiri (Büyükelçisi) Sir
Percy Loraine‘i İstanbul’daki Dolmabahçe Sarayı’na çağırdı. İkisi arasında
geçen mülakatlar yaklaşık olarak otuz (30) sene gizli kaldı. Gizli mülakatlar
ilk olarak Piers Dixon’un babası (Sir Percy Loraine) hakkında hazırladığı “Double
Diplomat” (Çifte Diplomat) isimli kitabında yer aldı ve daha sonra da
“Hutchinson Yayınevi” tarafından neşredildi.
Piers Dixon’un dökümanları arasında Sir Percy Loraine
tarafından zamanın İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Halifax’a gönderilmiş bir telgraf
da vardı. Telgraf İngiliz tarihinin en mühim senetlerinden birisi idi.
Loraine, vefat döşeğinde olan diktatörle yaptığı bu mülakâtı çok enteresan
olarak nitelendiriyordu.
Bu vesikada Loraine, Lord Halifax’a şunları yazıyordu:
“… Huzuruna vardığımda ekselanslarını yastıklara
yaslanmış vaziyette, iki tabib ile, hemşirenin tedavisi altında gördüm. Ben
girdiğimde, Reis (Mustafa Kemal), hizmetinde bulunanların ve hemşirelerin
dışarı çıkmalarını istedi ve ihtiyaç anında kendilerini çağırabileceğini ifade
etdi. Ondan sonra, ekselansları benimle yavaş yavaş, fakat dikkatlice konuşmaya
ibtida etdi. Beni hiç bir zaman bana layık olmayan makamda görmek istemediğini,
“Beni daima en layık makamlarda görmek istediğini” ve beni buraya onun için
çağırdığını söyledi. Hakkımda arzuladıklarını gerçekleştirmem için çok ricada
bulundu.
Kendisine müsbet bir cevab vermemi taleb ediyordu.
Şüphesiz ben geçmişte onunla bir arada çok bulundum ve
çok mulâkatlar yaptım. Fakat bu, son mulâkatım olabilirdi. O, uzun ve mâcerâlı
hayatı boyunca beraber çalıştığı arkadaşlarından bir çoğunu (kendisinden
uzaklaştırarak) kaybetmiş ve yapılan tavsiyelerin bir çoğunu da reddetmişti.
Sadece benim dostluğuma ve nasihatlarıma güveniyor ve bu dostluğun pekişmesine
ehemmiyet veriyordu. Ben sanki Türkiye’nin başbakanıymışım gibi, benimle çok
sade ve serbest bir vaziyetde meşveret ediyordu. Onun bir reis olarak vefatından
evvel, kendi makamı için birisini takdim etme selahiyeti vardı. Onun en
büyük arzusu kendisinden sonra “Türkiye’nin Reisi” olarak onun vazifesini
üzerime almam idi. Teklifi karşısında benim nasıl bir cevab vereceğimi bir an
evvel bilmek istiyordu. Mütefekkirane bir sessizlikle geçen bir anlık
bekleyişden sonra ekselanslarına (Mustafa Kemal’e) “Bütün taleb ve duygularımı
kelimelerle izah etmeye yetkili değilim!” şeklinde cevab verdim. Hakikaten o
anda çok şaşırmış bir vaziyetde tefekkür ediyordum; hatırladığım kadarı ile
yapmış olduğum mulâkatların hiç birisinde bu kadar derin tefekkür edecek
derecede bir mülâkatla karşılaşmamıştım.
Ekselansları (Mustafa Kemal) yaptığı bu teklif ile
sadece benzeri görülmemiş bir ikramda bulunmakla kalmıyor, aynı zamanda majestelerinin
(İngiliz kralının) hükümetine olan bağlılığını da izhar ediyordu.
Ekselansları benim ömrümün büyük bir kısmını majestenin hükümetinin hizmetinde
geçirmiş olduğumu biliyordu. Ben halihazırdaki işimde bir kaç sene daha
çalışmayı ümit ediyordum. Ekselansları ise, şimdi benden kesin bir cevab taleb
etmekteydi.
Kendilerine şu cevabı verdim:
“İdarî işleri iyi yapıp yapamıyacağımdan şüphe
ediyorum. Türkiye’nin Reisicumhurluğu’nu yüklenmek mesuliyeti ile İngiltere
Sefirliği arasında çok büyük fark vardır. Tecrübe ve kabiliyetlerimin, ancak
elimdeki işi yürütmek için aranan imtiyazlar olduğunu biliyor; bunun için kesin
bir şekilde ve üzülerek teklifinizi kabul edemediğimi bildiriyorum!”
Ben konuşmamı bitirdikten sonra ekselansları (Mustafa
Kemal) çok heyecanlandı ve yatağına tekrar gömüldü, hizmetinde bulunan
hemşireleri çağırdı (ve derin bir uykuya daldı.) Ekselansları ikinci defa
konuşmaya ibtida edebildiğinde [başlayabildiğinde] kendisine bildirdiğim
kararda müessir [etkili] olan hususları idrak ettiğini söyledi. Durumu
henüz verdiğim cevabdan çok üzüldüğünü söyleyebilecek kadar iyi idi. Benden
başka bir cevab alamayacağını idrak edince “Reislik” için İsmet İnönü’yü
tavsiye etti. Atatürk sonra dirseklerine dayanarak doğrulmaya çalıştı ve
ellerimi sıktı, gelecekte de Britanya ve Türkiye ilişkilerinde faal roller
oynayacağımı belirterek teşekkür etti ve kendinden tekrar geçti.
Bu teklifi reddedişimin isabetli bir karar olduğunu
düşünüyorum. Şayed yapmış olduğum teşebbüslere dair ekselanslarından te’yidli
bir mesaj alabilirsem pek müteşekkir ve mesrur olurum.
Lütfen Kral’a da bildiriniz!..”
*
Çandarlıoğlu,
konuyla ilgili olarak şu açıklamayı yapıyor:
“Olay böyle, ancak ünlü Alman Dergisi “Der
Spiegel”in 19 Şubat 1968 tarihli sayısında [sayfa 131], başka bir İngiliz
diplomatın “Sunday Times” gazetesini arayarak bu gönderiyi
kendisinin “şaka” amaçlı kaleme aldığını söylediği yazmaktadır. İngiltere
gibi bir devletin diplomatı böyle ciddi bir konuda nasıl “şaka” yapabilir
anlamak gerçekten güç. Fakat bu bilgiyi de verelim istedik. Sevmediğimiz bir
insan da olsa haksızlık yapmak istemiyoruz. Lakin bu tekzip de düşündürücü…
Belki de Türkiye ile diplomatik kriz yaşanmaması için tekzip edildi.
Bilemiyoruz, ancak yukarıda da gördüğünüz gibi böyle bir telgraf var.
“Şaka mı, değil mi, kararı okuyucu versin.”
(https://belgelerlegercektarih.com/2013/01/26/m-kemal-ataturk-bir-ingilizi-turkiyeye-reis-mi-yapacakti/)
Der
Spiegel, yazı yayınlandıktan sekiz gün sonra,
böyle bir gazetede böyle bir yazının yayınlanmış olduğunu teyit etmiş.
Konu
ayrıca, The New York Times’in 13 Şubat 1968 tarihli sayısının 16’ncı
sayfasında da kendisine yer bulmuş.
*
Burada
iki ihtimal var..
Birinci
ihtimal olayın gerçekten bir şaka olması..
Ancak,
bu ihtimal çerçevesinde önümüze şu soru gelir: Sir Loraine’in oğlu Piers
Dixon, babası hakkında böyle bir şaka yapılmasını ve kendisinin de
buna alet edilmesini diyelim ki kabul etti, peki makale yazarı Martin
Gilbert’in, bir gazeteci olarak gelecekteki güvenilirliğini tehlikeye
atacak, kendisinin ciddiyetsiz olarak nitelendirilmesine yol açacak, kariyerini
tehlikeye düşürecek bir şakaya alet olmayı kabul etmiş olması makul mü?
Bundan
kazancı ne olacaktı?
Dahası,
gazete yönetimi böyle bir “eşek şakası”na alet edilmeyi kabul eder miydi?
*
Çandarlıoğlu’nun
yazısının altına “Meraklı Kişi” adıyla 4 Ağustos 2018 günü yorum ekleyen birisi
şunu diyor:
1) Bu telgraf şaka yapmak amacıyla yazılmış. (İngiliz
arşivlerinden çıkmamış zaten, bir diplomatın (Piercon Dixon) ölümünden sonra
oğlu dosyaların arasından bulup yayınlamış.
2) Telgrafı şaka amaçlı yazan Charles Mott-Radclyffe’tir (bu şaka yapıldığı
zaman Roma’da ataşe olarak bulunmaktaymış) …
5) Percy Loraine sık olarak Ankara’daki günlerinden bahsetmekte ve kendisini
övmekte olduğundan altında çalışan Charles Mott-Radclyffe şaka amaçlı bu
telgrafı hazırlar ve bir nüshasını da Piercon Dixon’a verir.
6) Telgraf sözde Percy Loraine tarafından Lord Halifax’a yazılmış gibi
görülmektedir ancak telgraf çekilmemiştir.
Telgraf
çekilmiş mi, çekilmemiş mi, bunu bilemeyiz, fakat yayınlanmamış olması,
çekilmemiş olduğunu iddia etmek için tek başına yeterli olmaz.. Hiçbir devlet
tüm yazışmalarını kamuoyuna açıklamaz.
Ancak,
önümüze şu sorular geliyor: Charles Mott-Radclyffe şaka amaçlı bu telgraf
hazırlamış ve bir nüshasını da Piercon Dixon’a vermişse, neden bu Piercon onu
kutsal bir emanet gibi muhafaza etmiş?
Gülüp geçmesi ve yırtıp atması gerekmez miydi?
Ve neden
bu şakayı sürdürmüş, gazeteci Martin’i ve çalıştığı gazetesini buna alet etmiş?
Neden
gazeteci Martin söz konusu telgrafı, “Bir Hariciyecinin Bir Büyükelçi İçin
Yaptığı İlginç Şaka” diye haberleştirmemiş de gerçek bir olay gibi yazmış?
Ve neden
olayın bir şaka olduğunu söz konusu gazete ve de gazeteci bir başka yazıyla
kamuoyuna açıklamamış, sağırmış gibi kulaklarının üstüne yatmışlar?
Neden
Loraine’in oğlundan hiç ses seda çıkmamış?
*
İkinci
ihtimal, (sonradan İngiliz Hariciyesi’nin devreye girip olayı şaka diye
kapatmaya çalıştığı) bir tarihî gerçeğin ya da sırrın kazara fâş edilmiş
olması.
Sir
Loraine’in (Mehmet Şevket Eygi’nin zannının aksine) kendisi tarafından değil,
kazara oğlu ve acar bir gazetecilik heveslisi tarafından..
Bu
ihtimal çerçevesinde İngilizler'in
Daily Mail Gazetesi’nin muhabiri G. Ward Price’ın anılarında
ortaya attığı bir iddia gündeme gelir: Atatürk, işgalci İngilizler’den,
kendisini sömürge valisi olarak istihdam etmelerini istemişti.
Pierce’in
iddiasına göre, Atatürk (İngiliz istihbaratıyla bağlantılı olduğunu düşündüğü)
kendisi vasıtasıyla İngiliz yetkililere şu teklifi iletmişti:
“Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek
olurlarsa Britanya [İngiltere] idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile
işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet
dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup
olmayacağını bilmek isterim…”
Bu iki iddiayı biraraya getirirsek şu sonuca varırız: Atatürk, kendisini bir tür İngiliz valisi gibi kabul ediyordu, bu psikolojiden kendisini kurtaramamıştı.
*
İngilizler, Selanikli Mustafa Atatürk'ü vali yapmadılar, fakat ona çok daha büyük bir bağışta bulundular.
Tarihe basit bir İngiliz sömürge valisi ve işbirlikçi piyon olarak geçecekken, bu kalitesiz kumaştan, ülkesini kurtaran ve yeni bir devlet kuran bir siyaset dehası ürettiler.
Bu gerçeği, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı Orgeneral İsmet İnönü, 1973 yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği demecinde, son derece veciz ve özlü bir şekilde, “kör gözüne parmağım” açıklığında dile getirdi:
"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)
*
Atatürk, İngilizler’in kendisine meşhur Dizbağı Nişanlarını vermek istemelerine gerekçe olarak “İngilizler beni sever de ondan” derken, İnönü'nün yarım asır sonra açıkça dile getireceği bir gerçeğe parmak basmış oluyordu.
Adamlar sizin bir devlet kurup başına geçmenizi sağlamışlar, sevmeseler yaparlar mıydı?!. Nişan dediğin ne ki, altı üstü bir metal parçası..
Dolayısıyla Selanikli Mustafa Atatürk'ün de İngilizler'i, onların büyükelçisine kendi tahtının varisi olmayı teklif edecek derecede seviyor olması, "hayatın olağan akışı"na uygundur.
Yadırganamaz.
Bu yüzden, Yeşilçam filmlerinin "Senin annen bir melekti yavrum" repliğinden hareketle "Senin atan bir ajandı yavrum" dersek, olayı tam ifade etmiş olamayabiliriz.
Burada ajanlıktan öte bir durum var.. Selanikli Mustafa Atatürk, "fena fi'l-İngiliz" olmuş durumdaydı.
Koskoca bir ülkeyi ve milleti, İngiliz ilke ve inkılaplarının deneme tahtası haline getirdi.
*
(EK: Türk Tarih Kurumu'nun yayınladığı kitaptan bir sayfa:
Price’ın Extra-Special Correspondent (Çok Özel Yazışmalar)
adlı kitabından (1957, sayfa 104) aktaran; Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı
ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çeviren: Cemal Köprülü, Türk Tarih Kurumu
Yayınları, Ankara 1991, sayfa 98.
*
Martin Gilbert'in The Sunday Times adlı İngiliz gazetesinin 11 Şubat 1968 tarihli nüshasında [8. sayfada] yayınlanan “How Our Man Declined To Rule Turkey” (Adamımız Türkiye'yi Yönetmeyi Nasıl Reddetti?) başlıklı yazısı:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder