Yeni Asya ve Akit gazetelerinin eski
yazarı Mustafa Kaplan, facebook hesabında bugün (6 Ağustos 2025) şunları yazmış:
Gerçekten bu nokta çok mühim. Bir yerde kara para hareketi
varsa, orada şeffaf olmayan karanlık noktalar var demektir. Geçmişte
yaşananları tekrâr ele alalım, burayı görmemiz kolaylaşır.
Meselâ, FETÖ'deki korkunç para akışı, milletten
toplanan "himmet" paraları ile kamufle edilirdi. Bu
mümkün mü idi? Hasan Ağa'nın tarlası, Mehmet efendinin bağı, Ayşe teyzenin
bilezikleri ile sâdece Bank Asya kurulabilir miydi?
Rahmetli Esad Coşan, Almanya'dan
valizlerle getirdiği paraları bir siyâsî partiye aktardığını söylemişti. Almanya'da
o kadar parayı verebilecek zengin Türk mü vardı?
Konuyu azıcık genişletelim: Yüz sene önce Ankara isimli
küçük kasabadaki küçük bakkal dükkânında kurtlu peynir satan müteveffâ Vehbi
Koç, bu kadar serveti nereden buldu?
Diyeceğim o ki, Said Özdemir dışında -o
vâiz idi- bir işi ve kariyeri olmayan mutlak vekiller demir boku mu yiyorlardı?
Arkalarında ne bıraktılar acabâ?
Almanya'dan dönerken Bulgaristan'da trafik kazasında öldüğü
söylenen mutlak vekil Bayram Yüksel'in arabasında ne vardı acabâ?
Kaza mıydı? Cesedler niye çıplaktı?
Bu para denen meret ne menem bir şey ki, yenmez içilmez ama
uğrunda ölünür ve öldürülünür? Ey Paralel Nurcu kodamanları, sesim size geliyor
mu? Cin şişeden çıktı!
Cinin
şişeden çıktığı doğru da, kafası biraz karışık.
Bediüzzaman’ı severim; ilmine,
irfanına, ihlasına ve sadakatine itimadım var, fakat Nurcu camiayı tanımam
bilmem.. O cenahın cemaziyelevveline dair bilgi verdiği için Kaplan’ı takip
ediyorum.
Ben
belgesiz konuşmam, yazmam diyor ama, Esad Efendi’yle ilgili ifadeleri durumun
pek de öyle olmadığını gösteriyor.
*
Ezber Bozan dediği şey, bir youtube kanalı.. Gerçekten de cinlik işler
yapıyorlar ve sanki ecinnilerin çalıştığı bir kanalmış gibi
yayın yapıyorlar.
Bazı
video kayıtlarının başlıkları şöyle:
Geleceği
okumanın gizli yöntemi,
Bu gizli tünel nereye çıkıyor?
Babil
ve Marduk’un dönüşü: Babil tanrısı Marduk insanlıktan ne istiyor?
Yasaklı
öğreti ve gizemli harfler,
Kanlı
sırlar,
Gizli
istilacılar,
İşte
şeytanın yeryüzündeki temsilcisi,
Evrenin
gizli planı,
Kuzey
Kutbu’nda gizlenen gerçek ne?
Galaktik
federasyona el çektirildi,
Yıldız
ırkları iş başında,
Anunakiler
Dünya’yı nasıl işgal etti?
Antarktika’da
buzulların arkasında ne saklanıyor?
İnanılmaz!
Antik devler yaşıyor mu?
Sümer
tanrıları geri mi dönüyor?
*
Evet,
bu türden ipe sapa gelmez yayınlar yapıyorlar.. Tam ecinnilere göre cinlik işler.
Bunlar,
Mustafa Kaplan’ı da gizemli bulmuş olacaklar ki onunla da bir
program yapmışlar. İlker Bey denilen şahıs onunla röportaj
yapmış.
Kaplan’ın
dediği şu:
“Son Ezber Bozan'ı izlediyseniz, İlker
Bey'in bir konuyu daha sıcak tutmaya çalıştığını fark etmişsinizdir: Bir
Amerikalının dolar dolu çantalarla Anadolu'da Nurcu medreselerini
ziyâret etmesi. Ya'nî, kirli para hareketleri...”
Bu
bana şunu düşündürdü: İlker Bey, yüzde 10 ihtimalle Amerikalılar’ın adamı,
bizim dağıttığımız paralar hakkında başka ne biliyorlar diye öğrenmek için
konuyu kurcalıyor..
Gazetecilik
dedektifliğine heveslenmiş olması ihtimali de yüzde 10..
Yüzde
80 ihtimalle ise, Türk istihbaratı (yani MİT) ile irtibatlı ve
tüm Nurcu medreselerini şaibe altında bırakmak için operasyon çekiyor ve bunun
için de Mustafa Kaplan’ı kullanıyor.
*
Kaplan,
Esad Efendi hakkında ise şunu diyor:
“Rahmetli Esad Coşan, Almanya'dan
valizlerle getirdiği paraları bir siyâsî partiye aktardığını söylemişti. Almanya'da
o kadar parayı verebilecek zengin Türk mü vardı?”
Kaplan,
edebiyatçıdır, “Almanya'da o kadar parayı verebilecek zengin Türk mü
vardı?” şeklindeki sorusunun istifham-ı inkârî kalıbında
geldiğini anlamayacak kadar cahil değildir.
Şunu
demek istiyor: Almanya’da o kadar parayı verebilecek zengin Türk yoktu,
muhtemelen Esad Coşan’a o parayı ya Amerikalılar ya da Almanlar verdiler, o
da alıp söz konusu partiye aktardı.. Esad Coşan da yabancı güçlerin
adamıydı.
Kastettiği
partinin adını da verelim: Prof. Necmettin Erbakan’ın başında bulunduğu Refah
Partisi.
*
Bir
kere, söylemişti dediği şeyi Esad Efendi söylemiş değil..
Kaplan’ın
bile bile yalan söylemediğini, istihbaratçılara özgü
bir operasyon çekemeye çalışmadığını varsayıyor ve onun “şahitlik
ehiyet ve liyakati”ne sahip bulunmayan bir kafası karışık ve hafızası zayıf
vatandaş olduğunu kabul ediyoruz..
Yani
hakkında hüsnüzanda bulunuyoruz.
Ancak,
Esad Efendi hakkında bu kadar bariz bir hata yapabilmiş olması, onun başkaları
(ve kendisi) hakkındaki beyanları konusunda da ihtiyatlı olmamız,
hemen inanmamamız gerektiğini düşündürüyor.
Hüsnüzanda
bulunuyoruz, fakat itimad edemiyoruz.
*
Sözünü
ettiği meseleye gelelim..
1990 yılına gelindiğinde Esad Efendi’nin Erbakan’la arası açılmıştı..
Bunun
işaretlerini daha 1985 yılında şahsen farketmeye başlamıştım, fakat özellikle
“operadaki hayalet” Oğuzhan Asiltürk’ün derin katkılarıyla beş yıl sonra ipler tümden kopmuştu.
Erbakan’ın
siyasî hareketi (Ki siyasal İslamcılık olarak biliniyordu) bir Nakşbendî-Nurcu
ittifakı olarak başlamıştı.. 1970’li yılların ortalarında bu ittifak bozuldu,
Nurcular Erbakan’ı tümden terk ettiler.
Anladığım
kadarıyla, 12 Eylül darbesinin ardından “demokratik” siyasal hayata tekrar
dönülürken, derinler, Erbakan’ın siyasî hareketinin Nakşbendî temelini de
çökertmek ve böylece bu hareketi “laikleşebilecek” kıvama getirmek istediler.
*
Bunu düşünmeme, üç yıl önce, İsmail Kıllıoğlu’nun 30 Kasım 2022 tarihli Millî Gazete’de yayınlanan “Dostların Gidişi” başlıklı yazısı neden olmuştu.
Kıllıoğlu şunları diyordu:
“12 Eylül 1980 darbesinin o baskıcı ve bunaltıcı ortamında,
Ankara Kara Kuvvetleri Komutanlığı Merkezi’nde yedek subay olarak askerlik
görevini yaparken, zihnime takılan bir düşünceyi sevgili Hüseyin
Karakaya başta olmak üzere bazı tanıdıklara ifade etmiştim. Böyle bir
düşüncenin oluşma nedeni, sanat ve edebiyat dergileriyle çok sınırlı imkân
içinde yayınlanan gazetelerin (Milli Gazete, Yeni
Devir gibi) yanında aylık bir kanala ihtiyaç bulunduğuydu.
Nihayet, bu düşünce üzerinde yapılan birtakım değerlendirmeler sonucunda, aylık
bir derginin yayınlanması yönünde belli bir mutabakat oluşmuştu.
Bunun gerçekleşmesi, imkânları, zorlukları neler olabilir türünden
irdelemeler yapıldı ve karar verildi. Nitekim şimdilerde
Karadeniz’de bir ilin Belediye Başkanı olan bir kişi Ankara’dan gelerek, Pendik’teki
evimde gecenin geç vakitlerine kadar düşüncelerimi kaydederek alıp
gitti. İslam dergisi böylece yayınlanmaya başladı.
Sevgili Yılmaz Bayat’ın gayretleri, çabaları başlı başına takdire
şayandı.”
Karadeniz’deki bir ilin (Ordu) belediye başkanı dediği kişi, AK Parti’nin kuruluşunda yer alan ve Enerji
Bakanı olarak hükümette koltuk da kapan Dr. M. Hilmi Güler.
*
Benim Vefa Yayıncılık bünyesinde çalışmaya başlamam 1987 yılında haftalık dergi çıkarma projesine katılmam yüzünden oldu.
Yaklaşık 10 kişilik bir ekiptik, Recai Kutan’ın oğlu Abdülaziz Murat Kutan ile (geleceğin Milli Savunma Bakanlığı bürokratı) Süreyya Yiğit de ekibe dahildi. (Murat Kutan'la yolum 28 yıl sonra TBMM'de tekrar kesişecekti.)
Projenin başında bulunan ve ekibi oluşturan isim, bugünün Sabahattin Zaim Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Özkan Göksal'dı.
O yılın ortalarında bir akşam Seha Neşriyat’ın bulunduğu binada aynı
katta yer alan bir salonda, Esad Efendi başkanlığında geniş katılımlı bir istişare toplantısı yapıldı.
Gündem haftalık dergi projesiydi, çıkarılmalı mıydı, çıkarılmamalı mıydı?
Toplantıda (sonradan AK
Parti milletvekili olan) Prof. İrfan Gündüz de vardı. Onun orada Esad Efendi’ye
söylediği şu anlamdaki sözlerini hiç unutmuyorum: “Hocam sizin Refah Partisi
hakkındaki değerlendirmeleriniz çok ikna edici oluyor. Özal’ın Anavatan
Partisi’nin rahat çalışabilmesi için ondan daha radikal bir hareketin bulunması
gerekiyor, o yüzden Refah Partisi’ni desteklemeli ve yaşatmalıyız diyorsunuz.”
Evet, söz konusu
toplantıda Yılmaz Bayat (sonradan Üsküdar Belediye Başkanı), Mehmet Emre (merhum Akif
Emre’nin amcasının oğlu) ve (sonradan prof. olan ve AK Parti’de milletvekilliği
yapan) Hacı Ahmet Özdemir gibi isimler de vardı. Toplantıya Temel Karamollaoğlu
da katılmış ve sonra beni arabasıyla (evinin yolu üzerindeki) ikametgahıma
bırakma nezaketinde bulunmuştu.
Hilmi Güler’i ilk defa orada gördüm.. İtirazcı ve sorgulayıcı bir tavır sergilemesi dikkatimi çekmişti.
Ancak, sonraki yıllarda, hakkında MİT’çi (ya da askerî istihbarattan) olduğu yönünde
dedikodular yapıldığına şahit olacaktım. Dr. Metin Erkaya’ya göre Hilmi Güler
ile Hüseyin Karakaya (Ki TBMM’de Milli Eğitim eski bakanı Vehbi Dinçerler’in
danışmanlığını yapmıştı ve İslam Dergisi’nin Ankara yıllarında dergiyle çok
yakından ilgileniyordu) iki demirbaş ajandı.
*
Esad Efendi’nin ajanlıkla suçladığı fazla isim yoktu..
Bunlardan biri, AK Parti’nin RTÜK başkanlarından ve Kanal 7’nin ortaklarından Zahid Akman’dı.
Esad Efendi’nin onun hakkında ajan ifadesini kullandığını Fuzul Otomotiv’in sahibi Mahmut Akbal’dan duymuştum.. İkinci olarak ise, 2000’li yılların başında İSAM’ın kütüphanesinde karşılaştığım Prof. Hacı Ahmet Özdemir bunu dillendirmişti.
Esad
Efendi ile yollarını ayırmış olan Özdemir, “Zahid benim Ankara İlahiyat’tan çok
samimi arkadaşım, Esad Efendi bunu nasıl söyleyebilir?” diyordu. Ona, “Esad
Efendi masum peygamber değil, fakat Zahid Akman da değil, doğru da olabilir”
anlamına gelen bir cevap vermiştim.
Esad Efendi’nin ajanlıkla suçladığı bir başka isim ise mezkur Hilmi Güler’di. Vefa Yayıncılık Genel Müdürü Kemal Yavuz Ataman, Esad Efendi’nin Orta Asya seyahati sırasında bunu kendisi ile damadı Ahmet Coşkun Dündar’a söylemiş bulunduğunu ifade etmişti.
Ancak Esad Efendi Hilmi Güler’i dışlamıyor, onunla beşerî ilişkilerini nezaket
çerçevesinde sürdürüyor, mudarada bulunuyordu.
*
Kıllıoğlu’nun
yazdıklarından benim anladığım şu: Esad Efendi'nin, gücünü derin rüzgârlardan alan bir emrivaki/oldubitti çerçevesinde
yayıncılık macerasına itilmiş olması ihtimali var.
Hilmi Güler’in taa Ankara’dan kalkıp İstanbul’a gidip Kıllıoğlu’na “gaz” vermiş olması bana ilginç geldi.
Oysa aynı Güler’in haftalık dergi projesine soğuk baktığını
farketmiştim. Aynı şekilde, Esad Efendi’nin yayınlattığı (ve benim de
yazı işleri müdürü ve köşe yazarı olarak içinde yer aldığım) Sağduyu Gazetesi
için kendisinden destek istendiğinde “Önce bir yürüyüşünüzü görelim” gibisinden
bir söz sarfetmiş olduğunu Efdal Orhan’dan duymuştum.
Evet, Kıllıoğlu’nun
yazısı bana, derinlerin Erbakan ile Esad Efendi’yi yayıncılık alanında
başlayacak bir rekabete ve çatışmaya sürüklemek istemiş olduklarını düşündürdü.
Yanılıyor olabilirim..
Neyin ne olduğu, kimin gerçekte kime ve neye hizmet ettiği ahirette ortaya çıkacak.
*
Konuya dönelim..
Esad Efendi, 26 Mayıs 1990 tarihinde İstanbul’da
yaptığı bir konuşmada Refah Partisi hakkında şu ifadeleri kullanmıştı:
Burda bana sorulan sorular, parti ile ilgili çeşitli
sorular. Diyorlar ki:
“–Bir müddet desteklediniz, şimdi bir ihtilaftan bahsediliyor. Niye?..”
Destekleme, hocamızın zamanından beri oldu. …
Hocamız destekledi. … Çok bariz bir misalini Samsun’da
hatırlarım. Amasya’dan Samsun’a geçmiştik. Suluova’da, Ali Efendi diye çok
yaşlı bir şeyh efendi vardır. Bizim dergahla ilgilidir.
Hocamızı ziyarete gelmişti. O, Süleyman Demirel‘i
tutuyordu. Hala da belki öyledir. Evine misafir filan etmiş bir kimse. Ona, çok
nasihat etti hocamız:
“–Bu bizim kardeşimiz iken, öbür tarafı tutmak uygun olmaz!” dedi.
Yine Samsun’da, bir başka kitapçı hacı amcamız var; tanınmış, büyük bir zat, Mustafa Bağışlayıcı. O zat da MHP’yi tutardı. Hocamız ona da nasihat etmiştir. Orayı tutmamasını, bu tarafı desteklemesini söylemiştir. …
Böylece, tekkemizin bir aksiyonu olması dolayısıyla tepeden
tırnağa destekleyerek devam etmiştik. Sonra öyle zamanlar oldu ki, siyasi
olaylarda Hocamızın ikazları oldu, nasihatları oldu, tavsiyeleri oldu:
“Söyleyin şöyle yapsın!.. Söyleyin onlara böyle yapmasın!.. Sakın şöyle bir
karar çıkartmasınlar!.. Aman, sakın şu olmasın, bu olmasın!” tarzında. Bunların
da bir kısmına bizzat şahidim ve çok şahidler de vardır. 1980 Askeri Harekatından önce, hatırlıyorum: “Partinin gençlik
kollarını söyleyin kapatsın şunlar; bu çocukları mahvedecekler!..” dediklerini
hatırlıyorum. …
Sonra bir ara başındaki şahsa, “Söyleyin
Necmi’ye [Necmettin Erbakan’a] partinin başkanlığından ayrılsın!”
dediğini biliyorum. Bunu tebliğ etmek için, [Erbakan’ın eniştesi Prof.] Osman
Çataklı’nın görevlendirildiğini; bir seferinde bizzat kendisinin gidip
söylediğini biliyorum. Fakat, ordan ayrılmadılar.
O da yine benim yorumlamama göre, şefkatten
kaynaklanıyordu. Hocasıydı, görüyordu; benim tahminlerime ve inancıma göre,
olacakları görüyordu, seziyordu …
Yahya Oğuz Bey, Sanayi Bakanlığı müsteşarıydı.
“–Yahya ayrılsın, bu vazifeden!” demiş.
Ertesi gün Yahya Oğuz, atlamış gelmiş İstanbul’a:
“–Efendim, emriniz başım üstüne ama, siz hakikaten
söylediniz mi, söylemediniz mi diye tahkik için huzurunuza kadar geldim. Böyle
bir emriniz var mı?..” demiş.
“–Evet var!”
İstifasını hemen vermiş. Sanayi bakanlığı müsteşarlığından
hemen ayrılmış. Hiç de sıkıntı çekmedi Yahya Oğuz; ne Uzunadaya gitti, ne
İnceadaya gitti, ne başka bir yere gitti. …
Şimdi biz bu kardeşlik duygusuyla, sevgisiyle, partinin
merkez yönetim kuruluna eleman vererek; başkanlıklarına, başkan
yardımcılıklarına eleman vererek; gençlik teşekküllerine eleman vererek, böyle
devam ediyor idik. …
Bu tavır, bir zaman sonra bariz bir değişikliğe uğradı, muhterem kardeşlerim! Çok bariz bir değişikliğe uğradı.. Ve, parti çalışmalarında bize karşı bir tavır başladı. Kaç sene önceden?.. Üç sene önceden, dört sene önceden, beş sene önceden, altı sene önceden itibaren bir tavır başladı.
Nasıl bir tavır başladı?.. Bizim dergilerimiz var; nasıl çalıştığını biliyorsunuz, neler yazdığını biliyorsunuz. Beğeniyorsunuz veya okuyorsunuz, tanıyorsunuz. ... ben ihvanıma, yani kardeşlerime, ahiret yoldaşlarıma ulaşabileyim, mesajımı iletebileyim, mektuplaşabileyim diye çıkartıyordum bu dergileri….
Hocamız böyle nasihatler etmişti.. Hocamız rüyada da
nasihat ederdi. Pek çok kimsenin hatıralarından duyuyorum. Rüyasına girdiği,
tebriklerde bulunduğu, vedalaştığı, konuştuğu vs. anlatılıyor. Büyük
evliyaullahın hali nasıl olur, öyle anlıyoruz.
Bendeniz de, dergilerimizle size ulaşmayı düşünürdüm.
Dergilerimiz, benim size mektuplarım diye düşünürdüm. Şimdi, bizim Almanya’daki
kardeşlerimiz ve partici kardeşlerimiz başladılar, “Bu dergiler, bizim
dergilerimiz değildir!” demeğe.. …
Bizim vakfımızdan bazı kimseler, kazara, tesadüfen,
istemeyerek, keşke ayaklarım varmasaydı diyerek, bir tüccarın yanına gitmişler
üç-dört sene önce.. Demişler ki:
“–Hakyol Vakfı için, talebeler için burs filan topluyoruz.
Siz de katılır mısınız, yardım eder misiniz?..”
Cevap olarak:
“–Biz partiye soracağız; ne cevap verilirse ona göre
hareket edeceğiz. Biz doğrudan doğruya, her hangi bir yere yardım yapmıyoruz”
filan demişler.
Sormuşlar partiye; sorduktan sonra da:
“–Yapamayız, bu vakıf bizim değil!” demişler.
Halbuki, Hakyol Vakfını Hocamız (Rh.A.) kurmuştu. …
Bizzat Necmeddin Bey, Konya’ya geldiği zaman, bundan
birbuçuk sene kadar önce: “Efendim, böyle iki şey olmaz: Hem Hakyol’a yardım
edeceksiniz, hem Milli Gençliğe; olmaz!.. Sadece Milli Gençliğe yardım
edeceksiniz!..” demiştir. Konyalılar burdadırlar, kendilerinden dinledim.
Yani, vakfımıza karşı tavır, dergilerimize karşı tavır; benim aciz naçiz şahsıma karşı tavır, kitaplarıma karşı tavır, “Bu kitapları okutmayız!” filan tarzında.. … Kitaplarımızı okutmama, dergilerimizi okutmama, vakfımıza yardım etmeme; ama, olanca imkânlarıyla elemanlarımızdan faydalanma hali.. Böyle bir değişme.. Böyle bir acaib, garâib durum.. Sübhànallàh! ....
Sonradan iş daha da keskin bir hale geldi. Başladılar
partinin eğitim seminerlerinde tavır koymaya… Meselâ, bunlardan birisi
Yalova’da yapılan eğitim semineridir. ... tasavvufa karşı bir tavır; yani, benim yoluma, benim
büyüklerime, benim bağlandığım şeye karşı bir tavır:
“–Tasavvuf da neymiş?.. Şeyhler laf üretmekten başka ne
yaparlarmış?..”
Tarihi bilmiyor, tasavvuf tarihini bilmiyor; Kafkasya’dan haberi yok, Şeyh Şamil’den haberi yok; İmam-ı Rabbanî’nin mücadelesinden haberi yok!.. Sudan’daki büyük şeyhlerin İngilizlere karşı yaptıkları cihaddan haberi yok!.. Cahil!.. Kültürsüz!.. Libya’daki Sunusi Tarikatı… Libya’yı Libya yapan, istiklalini kazandıran Sunusi Tarikatı’dır. ...
Değişen ben değilim. 1990 Yılının Ocak ayına kadar, bütün kusurlarıyla bu kardeşlerimi destekledim. ....
“–Bana biat etmeyen, kendine din arasın!” diyor. Yani, İslâm’dan mı
çıkıyor? Böyle saçma şey mi olur?.. Sen nesin?.. Bulunmaz Hint kumaşı mısın ki sana
ittibâ edeyim?.. …
Kendi keyfine göre bir yol tutturmuş, “Cihad emiriyim!” diyor. Ne cihadı?.. Fi gayri sebilillâh cihad!.. Böyle, Allah yolunda cihad değil ki bu!..
40 yıldır tanıdığımız
insan, tam 40 yıldır tanıştığımız desteklediğimiz insan, beslediğimiz insan,
varlığımızın her çeşidiyle katıldığımız insan; kardeşlerimizin parasıyla
bütçesi şişmiş, kabarmış insan, Almanya’dan valizlerle gelen marklarla
zenginlemiş insan… Suud’dan, Kuveyt’ten gelen paralarla şey yapmış insan…
*
İşte, Esad Efendi'nin çantalarla para hakkında söylediği söz bu..
Ve Mustafa Kaplan nasıl
aktarıyor!.
Söz konusu konuşma 17-23 Haziran 1990 tarihli Tempo Dergisi’nde (Esad Efendi'ye parti kurması için "gaz" verecek şekilde) yayınlandı ve büyük gürültü kopardı.
Kaseti onlara kimlerin ulaştırmış olduğu
tahmin edilebilir.. Böylece Coşan-Erbakan ya da İskenderpaşa-Refah ilişkisi
tamir edilemeyecek şekilde hasar görmüş oldu.
Aynı konuşma metnini Ruşen Çakır da Ayet ve
Slogan’ında yayınladı.
*
Kaplan’ın laflarını okuyan kişinin düşüneceği şey şu:
Demek
ki bu Esad Coşan da ABD’nin ya da Almanya’nın adamı.. Onlar para veriyordu, bu
da getirip Refah Partisi’ne teslim ediyordu.. Hımmm, demek ki Refah
Partisi’nin de arkasında ABD ya da Almanya vardı.
1988-90 yıllarında Almanya’daydım, Erbakan’ın oradaki teşkilatının (Millî Görüş Teşkilatı’nın) nasıl çalıştığını gözlemleme imkanım oldu.
Almanya genelinde camileri var, her seçim döneminde bu camilere “Siz şu kadar, siz şu kadar para toplayıp göndereceksiniz” diye talimat gidiyor. Caminin, cemaatin büyüklüğüne göre.. Böylece ortaya, damlaya damlaya göl olur hesabı bir yekün çıkıyor.. Mesela 5 milyon, 10 milyon Mark vs…
Millet para veriyordu.. Benim babam bile, Kanal
7’nin kurulması için Recai Kutan Almanya’da para topladığı sırada 2 bin
Mark vermiş durumda.
Bu paralar banka vasıtasıyla değil, gurbetçi valizleriyle elden
gönderiliyordu. Hikaye bundan ibaret.
*
Bu Mustafa Kaplan’a ne demek lazım bilmiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder