DİN TAHRİPÇİLİĞİNİN (GÜNCELLEMECİLİĞİNİN) MAKASID İSTİSMARI

 




Mecelle’de şu usul ilkesi yer alıyor: “Mevrîd-i nassda ictihada mesağ yoktur.

Yani bir mesele hakkında anlamı açık ayet ve hadis varsa, o konuda ictihad mahiyetinde yeni hüküm verilemez, "güncelleme" vs. yapılamaz.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddeler gibi.

Allahu Teala’nın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez emir ve yasaklar vaz’ etmesi tabiîdir, çünkü herşeyi yaratan, herşeye doğasını, tabiî özelliklerini veren, O’dur.

Allahu Teala’nın yarattığı akıl ile Allahu Teala’nın emir ve yasaklarını sorgulamak, onlar hakkında hüküm vermek ise, akılsızlıktır.

(Akıl, emrin gerçekten Allahu Teala’ya mı ait olduğunu anlama çabasında gereklidir ve işe yarar, fakat böyle olduğu anlaşıldığında ona düşen, teslimiyettir.)

*

İmdi, zamane devletlerinin (kimisi mantıklı, kimisi mantıksız) “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” hükümlerini hiç sorgulamayan “müslüman”ların nasslar hakkında ileri geri konuşmaları karşısında ne demek gerekir?

Zamane devletleri dedik ama aslında devletluları dememiz gerekiyor.

Çünkü devlet, zihnimizde soyutlama yoluyla ürettiğimiz itibarî ve sentetik bir varlıktır, gerçeklikte devlet diye “kendi başına varlığı olan” bir oluşum yoktur.

Zihnimizin dışında devlet değil, sadece üzerinde yaşadığımız vatan (arazi, toprak), millet dediğimiz insan yığını, bu insan yığınına hükmeden örgütlü bir zümre (yani siyasetçi ve bürokratlar topluluğu, devletlular), ve bu devletluların yönetimde esas aldıkları ilkeleri (rejim) vardır.

Hatta o ilkeler (rejim) bile maddî varlığa sahip değildir, itibarîdir, gerçeklikte mevcut olan, devlet adına hareket ettiklerini söyleyenlerin (kimi zaman çifte standart içeren, tutarsız ve keyfî) hareket, tutum ve davranışlarıdır.

*

Söz konusu devletlular topluluğu halktan bazılarını yardımcıları olarak istihdam ederler (memurlar), ve (rejim diye adlandırılan) bir “gütme usulü” ile millete tabiri caizse “çobanlık” yaparlar.. Her çobanın mutlaka köpekleri (güvenlik güçleri) de olur.

Bu “çoban”ların bazısı şefkatli ve merhametlidir, kavalıyla koyunların gönlünü hoş etmeye çalışır, bazısı ise elinden sopayı eksik etmez, sürüde ayrı baş çeken ve rejime (gütme usulüne) aykırı hareket eden oldu mu, bir derdi mi var diye düşünmeden kafasına sopayı merhametsizce indirir.

İnsanların gerçek sahibi Allahu Teala’dır; “çoban”lar O’nun ilkelerine (Şeriat’e) uyduklarında emanete riayet etmiş olurlar.

“Gütme usulü” diye kendi kafalarından icat çıkardıklarında veya aralarından birinin ilke ve (devrim madalyası taktıkları) yeniliklerine (ifsat ve tahribatına) tabi olduklarında, sürünün asıl sahibine ihanet etmiş olurlar.

Buna bir de “Sürünün sahibinin emirleri (şeriati) de ne oluyormuş, nasıl güdeceğime ben karar veririm” şeklindeki azgın isyankârlık eklendiğinde, belalarını eksiksiz biçimde bulurlar.

Çünkü gün akşam olur, Güneş batar, alem ölüm demek olan uykuya yatar, ve ertesi sabah herkes uyanıp ruhları bedenlerine tekrar iade edildiğinde sürünün sahibi, hain çobanları hesap sormak üzere huzuruna çağırır.

*

Mecelle’deki bir başka kural şudur: “Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın tegayyürü inkâr olunamaz.”

Yani zamanların değişmesi ve başkalaşması ile hükümlerin değişeceği inkâr edilemez.

Ancak, aynı Mecelle, “Mevrîd-i nassda ictihada mesağ yoktur” da demektedir.

Bu bir çelişki midir?

Hayır!

Ezmanın tegayyürü ile ahkâmın değişmesi sadece içtihadî meselelerde olabilir.

Fakat bu, her hükmün değişebileceği veya değişmesi gerektiği anlamına da gelmez.

Üstelik, içtihadî konularda, zaman değişmeden de farklı hükümler verilebilmektedir.

Ancak, nassın varid olduğu yerde, böyle bir değişiklik (değiştirmeye müeddî bir içtihat) yapılamaz.

Mesela Kur’an’daki miras hükümlerinin durumu budur.. Zaman değişti diye bu hükümler değiştirilemez.

Nass, zamana uydurulamaz, zaman nassa uymak zorundadır.

*

Zamanın değişmesinin bir önemi yoktur; değişen insanlardır, insanların yapıp ettikleridir.

Zamandan bu şekilde bahsetmek, onu, “insanın iradesini geçersiz hale getiren” bir varlık ya da etken haline getirmek olur.

Parlak fakat aldatıcı bir betimlemedir.

İnsanlar, kendi yaptıkları değişiklikleri “zamanın gereği” adı altında değişmez/değiştirilemez bir etken ilan ettiklerinde, yani o değişiklikleri insandan bağımsız ve insan iradesinin etkisinden azade sabiteler olarak gördüklerinde, ve onlara göre hüküm verdiklerinde, onları nass haline getirmiş olurlar.

Bu, kendisinin elinin ürünü olan puta, kendisini yaratan tanrı konumunu layık görmek gibi birşeydir.

Evet bu, insanın kendi yaptığı değişiklikleri “zamanın gereği” etiketi altında bir tür nass ilan etmesi, nassları da (kendi bedenleri ve amelleri gibi) değişebilir şeyler olarak görmesi anlamına gelir.

Bu, insanın kendi amelinin meşruiyetinin delili olarak yine o ameli göstermesi demektir.

*

Ne yazık ki, “Müslümanların dinlerini iyi anlamaları, Allah ve Resulü’nün maksadını bilmeleri, dinin küllî ve nihaî hedeflerini gözetmeleri” türünden yaldızlı ve parlak laflar edenlerin birçoğu, bu laflarıyla, (Hz. Ali’nin Haricîler için yaptığı “hak söz ile batılı kastetme” tespitini hatırlatacak şekilde) fesat, tahrifat ve tahribatı kastediyorlar.

Müslümanlar nassları uyguladıklarında Allah ve Resulü’nün “maksad”ı otomatikman gerçekleşmiş, dinin küllî ve nihaî hedefleri de gözetilmiş olur.

Mesela insan, yaşaması için gereken enerjiye yemek yemesi sayesinde sahip olur.. Düzenli biçimde yemek yediğinde, yemek yemenin asıl işlevi ve gayesi hakkında hiçbir şey bilmese ve üzerinde düşünmese bile, maksat hasıl olmuş olur.

Üç yaşındaki çocuk, yemek yemenin faydası, işlevi ve gayesi hakkında hiçbir şey bilmez, fakat Allahu Teala beslenmeye dünyada peşin bir ödül verdiği, onu zevkli ve tatlı kıldığı, buna karşılık yemek yemeyi terk etmeyi de açlık elemiyle azaplı hale getirmiş bulunduğu için, çocuk bu bilgisizliğine rağmen, yaşaması için gereken enerjiyi toplayacak şekilde amel eder.. Yemek yemenin faydası, maksadı, hikmetleri hakkında bilgili olmanın bu noktada fazladan hiçbir katkısı olmaz.. Böylesi bir bilgisizliğin çok fazla bir zararı da olmaz.

Buna karşılık, bir kimse yemek yemenin maksadı, gayesi ve hikmeti hakkında çok iyi edebiyat paralayıp da yemek yemese, ya da insanın tabiî beslenme düzenini değiştirerek yeni icatlar çıkarmaya çalışsa, bu alanda devrim yapma tutkusuyla mesela vücut için gerekli olan maddelerin damardan zerk vs. gibi yollarla verilmesi türünden yenilikler yapsa, bunu da yemek yemenin küllî ve nihaî hedefleri, maksadı gibi parlak ambalajlar içinde sunsa, fesat çıkarmış olur.

Yemek yemedeki maksad, yani beslenmenin küllî ve nihaî hedefleri, yemek yemenin bizzat kendisinde mündemiçtir.

Yemek yeme alışkanlığını “maksad, küllî ve nihaî hedefler” edebiyatıyla “donukluk ve tutukluk” olarak nitelendirmek, beslenmede sofistike olma çağrısı yapmak, toplumun beslenme alışkanlıklarını “beslenmeyi iyi anlayamamak, beslenmenin nihaî hedefini gözardı etme” diye nitelendirmek ya şuursuzluk ve cehalettir ya da bilinçli sahtekârlık.

*

Evet, dinin maksatları, küllî ve nihaî hedefleri, nasslarda mündemiçtir.

Bu nasslar uygulandığında maksatlar/hedefler kendiliğinden gerçekleşmiş olur.

Yemek yenildiğinde, vücudun ihtiyaç duyduğu enerjinin kendiliğinden elde ediliyor oluşu gibi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...