TÜRKİYECİLİK PUTPERESTLİĞİ

 



Bir önceki yazıda Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan’ın merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca’ya atıfta bulunduğu yazısını konu edinmiştik.

Esad Efendi’ye yapılan bir dünyevî “teklif”ten söz ediyordu.

Buna göre, bir heyet Esad Efendi’yi Asfa Koleji’nde ziyaret etmiş, bir teklifte bulunmuşlar, ve bu yüzden Esad Efendi, aynı kolejde yapılacak olan bir toplantıya biraz gecikerek katılmış.. 

Ve şöyle demiş:

Biraz önce bu binada görüştüğüm bir heyet bana, müşriklerin Peygamber Efendimiz'e teklif ettiği çirkinlikte şeyler teklif ettiler. Ben o teklifleri kabul edersem küresel bir gücümüz, bir sürü paramız, okullarımız, holdinglerimiz, daha bir sürü şeyimiz olacakmış. Allah’a şükürler olsun ki bu teklifi elimin tersiyle ittim.”

*

Teklifi anladık.. Fakat yapanlar kimlerdi?

İşte Yeni Şafak’ın kurnaz yazarı burada maharetini gösteriyor, “Rahmetliye ‘müşriklerin Peygamber Efendimiz'e yaptıkları çirkinlikte şeyler’ teklif edenlerin kimler olduğuna dair en küçük bir şüphemiz yok değil mi?” diyerek topu taca atıyor.

Daha doğrusu, "teklif sahiplerini" okurlarının hayal güçlerine bırakıyor.

Az kurnaz değil.

*

Sana birileri böyle şeyler vaad ediyorlarsa karşılığında birşeyler istiyorlardır.

Esad Efendi’den kimler ne istemiş olabilirlerdi?

Evet, Esad Efendi’ye “küresel bir güç, bir sürü para, okullar, holdingler, ve daha bir sürü şey” vaad edebilecek konumda olanlar kimler olabilir(di)?

Ve karşılığında ne istemiş olabilirler(di)?

Yeni Şafak’ın kurnazı bu bahse girmiyor.. “Tuhaf bir nostalji duygusu”na sığınarak konuyu güncel “toplumsalın dışına” itiyor ve bir "Asr-ı Saadet simülasyonu" ile okurlarını bugünün gerçekliğinden koparmaya çalışıyor. 

Sözleri şöyle:

“Sadece bir küçük hatırlatma: Müşrikler, Peygamber Efendimiz'e ‘Sen bu iddialarından vazgeç, bizim bu düzenimizi tehdit etme, biz de bir gün Sen’in Rabb’ine tapalım, bir gün kendi putlarımıza’ diyecek kadar ileri gitmişlerdi tekliflerinde. Bir çeşit ‘dinler arası diyalog’ yani.”

Böylece kurnaz yazar bize bir ipucu vermiş oluyor.

Esad Efendi’ye söz konusu teklifi yapanların ‘dinler arası diyalogcular’ familyasından olduğunu düşününbilinçaltı mesajını çaktırmadan veriyor.

*

Ancak, Esad Efendi’nin Türkiye’de yaşadığı (1997 ilkbaharına kadar olan) dönemde küresel diyalogçuların Esad Efendi’ye ihtiyaçları yoktu.. Bu işi Fethullahçılar gayet iyi beceriyorlardı.. Usta biniciler dere geçerken at değiştirmezler. 

Üstelik, o dönemde Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilahiyat fakülteleri Fethullahçılara ayak uydurma telaşı içindelerdi.

O kadar ki, sonraki yıllarda Yeni Şafak’ta köşe yazarlığı yapacak olan Prof. Faruk Beşer gibi isimler Fethullah’ın müçtehitliğinden, “Fethullah Gülen fıkhı”ndan (yani mezhebinden) söz ediyor, Fethullah’ı “mezhep imamı” konumuna çıkarıyorlardı.

Prof. Hayrettin Karaman gibi isimler de bu kervana ucundan kıyısından destek veriyorlardı.

AK Partililerin neredeyse tamamına göre Fethullah, muhterem bir hocaefendiydi.. 2013 yılı Türkçe Olimpiyatları’nda bile ona olan hasretlerini ve sarsılmaz muhabbetlerini dile getiriyor, “Bitsin bu hasret!” diye tabiri caizse ağıt yakıyorlardı.

*

Evet, Esad Efendi’nin Türkiye’de bulunduğu dönemde ona “dinler arası diyalog” panayırında ihtiyaç yoktu.. Panayırın müşterisi boldu.. Bit pazarına nur yağmaktaydı. 

Yeni Şafak’ın kurnaz yazarının dediği gibi, Esad Efendi’yesöz konusu teklifi kimlerin getirmiş olduğu konusunda benim hiçbir şüphem yok.

Vaatleri karşılığında ne istediklerini de, İskenderpaşa Cemaati “doğal liderliği”nin Esad Efendi sonrasındaki eylem ve söylemleri, hareket tarzı ve politikası ortaya koyuyor.

*

Yeni Şafak yazarı sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Türkiye’deki köklü mücadeleyi bir bakıma ‘teklifi kabul edenler ile etmeyenler arasındaki mücadele’ olarak da okuyabiliriz ve okumalıyız.

“Bidayetinde emperyalizm sultasından bütünüyle kurtulamamış ve İngiliz-Batı etkisine kendisini açık tutmuş, ardından gelişen olaylarda ‘iki kutuplu dünya’nın neredeyse tampon bölgesi haline gelerek tuhaf ötesi bir dengeleme çabasına girişmiş, İsrail’in bölgedeki varlığından sonra da kendisini bir başka dengenin tam ortasında bulmuş Türkiye Cumhuriyeti. Hal böyle olunca da tarihin ve coğrafyanın alnına yazdığı jeopolitik ve teopolitik yüklerin tamamını öyle ya da böyle sırtlanmak zorunda kalmış.”

Zorunda kalmış.. Ne yapsın, zorunda kalmış..

Böylece yazar, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin iç ve dış siyasetini belirleyen ilk kadroları (başta Selanikli Mustafa Atatürk olmak üzere) kaşla göz arasında aklıyor.

Ne yapsınlar, Türkiye kendisini “bir dengenin tam ortasında bulmuş”.. Dengesizlik mi yapsın?! Kendisini dengenin ortasında bulmuş işte..

Görüldüğü gibi yazar, bütün yapılanları “denge” torbasına dolduruyor.. Denge, güzel bir kavram ve de haslet.. Dengelilikten daha iyi, dengesizlikten daha kötü ne olabilir?!

Hal böyle olunca da Türkiye (yani Türkiye’yi yönetenler), laik bir yaklaşımla tarihin ve coğrafyanın alnına yazdığı jeopolitik ve teopolitik yüklerin tamamını öyle ya da böyle sırtlanmak zorunda kalmışlar.

Bütün suç “nalet" laik (siyasal dinsiz) "kader”in üstünde.

Bir tarafta Allahu Teala’nın emir ve yasakları varsa da, diğer tarafta tarih ve coğrafya tanrılarının yazdığı jeopolitik ve teopolitik yükler söz konusu.

Jeopolitiki anladık, fakat teopolitik de herhalde, “Allahu Teala’yı tanrılıktan emekli edip, yerine tarih ve coğrafya putlarını oturtmak” oluyor herhalde.

*

Yeni Şafak yazarı şunları da söylüyor:

“Şunu yazayım: Merkezi ‘Türkiye’ olmayan herkes nazarımda ‘teklifi ya tamamen ya da kısmen kabul etmiş demektir.’ Parasını, ününü, şöhretini ABD’den ya da Rusya’dan İngiltere’den ya da Suudi Arabistan’dan, İran’dan ya da İsrail’den alması fark etmez. …”

Bu merkez kelimesi bana Stephen Covey’in Etkili İnsanların Yedi Alışkanlığı adlı kitabını hatırlattı.

Otuz-kırk dile çevrilmiş, Türkçe tercümesi 67’nci baskısını yapmış bir kitap.

Çoğu “kişisel gelişim” kitabı gibi “gaza getirme edebiyatı” yaparak “gelecekte büyük lokma yiyebilmek için büyük konuşma” numaraları öğretme iddiasındaki bir çalışma değil, yararlı.

Orada Covey, insanların tutum ve davranışlarına yön veren “merkez”lerden söz eder: Kimisi para-merkezli, kimisi aile-merkezli, kimisi düşman-merkezli, kimisi iş/kariyer-merkezli, kimisi din-merkezlidir.

Covey böyle birçok merkez sayıyor.. Ona göre insan, ilke-merkezli olmalıdır.. 

İnsanın zihniyet ve duygu dünyasında başka bir merkez yer etmemelidir.

*

İlkeler ise dürüstlük, yardımseverlik, merhamet, alçakgönüllülük, cesaret, ahde vefa (sözünde durma), tok gözlülük, adalet, iffet ve kanaatkârlık (haddini bilme) gibi erdemlerdir.

Para-merkezli olan bir kişi için dünyada değerli olan insanlar, paralı olanlardır.. Böyle biri, parasız kişilere değer vermeyeceği gibi, parasız olduğu zaman kendisini değersiz hisseder, bunalıma düşer.. Bu zihniyetteki birine göre, insan ne yapıp edip para kazanmalı, mutlaka zengin olmalıdır.. 

Dolayısıyla, böyle biri, para ve zenginlik için "dini ve namusu" bir çırpıda bir yana atabilir. 

Aile-merkezli olan için doğrular, ailesinin önyargı ve kabullerinden ibarettir.

Düşman-merkezli olan kişi için de doğru, düşmanının yaptıklarının ve savunduklarının tersidir.. Düşmana zarar veren herşey iyi, vermeyen ise önemsiz ya da değersizdir.

Covey, din-merkezlilikten söz ederken dinden kastının Batı’daki kilise kurumu gibi dinî örgütler olduğunu söyler.

Kitabının sonlarına doğru bu hususa dikkat çeken yazar, İncil’deki ahlâkî öğütlerin ilkelere dahil olduğunu söyler.

*

Covey’in kitabını 23 yıl önce okumuştum, hatırladığım kadarıyla devlet-merkezlilik (veya aşiret-merkezlilik, millet-merkezlilik, vatan-merkezlilik) diye birşeyden söz etmiyor, fakat etse iyi olurmuş.

Yeni Şafak gazetesi yazarının laflarına dönelim.. Türkiye-merkezlilikten söz ediyor.

Türkiye-merkezlilikten söz etmenin bir tür putperestlik olduğunun farkında değil.. (Belki de farkında, bilemem.)

Senin Türkiye dediğin nedir?.. Bir devlettir.. Peki devlet nedir?.. Devlet, insanların (millet ya da halk denilen bir topluluğun) oluşturduğu, kurduğu bir örgütsel yapıdır, teşkilattır.

Yani senin kendi icat ettiğin, yapıp ettiğin, ürettiğin birşey..

Kendi elinin ürünü olan birşeyi “merkez” haline getirdiğinde aslında kendini “merkez” yapmış olursun.

İşte bu, insanın tanrılık taslaması, heva ve hevesini tanrı edinmesi, kendi elinin yonttuğu puta tapmasıdır.

*

Müslüman ne Türkiye-merkezli olabilir, ne İran-merkezli, ne Arabistan-merkezli..

Müslüman, Türkiye’nin, İran’ın, Arabistan’ın vs. hak-merkezli (dinî ilkeler merkezli) olmasını, tarih ve coğrafya putlarına değil Allahu Teala’ya itaat etmesini isteyen adamdır.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

(Bakmayın böyle dediğime, aslında anlatabildiğimden eminim.. Daha ne diyeyim?

“Bilmem anlatabiliyor muyum?” sorusu anlamsızdır.. Neyi ne kadar anlattığını bile bilmiyorsan, bundan bile emin değilsen, hiçbir şeyi bilmiyorsun demektir.)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

TÜRKİYECİLİK PUTPERESTLİĞİ

  Bir önceki yazıda Yeni Şafak  gazetesi yazarı  İsmail Kılıçarslan ’ın merhum  Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan  Hoca’ya atıfta bulunduğu yazısı...