Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail
Kılıçarslan bugünkü (5 Ekim 2024 tarihli) yazısında merhum Prof. Dr.
Mahmud Esad Coşan Hoca’ya atıfta bulunmuş.
Yazısı şöyle:
Hem benim
anlattığım “ev toplantısı” versiyonu doğru, hem de ben o versiyonu anlattıktan
sonra “Asfa Koleji’nin toplantı salonunda yaşandı bu olay” diyerek beni
arayan arkadaşlarımın anlattığı versiyon da.
O gün Asfa
Koleji’nin toplantı salonunda yaklaşık 100 kişi, Rahmetli Esad Coşan
Hoca’yı epeyce bekledikten sonra hoca salona giriş yapıyor. Normalde
insanları bekletmek, toplantılara geç gelmek adeti değil. Çokça sinirli olduğu
her halinden belli. Bu da alışıldık bir durum değil, hocayı tanıyanlar
açısından.
Yaklaşık
olarak şunları söylüyor toplantı başlamadan hemen önce: “Biraz önce bu
binada görüştüğüm bir heyet bana, müşriklerin Peygamber Efendimiz'e teklif
ettiği çirkinlikte şeyler teklif ettiler. Ben o teklifleri kabul edersem küresel
bir gücümüz, bir sürü paramız, okullarımız, holdinglerimiz, daha bir sürü
şeyimiz olacakmış. Allah’a şükürler olsun ki bu teklifi elimin tersiyle
ittim.”
Rahmetliye
“müşriklerin Peygamber Efendimiz'e yaptıkları çirkinlikte şeyler” teklif
edenlerin kimler olduğuna dair en küçük bir şüphemiz yok değil mi?
Sadece bir
küçük hatırlatma: Müşrikler, Peygamber Efendimiz'e “Sen bu iddialarından
vazgeç, bizim bu düzenimizi tehdit etme, biz de bir gün Sen’in Rabb’ine
tapalım, bir gün kendi putlarımıza” diyecek kadar ileri gitmişlerdi
tekliflerinde. Bir çeşit “dinler arası diyalog” yani.
Bu, burada
bir dursun.
Türkiye’deki
köklü mücadeleyi bir bakıma “teklifi kabul edenler ile etmeyenler arasındaki
mücadele” olarak da okuyabiliriz ve okumalıyız.
Bidayetinde emperyalizm
sultasından bütünüyle kurtulamamış ve İngiliz-Batı etkisine kendisini açık
tutmuş, ardından gelişen olaylarda “iki kutuplu dünya”nın neredeyse tampon
bölgesi haline gelerek tuhaf ötesi bir dengeleme çabasına girişmiş, İsrail’in
bölgedeki varlığından sonra da kendisini bir başka dengenin tam ortasında
bulmuş Türkiye Cumhuriyeti. Hal böyle olunca da tarihin ve coğrafyanın
alnına yazdığı jeopolitik ve teopolitik yüklerin tamamını öyle ya da böyle
sırtlanmak zorunda kalmış.
Bu “sırtlanma
zorunluluğu” beraberinde hem sorumlulukları hem de fırsatları getirmiş.
İngiltere ve Amerika, Türkiye üzerindeki etkisini sürdürmek; Rusya da
Türkiye’de kendisine bir etki alanı açabilmek için müttefikler aramış
memleketimizde.
Bir yandan
CHP’nin Halkevleri, Rusya’nın “doğal yayılım alanı” haline gelirken bir yandan
Komünizmle Mücadele Dernekleri, Amerika’nın operasyon sahasına dönüşmüş mesela.
Menderes’in berbat ötesi Amerikancılığı da İnönü’nün “ortanın solu” zırvası da
hep bu “konsept” ile ilgili olmuş.
Bu sarkaç
öyle bir hale gelmiş ki, seneler içerisinde hem Amerika ve Batı dünyası, hem de
Rusya ve Sosyalist blok ülkeleri Türkiye’de “iç savaş” çıkartabilecek güce bile
erişmiş. O plan akamete uğrayınca da PKK isimli mayın eşeklerini “sürekli iç
savaş” için sahaya sürmüşler. Tabii FETÖ’cü eniklerle eş zamanlı olarak. Bugün
FETÖ’nün doğrudan bir CIA projesi, PKK’nın ise öyle Marksizm, sosyalizm gibi
şeylerle hiç ilgilenmeyen ve Amerika başta olmak üzere önüne gelen emperyalist
güce yaltaklanan bir “mayın eşeği örgütü” olduğunu hepimiz biliyoruz.
Bu da burada
bir dursun.
Hem FETÖ’nün
hem PKK’nın ortaya çıkış sürecinde ve sonrasında her türden emperyalist odağın Türkiye’de
kimlere teklif götürdüğünü, kimleri yedeklediğini de biliyoruz artık
büyük oranda. Hem bu teklifi kimlerin kabul ettiği hem de kimlerin kabul
etmediği üzerinden sahibiz bu bilgiye.
Rahmetli Esad
Coşan Hoca’nın, şehit Muhsin Yazıcıoğlu’nun “teklifi elinin tersiyle
itenler”den olduğuna hiç şüphe yok mesela.
Şunu yazayım:
Merkezi “Türkiye” olmayan herkes nazarımda “teklifi ya tamamen ya da
kısmen kabul etmiş demektir.” Parasını, ününü, şöhretini ABD’den ya da
Rusya’dan İngiltere’den ya da Suudi Arabistan’dan, İran’dan ya da İsrail’den
alması fark etmez. Ki biliyorsunuz, parasını Norveç’ten bile alan var canına
yandığımının Türkiye’sinde. Bu da aslında gayet normal, zira Türkiye üzerine
bir politik-stratejik ajandası olmayan ülke yok neredeyse. Eh, bizde de her
şeyi göze alarak merkezini Türkiye olarak belirleyen adam da, emperyalistler
istedi diye şerefini ve namusunu iki paralık etmeye hazır adam da mebzul
miktarda malum. Hal böyle olunca Türkiye’nin o uzun mücadelesini “teklifi
kabul edenlerle etmeyenler” arasında görmek ve değerlendirmek de kaçınılmaz
oluyor.
Şimdi sorumuz
şu: Türkiye, bir ateşten çemberin tam ortasına atılmaya çalışılırken bizim
gündemimizi teklifi çoktan kabul etmiş ya da önümüzdeki süreçte her teklife
açık olacaklar mı belirleyecek yoksa “teklifsiz adamlar” mı?
Cevap da şu:
İran’ın, Amerika’nın, Rusya’nın, İsrail’in, hatta Suriye rejiminin güttüğü
adamların gündemimizi belirleyerek bizi “hazır” hale getirmesine ses
çıkarmazsak vay bizim halimize.
Dikkat
isterim: Emperyalizmin güttüğü adamların bilmem hangi pahalı markanın
kumaşından yapılma sarık sarmaları da fark etmez, Rolex saatleriyle
arz-ı endam etmeleri de, kendilerine gazeteci, uzman, bilmem ne sıfatları ile
kamufle etmeleri de.
İran İsrail’e
füze attığında “işte büyük ülke böyle olur” diye tek bir Siyonist öldürmeyi
başaramayan emperyalist İran’ı, katil sürüsü Hizbullat’ı savunmaya geçen
köpekleri de; “İsrail ile Türkiye’nin arasında ne sorun var kardeşim?” diyen
köpekleri de; güya Türkçü görünüp İsrail’e her türlü desteği verip servis
yapanları da görüyoruz çıplak gözle artık.
Bu
gördüklerimizle ve bu gördüklerimizin sonucuyla ilgili olarak da sadece çıplak
ellerimize güveniyoruz. Müslüman Türk’ün “çıplak eli”nden başka dayanağı yoktur
çünkü. Bilmem anlatabiliyor muyum?
*
Yazının hamaset dozu yüksek.
Ancak, bu arızalı hamasete merhum
Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca’yı alet etmese “eyiymiş”.
Çünkü bu, gençliğinin tamamı onun yanında
(ya da safında) geçmiş olan benim gibilerin (istismara ve yanlış anlamalara yol
açılmaması için) bazı düzeltmeler ve açıklamalar yapmasını “zorunlu”
hale getiriyor.
Bilmem anlatabiliyor muyum?
*
Bir başka yazıda Kılıçarslan’ın “güncel”
safsata ve çarpıtmalarını konu edineceğim inşaallah.. Bu yazıda sadece şu “teklif”
meselesi üzerinde durmakla yetineceğim.
Söz konusu teklifi Esad Efendi’ye
kimler yapmış olabilir?
Şayet ABD (yani CIA) böylesi
bir teklifi yapmış olsaydı Esad Efendi bunu açıkça söylerdi.. Adres gösterirdi.
Yeni Şafak yazarı “Rahmetliye ‘müşriklerin
Peygamber Efendimiz'e yaptıkları çirkinlikte şeyler’ teklif edenlerin kimler
olduğuna dair en küçük bir şüphemiz yok değil mi?” diyor.
Madem mesele bu kadar açık, kimler
olduğundan en küçük bir şüphemiz yok, o halde kimler olduklarını açıkça yazsana
kardeşim!
Nedir yani, bunların adını vermen
ayıp mıdır, günah mıdır?!
Kimlerden niye çekiniyorsun?
*
Bu teklifi yapanlar, FETÖ’cüler olamaz..
Çünkü onlar, başka bir grubun
kendileri kadar büyümesini veya kendilerine rakip olmasını istemezler(di).
Üstelik, Esad Efendi’nin hayatta
olduğu dönemde FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü) ona böyle bir teklif götürecek
kadar palazlanmamıştı.. Bu, daha sonra, AK Parti hükümetleri döneminde oldu.
Esad Efendi hayattayken 28 Şubat Süreci
devam etmekteydi ve FETÖ’cüler kaçacak delik arıyorlar, takiyye destanı
yazıyorlardı.. “Kendisi muhtac-ı himmet bir dede, nerde kaldı gayriye himmet
ede!” türküsünün konusu durumundaydılar.
Fethullah Gülen 1999 yılı ilkbaharında soluğu ABD’de
almış, kapağı Pensilvanya’ya atmıştı.
Esad Efendi ise ondan iki yıl önce,
1997 yılı ilkbaharında ülkeyi terk etmişti.. Etmek zorunda kalmıştı.
*
Esad Efendi önce Avrupa’ya gitti, birkaç yıl “Almanya
senin, İsveç benim” diyerek oralarda dolaştı, Türkiye’deki gelişmeleri izledi.
İşte bu sırada Fethullah Gülen,
Esad Efendi’ye bir teklif götürdü.. Onu, ABD’ye davet etti.. Bunu (Kamu
Denetçiliği Kurumu’nun eski hukuk müşaviri) Av. Hüseyin Yürük, bir ara
genel yayın yönetmenliğini yaptığı analitikbakis.com’daki bir
yazısında açıklamıştı.
Yürük’ün “içinde yer aldığı” bir
başka teklif olayından bahsedeyim..
Demirel’in cumhurbaşkanlık süresi
tamamlanınca yeni cumhurbaşkanı olarak hangi adayın destekleneceği hususu Refah-Fazilet
Partisi camiasında tartışılmaya başlanmıştı.
O sıralarda Recep Tayyip Erdoğan,
bu camiada ayrı baş çekmeye, lider olarak sivrilmeye başlamış durumdaydı.
Necmi Sarıyer, Av. Yalçın Ünal ve
Yürük, Esad Efendi’nin
“Seçimlerde Ahmet Necdet Sezer’in değil Prof. Nevzat Yalçıntaş’ın
desteklenmesi” teklifini Erdoğan’a götürdüler.
Erdoğan, Esad Efendi’nin bu teklifini
kabul etmedi.
*
Esad Efendi’ye, “Asfa Koleji’nin
toplantı salonunda sözünü ettiği teklifi” kimlerin yapmış olabileceği konusuna
dönelim.
Olayın 1997 yılı ilkbaharı öncesinde
yaşanmış olması gerekiyor.
O dönemde ne yazık ki MİT
(Milli İstihbarat Teşkilatı) ile CIA (Amerikan gizli servisi) arasından su
sızmıyordu.
28 Şubat Süreci bu can ciğer kuzu sarması ilişkiler
ağının ürünüydü.
Söz konusu süreç, ABD’nin (CIA’in) ve
İsrail’in hatırı için hayata geçirildi.. Taşeron (ya da katalizör, veya “sürecin
dinamosu”) ise MİT idi.
28 Şubat davasını başından sonuna kadar
izleyen Müyesser Yıldız, davada yapılan ifşaatlardan bu gerçeğin ayan
beyan ortaya çıktığını yazmıştı.
Aynı gerçeği Nazlı Ilıcak da
daha önce “Demokrasiye İnce Ayar: 28 Şubat Arşivi” adlı kitabında
ayrıntılı biçimde yazmış durumdaydı.
Böylesi bir ortamda Esad Efendi’ye
söz konusu teklifi kimler götürmüş olabilirdi sizce?
*
Gelelim Esad Efendi’ye yapılan “son
teklif”e..
Bunu da (yukarıda adı geçen) Av.
Yalçın Ünal’dan öğrenmiş durumdayım.
(Yalçın Ünal, şu anda Türkiye Maarif
Vakfı’nın denetim kurulu başkanı olarak görev yapan Muttalip Ünal’ın ve Akdeniz
Üniversitesi rektörü olarak görev yapmış bulunan Prof. Mustafa Ünal’ın ağabeyi..
Muttalip Ünal, daha önce Başbakanlık Teftiş Kurulu Başkanlığı ve SPK Başkan Vekilliği
gibi görevlerde bulundu.. Meşhur Fuat Avni’nin çok uğraştığı ve meşhur
ettiği isimlerdendi.. Hemşerimdir; bir zamanlar bana telefon edip üniversite
öğrencisi oğluma burs verme teklifinde bulunma nezaketi göstermiş, bu değerli
jestini kabul etmemiş, samimi teşekkürlerimi sunmuştum.)
Evet, Esad Efendi’ye yapılan “son teklif”ten beni haberdar eden kişi Yalçın Ünal’dı.. 2000 yılı Eylül ayı sonlarıydı.. Hacdan gelmişti.. Bir akşam, Av. Kemal Yavuz Ataman ile bana, Esad Efendi’nin hacda kendilerine şunu söylediğini açıkladı:
“Bana MİT’ten bir heyet geldi..
Bazı tekliflerde bulundular.. Kabul etseydim (sadece ben değil) siz de
rahat ederdiniz.. Fakat kabul edilecek şeyler değil.”
*
Bunu o zaman Yalçın Ünal’dan
duyduğumda, söz konusu MİT’çilerin bu teklifi Hicaz’da hac sırasında
yapmış oldukları gibi yanlış bir kanaate kapılmıştım.. Sonradan, bu teklifin
Avrupa’da yapılmış olduğunu düşünmeye başladım.
Beni böyle düşünmeye yönelten etken,
2016 yılı sonbaharında TBMM’de müşavir olarak görev yaptığım sırada beni Ankara’da
ziyaret eden (üniversiteden sınıf arkadaşım, 1987 yılından beri Almanya’da
yaşayan) Hacı Murat’ın bana haber verdiği (birçok kişinin bildiği fakat
bana söylemediği) bir sırdı.. (Hacı Murat ile ilahiyatçı Mehmet Ali Torlak, bu son haccında Esad Efendi'ye refakat edenlerdendi.. Bunu bana, beni evimde ziyaret eden Torlak söylemişti.)
Hacı Murat'ın bana anlattığına göre, 2000 yılında (söz konusu hacdan önce) Esad Efendi Almanya’da, cemaatten bir topluluğun huzurunda (Ki aralarında, Avustralya’da yaşamakta olan Torlak da varmış) Hacı Murat’a “Sen Seyfi Say’ı tanıyor musun?” sorusunu yöneltmişti.
“Çok iyi tanıyorum” cevabını alınca da, “Öyleyse
onu sen daha iyi anlarsın.. Onu buraya getirip yerleştirebilir misiniz?” diye
sormuştu.
Sonra da, “Ben bu çocuğun canından
endişe ediyorum, MİT her yerde bunun karşısına çıkıyor” demiş, bu sözünü
birkaç defa tekrarlamıştı.
Hacı Murat, bunun üzerine, herkesin
donup kaldığını, ortaya ağır bir sessizliğin çöktüğünü söylemişti.
*
Sanırım, MİT’çilerin Esad Efendi’ye
yaptığı “son teklif”te, onun benim canımdan endişe etmesine yol açacak
şekilde bahsim geçmişti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder