Prof. Dr. M. Ziyauddin Rayyıs, İslam ile demokrasi arasındaki
farklılıklardan en temel olanlarını şu şekilde sıralar:
Birincisi, bugün Batı dünyasında “halk” ya da ulus/millet
sözcüğüyle, ülke sınırları içinde yaşayan, kan, soy, dil ve
benzeri ortak öğelere sahip topluluk anlaşılır.
Böylece demokrasi kavramı, bir yandan ırkçılığa özgü ayrımcılığı,
diğer taraftan da bölgecilik asabiyetini yanı
başında taşır.
İslam yönetiminin temeli olan “ümmet” ise, hiçbir
zaman kan, ırk, dil ve toprak (coğrafya) birliğinin bütünleştirdiği,
oluşturduğu bir kavram değildir.
İslam, insanların Hz. Adem’e dayanan kardeşliğinden dolayı ırk
üstünlüğü düşüncesini de kabul etmez.
*
İslam ile demokrasi arasındaki ikinci önemli
fark şudur: Batı demokrasilerinde halkın/milletin (teorik olarak) sınırsız bir yetkisinin bulunduğu kabul edilir.
Halk veya seçtiği meclis, yasaları koyar ve kaldırır.. Fransız
İhtilali ile birlikte yaygınlaşan “Hakimiyet milletindir, milletin
olmalıdır” anlayışının temelinde bu “demokratik” (ya da cumhuriyetçi)
ilke yer alır.. Bazıları buna “kayıtsız ve şartsızlığı” da eklemekte,
“Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” demektedirler.
Ama millet, hiçbir şekilde yekpare bir bütün değildir ve hiçbir zaman hiçbir konuda bütün fertleri aynı kanaati paylaşmazlar.. Böylece, "millet" olma onuruna erişenler sadece bir şekilde çoğunluk olmayı başaranlardan ya da millet adına karar alma imkânına kavuşanlardan ibaret kalmaktadır.. "Millet" olamayan ve yok sayılan diğerleri, "millet" kabul edilenlere "kayıtsız şartsız" itaat etmek ve "millet"miş gibi görünmek durumundadırlar.
Bu, rasyonel düşünce açısından farklı kanaatlere sahip bireylere karşı bir haksızlık, İslam açısından ise, insanın insan üzerinde tahakküm kurması, onu kendisine kul köle yapmasıdır.
Bundan dolayıdır ki, demokrasi (ve "millet iradesi" cumhuriyetçiliği) özü itibariyle monarşiden/saltanattan fazla bir farklılık göstermez.
Pratikteki işleyiş bakımından ise arada hemen hiçbir fark bulunmamaktadır.. Duverger’nin “Seçimle Gelen Krallar”dan söz
etmesi boşuna değildir.
*
Üstelik böylesi rejimlerde bazen seçim bile söz konusu olmamakta, ya da Selanikli Mustafa
Atatürk dönemi Türkiye’sinde olduğu gibi göstermelik seçimler
yapılmaktadır.
O dönemde seçimleri asıl yapan Selanikli idi, millet de Selanikli’nin
seçtiklerini seçmek zorundaydı.
Ve bunun adına cumhuriyet deniliyordu.
Pratikte ise bu, Selanikli’nin saltanat rejimiydi, ancak literatürde
buna saltanat değil diktatörlük deniliyor.. Fakat, mahiyeti tibariyle
saltanattan farksızdır.
Bununla birlikte, geleneksel saltanat rejimleri ile modern
saltanat (diktatörlük) rejimleri arasında laiklikten (siyasal dinsizlikten)
kaynaklanan bir fark bulunmaktadır.
Geleneksel saltanat rejimleri (kimi zaman lafta kalsa da) kendilerinden
üstün bir otoriteyi (Tanrı’nın otoritesini) en azından teorik olarak
kabul ediyorlar ve Tanrı’nın ilkelerinin kendilerine yol gösterdiğini dile
getiriyorlardı.
Millet iradesine dayanma iddiasındaki laik (siyasal dinsiz) rejimler ise,
Tanrı’nın otoritesini ve ilkelerini teoriden de söküp attılar, onun
yerine (Cemal Bali Akal’ın ifadesiyle) “Sivil Toplumun Tanrısı”
devleti, yani kendilerini oturttular.
Kısacası bu devlet, pratikte, “seçimle (demokratik yolla) gelen
krallar”a ya da (sözde seçimlerle iş başına gelen) cumhuriyetçi diktatörlere
karşılık geliyordu.. Devlet, diktatör ve avanesi (silahlı ve silahsız
bürokrasi) demekti.
*
İşte Türkiye gibi ülkelerde siyasetçilerin arasıra “devlet-millet
buluşmasından, devlet ile milletin barıştırılmasından, devlet ile millet
arasındaki duvarların kaldırılmasından vs. söz etmelerinin nedeni budur.
Yaygın tanıma göre devlet; millet, ülke (vatan, toprak) ve egemenlik (rejim, siyasal otorite, devlet teşkilatı) sacayaklarından oluşan itibarî bir kurumdur.
Yani, devletten milleti ayırdığınızda, ortada devlet kalmaz.
Evet, milletin olmadığı yerde devlet diye bir kurumdan söz edilemez.. Nasıl
oksijen öğesinden mahrum bir su molekülü olamazsa, millet öğesinden ayrı bir
devlet de düşünülemez.
Dolayısıyla, devlet-millet buluşmasından söz etmek, boş konuşmaktır.. Oksijen-hidrojen
buluşmasından söz edilebilir, fakat su ile o sudaki oksijenin buluşmasından söz
etmek saçmalık olur.. O oksijeni sudan ayırdığınızda ortada su kalmıyor ki
su-oksijen buluşmasından söz edebilesiniz.
Bununla birlikte, Cumhurbaşkanı Erdoğan da dahil olmak üzere Türkiye’de bu
“devlet-millet buluşması” edebiyatı, sıkça tekrarlanan bir söylem durumunda.
Bu da, pratikte devlet olarak sadece (egemenliği milet adına kullandıkları iddia edilen) siyasal otoritenin görüldüğünü gösterir.. (Türkiye örneğinde aslında anayasal/yasal/meşru siyasal otoritenin de ötesinde, ne olduğu belirsiz başka bir ucubenin devlet haline geldiğini görüyoruz.. Çünkü siyasal iktidar, kendisinin milletle buluşmasından değil, kendisi dışındaki "devlet"i milletle buluşturmaktan söz ediyor.. Bu devlet nasıl birşeyse?)
İşte, Sivil Toplumun Tanrısı haline gelen devlet, bu
(gerçekte devlet olmayan, devleti oluşturan öğelerden biri durumundaki, veya öyle görünen) sözde devlettir.
Kendisini devletle özdeşleştiren bu "çakma ya da sahte devlet", laik (siyasal dinsiz) rejimlerde Yüce Tanrı’nın, Allahu Teala’nın yerini
almıştır.. Alma iddiasındadır.
*
Millet iradesi, cumhuriyet ve demokrasi kavramları üzerine kurulan bu
devlet anlayışına göre, ahlâk kurallarına ve insanın yapısına/doğasına (fıtrata)
aykırı da düşse, devletin koyduğu yasalara (hatta bazen "devletin bekası" gerekçesiyle yasa dışı talimatlarına) uyulması gerekir, zorunludur.
Devletin koyduğu yasaların ilahî/tanrısal yasalara (dine) aykırı olması ise
hiç sorun değildir.. Tam aksine, bu anlayışa göre, devletin yasalarının din
kurallarına aykırı olması fazilettir, ilerlemedir, gelişmedir, çağdaşlaşmadır,
dinin prangalarından kurtulup özgürleşmedir.
Tabiî bu, İslam açısından insanın hayvanlaşmasına, hatta hayvandan da aşağı (bel hum adall) hale gelecek kadar sapıtmasına ve düşmesine karşılık geliyor, fakat sorun
değil, çağdaşlık olsun da çamurdan olsun!
İslam’da ümmetin (insanların, halkın, milletin) yetkisi böyle salt bir sınırsızlık ve bir başına buyrukluk göstermez.
Tersine, bu yetki, Allah’ın vaz' etmiş (koymuş) bulunduğu ölçütlerle, Şeriat’in kesin
hükümleriyle sınırlanmıştır.
(Bkz. Ziyauddin Rayyıs, İslam’da Siyasi Düşünce Tarihi,
çev. İbrahim Sarmış, 2. b., İstanbul 1995, s. 482-485.)
*
Devlet, ilahî yasalardan (Şeriat’ten, ve insan aklının Şeriat’e
muvazi olarak ortaya koyduğu, yani Şeriat’in de onay verdiği evrensel hukuk
ilkelerinden) koptuğu (bir başka deyişle saf ve pür biçimde laikleştiği, siyasal
dinsizleştiği) nispette (Hobbes’un işaret ettiği şekilde) bir canavara
(Leviathan) dönüşür ve tanrılık taslamaya başlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder