Memuriyete ilk başladığımda, meslekte pişmiş yaşlı ve tecrübeli bir
şube müdürü bana şu anlamda birşey demişti:
“Devlette herşeyi yazıya dökmeyeceksin.. İki satır birşey gelen evrak
diye kayda geçti mi o durmaz çoğalır, dallanır budaklanır, kocaman bir klasör
olur.”
Hürriyet gazetesinin “Lise mezuniyet töreninde
kıyafet skandalı” başlığıyla verdiği haber bana bunu hatırlattı.
Tam Aziz Nesin’lik bir olay.
Tarih 12 Haziran 2024.
Kocaeli’nin Gebze ilçesinde bulunan Alaettin Kurt Anadolu Lisesi’nde
okul yönetimi bahçede mezuniyet töreni düzenliyor.. (Ne lüzum varsa?.. Sanki "bizim zamanımızda" mezuniyet töreni vardı.)
Velileriyle birlikte okula gelen bazı kız öğrenciler giydikleri
elbiselerinin “uygunsuz” olması gerekçesiyle törene alınmıyorlar.
Hikâye burada bitiyor mu?
Hayır!
Veliler “Uygunsuz muygunsuz bilmeyiz” diyerek çıngar çıkarıyorlar..
Bunu yaptıktan sonra “Tamam, tepkimizi gösterdik, okul yönetimini protesto ettik” deyip
gidiyorlar da olay kapanıyor mu?
Hayır!.. Gerginlik çıkarıyorlar, okul yönetimi bunların “uygunsuz”
hareketleriyle başedemediği için devreye jandarma giriyor.
Jandarmanın gelmesiyle olay kapanıyor mu?
Yine hayır! Bu defa olaya Gebze İlçe Milli Eğitim Müdürü müdahil oluyor,
okula gelip bahçe kapısını açtırarak “uygunsuz” kıyafetlilerin de mezuniyet
törenine katılmasını sağlıyor.
Kıyafetler bir anda “uygun” hale geliyor.
Böylece olay kapanıyor mu?
Gene hayır!
Gebze İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, okul müdürü hakkında soruşturma başlatıyor.
Müdürlük yetkililerinin açıklaması şöyle:
“Velilere öğrencilerin kılık kıyafetleri
ile ilgili bir form imzalatıldı. Formda öğrencilerin okul ortamına uygun
davranışlarda bulunması ve aile yakınları dışında dışarıdan kimseyi
getirmemeleri de isteniyordu. Bu amaçla törene öğrenciyle birlikte katılacak
yakınlarının isimleri de formda yer aldı. Daha önceden bilgi vermeyenler de
içeri girmeye çalışınca kapıdaki görevli engel oldu. Ortadaki iddianın
aydınlatılması için de okul müdürüne soruşturma başlatıldı.”
Böylece olay kapanmış oldu mu?
Yine hayır!
Bu defa devrede Kocaeli Valiliği var.
Valilik bir yazılı açıklamayla iki müfettişin olayla ilgili olarak
görevlendirildiğini duyuruyor.
Bitti mi?
Yine hayır!
Son olarak Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin devreye giriyor. Bir TV
kanalına yaptığı açıklamada “Biz de gerekli incelemeleri yapıyoruz. Eğer bir
ihmal varsa gereken yapılır” diyor.
Dört dörtlük bir “Türkiye klasiği”.
*
Sonrası tufan..
Fırsatçı vampirler hemen devreye giriyor, “Başörtüsü yasağına
karşıydınız, bak siz de yasak getiriyorsunuz” diyor, sinekten yağ çıkarmaya
çalışıyorlar.
Sanki “başörtüsü” uygunsuz kıyafetmiş gibi..
Bir zamanlar dönemin "cumhurbaşkanı"sı Kenan Evren, "engin ve derin" dinî bilgisiyle, başı örtmenin yakın zamanlarda ortaya çıkmış bir adet ya da gelenek olduğunu
savunmuştu.
Bunun yanı sıra, ülkemizde etkili ve
yetkili konumda bulunan bazı çevreler de, “türban”ın dinî değil siyasal bir
simge olduğunu ileri sürüyorlardı.
*
Başörtüsü dinî değil de siyasal bir simge idiyse,
görevleri siyaset yapmak olan siyasal partilerin onu savunması doğal hale
gelir, fakat böylesi bir durumda sözkonusu partiler, dünün Türkiye’sinde, dini
siyasete alet etme suçlamasıyla yüzleşmek zorunda kalmaktaydılar.
Yok eğer türban siyasal değil de dinî bir
simge idiyse, bu takdirde ona “siyasal simge” sıfatının takılmış olmasını bir
iftira ve kurnazca fakat aşağılık bir siyasal manevra olarak kabul etmek gerekir.
Fakat bu noktada, geçmişin devletluları, ‘devekuşu’
politikası gütmeyi tercih ettiler.
Fıkradaki gibi, uçmasını istediğinizde
‘deve’, yük taşımasını istediğinizde ‘kuş’ olduğunu söyleyen devekuşunun
tutumunu andıran bir çifte standart uyguladılar..
Yani, başörtüsünün dinî bir gereklilik olduğunu
savunduğunuzda, dini siyasete alet etme suçlaması ile karşılaşıyorsunuz.
Buna karşılık, dinî değil de siyasal bir
simge olarak olaya baktığınızda, "ilke olarak siyasetin ve siyasal simgelerin
serbest olduğu siyaset arenasında başörtüsü karşıtlığının anlamının kalmayacağını" söylediğinizde de, o siyasal olmaktan çıkıp dinî bir mahiyet kazanıyordu.
*
Bununla birlikte mesele çok daha karmaşık
bir nitelik taşıyor ve laikler, neyin ibadet olduğu konusunda son karar mercîi
olmadıklarını fark etmek zorundadırlar.
Çağımızda insan hak ve hürriyetleri
hareketi lafta altın çağını yaşıyor olsa da, ona ihtiyaç duyduklarının farkında olma
talihsizliğini yaşayanlar, hâlâ, bütün insanların eşit bireyler olduklarını
hatırlatmak zorunda kalanlardır.
Efendilerle köleler, güçlülerle zayıflar,
varlıklılarla yoksullar, yönetenlerle yönetilenler, çoğunlukta olanlarla
azınlıkta kalanlar, seçkinlerle halk arasındaki ortak payda insan olmaktır.
Ve bunu anımsatmak, “Biz insan değil
miyiz?!” diye seslenmenin ezikliğini yaşamak, yalnız ikincilere özgü bir
deneyimdir.
Birinciler, “sadece insan” olmayı
genellikle yeterince onur verici bulmazlar. Onlar bazen, insan olmanın yanı
sıra “laik ve milliyetçi”, bazen de “çağdaş”tırlar.
*
Hukuk ve ahlâk felsefeleri, insan
haklarının sınırını üç temel ölçüte bağlar. İlki, bireyin, “başkalarının
özgürlükleriyle çatışmaksızın kendi hürriyetini sınırsız olarak kullanabilmesi”
hakkını ifade eden “bireysel özerklik”tir.
İkinci kıstas, “yararlılık”tır; hak
ve hürriyetler zarar verici nitelikte olamaz.
Üçüncü ölçütü ise “adalet” ilkesi
oluşturur.
Spinoza şöyle der:
“Devletin asıl amacı, korkutarak kural koymak, kısıtlamalar getirmek ve
mutlak itaati sağlamak değildir; bunun tam tersine, mümkün olan en emniyetli
şekilde yaşasınlar diye insanları bütün korkulardan beri tutmak, başka bir
deyişle, kendisine ya da başkalarına herhangi bir zarar vermeksizin
çalışma ve varlığını idame ettirme doğal hakkını güçlendirmektir.”
(Coşkun Can Aktan, Özgürlük Felsefesi,
Ankara: Hukuk Yayınları, 2017, s. 32.)
Buradaki “kendisine ya da başkalarına
herhangi bir zarar vermeksizin” vurgusuna özellikle dikkat edilmelidir.
Yukarıda aktardığımız ölçütler açısından yaklaştığımızda,
başörtüsü kullanmanın, sınırlanmaması gereken bir insan hak ve hürriyeti olarak
görülmesi gerektiği açıktır.
Çünkü başını örten bir kimse “başkasının
hürriyetini çiğnemiş” olmaz, bununla “zarar”a da yol açmaz.
Üstelik bunun (zararlı olmamak yeterli olduğu, toplumsal bir faydanın bulunması her zaman gerekmediği halde) ‘fayda’sı
da vardır, saç kıllarının dökülmesini engellediği için hastane ve aşevleri gibi
yerlerde başın örtülmesi hijyen açısından yararlıdır.
Ayrıca başörtüsü yazın güneş çarpmasından,
kışın soğuktan korur.
Dahası, başını örten bir insan, inancının
gereğini yerine getirdiğini düşünerek ruhsal bakımdan daha sağlıklı ve
huzurlu da olabilir.
Bütün bunların ötesinde, başını açanlar ne
kadar hak ve hukuk sahibiyse, özgürse, başörtülüler de o kadar hak sahibi kabul
edilmelidir.
Bu, ‘adalet’in zorunlu sonucudur.
*
Diğer taraftan, başörtüsünün yurtdışı
(yabancı) kökenli insan hakları istismarına konu olmadığı da açıktır.
Eğer böyle bir müdahale söz konusu olsaydı,
başörtüsünün yasaklanması yönünde ortaya çıkardı.
Çünkü Doğu Bloku’nun çöküşünden sonra
Batılılar’ın, önüne bir “siyasal” kelimesi ekleyerek İslam’ı yeni
tehdit ilan ettikleri herkesçe bilinmektedir.
Nitekim böyle de oldu.. Başörtüsünü düşman
ilan eden 28 Şubat darbecilerinin arkasında ABD, İsrail ve beynelmilel
masonluk vardı.
Darbeciler piyon, bunlar "üst akıl"dı.
Yerli-milli çağdaş kuklalar ile küresel kuklacılar, tıpkı Cumhuriyet'in ilk yıllarında olduğu gibi işbirliği yaparak milletin bütün değerlerine savaş açtılar.
*
Başörtülü öğrencilerin engellenmesi, sadece
o öğrencilere ve yakınlarına değil, bütün topluma yapılan bir haksızlık
durumundaydı.
Bunun neden böyle olduğunu John Stuart
Mill’in şu sözleri kısmen açıklar:
“Herhangi bir kişinin bir fizikçi, bir avukat ya da bir parlamento üyesi
olamayacağını belirlemek yalnızca onlara zarar vermekle kalmaz; bunun yanı
sıra, fizikçileri ve avukatları istihdam edene de, parlamento üyelerini seçene
de ve daha dar bir bireysel tercihe zorlananlar kadar, (...) rekabetin uyarıcı
etkisinden mahrum kalanlara da zarar verir.” (Aktan, s. 99.)
Öte yandan, okullarda başörtüsüne
serbestlik tanınması, sorunun tümden çözülmüş olması anlamına gelmiyordu.
Çünkü kamusal alanda başörtülü görev yapmak
da yasakların kapsamı içinde yer alabiliyor.
“Bireysel özerklik”, “yararlılık / zararlı
olmama” ve “adalet” ilkelerinden acaba hangisi başörtüsünün kamusal alanda
herhangi bir şekilde kısıtlanmasına gerekçe oluşturabilir?!
Türkiye’de “kılık-kıyafet” ve (atlet devrimi, don devrimi, kilot devrimi vezninde) “şapka”
devrimi gibi deha ürünü çok zekice “devrimler” yapılmasaydı, bazı kıyafetler yasaklanmasa ve
kamusal alanın dışına itilmeseydi, sonraki yıllarda başörtüsünü acaba kim
“siyasal simge” olarak gösterebilirdi?
Pijama, eşofman, atlet, gözlük, yüzük, saç
traşı vs. devrimlerinin düşünülmemiş olması özgürlük alanımızın
geniş olmasının sebeplerinden birini teşkil ediyor olabilir, ama unutmayalım
ki, olağan bir uygulamanın “siyasal simge”ye dönüşmesi sadece bir “devrim”
ve “yasak” meselesidir.
Mesela, bıyıkların dudağı kapatmasını bir
“devrim”le yasakladığınız anda, Türkiye’deki bıyıkların en az üçte ikisinin
“siyasal simge”ye dönüşmeyeceğini kimse garanti edemez.
*
Başörtüsü konusunu bir tarafa bırakıp şimdi
de şunu soralım: Alkollü içki kullanmak insan hak ve hürriyetlerinin
kapsamına girer mi?
Bu sorunun cevabı basittir, uyuşturucu
kullanmak girerse o da girer elbette.
Alkolün trafik dışındaki alanlarda yol
açtığı tahribat ani değildir, daha geniş bir zaman dilimine yayılır.
Mesela aile yapımıza etkisi bu türdendir.
Alkol alanlar hiç kimseye zarar vermeseler
bile kendilerini mahvetmiş olurlar.
Bu durumda bile, sosyal güvenlik ve sigorta
düzenek ve kurumlarının halkın vergileriyle sahip olduğu imkanlar onların
sağlık sorunları için heba edilir.
Araba kullananların alkol almaması konusunda bugün toplumsal uzlaşma var. Çünkü herkes trafiğe çıkıyor, can ve mal ‘tatlı’. Aynı mantıkla, kamu düzeni ve kamu sağlığı açısından, halka açık yerlerde içki kullanımının yasaklanması pekala düşünülebilir.
Fakat, böyle bir
talebin dile getirilmesinin, “insan hak ve hürriyetleri” feryatları duvarına
çarptığını görüyoruz.
Birileri mezuniyet töreni olayında olduğu gibi çıngar çıkarabiliyorlar.
Demek oluyor ki, insan hak ve hürriyetleri
olarak gösterilen şeyler, her zaman ‘insanca’ bir nitelik taşımayabiliyor.
*
Doç. Dr. Kemal Yeşilçimen, sigara, içki ve
konforlu yaşam tarzından kaynaklanan şişmanlık sorunu yüzünden “sosyal
güvenlik kuruluşlarının çökmesinin kaçınılmaz” olduğunu savunmaktadır (Kemal Yeşilçimen, Hastalık Üreten
Yaşam Tarzımız Nasıl Değişir?, 3. b., İstanbul 2006, s. 34).
Şu ifadeler de ona ait:
“ İngiliz Ulusal Sağlık Enstitüsü yetkilileri, halkın infialine rağmen
şişmanların, sigara tiryakilerinin ve alkoliklerin hastanelerde tedavi
edilmemesini önerdi.” (A.g.e., s. 60.)
Türkiye’de ise, tanımlanmamış bir irtica
öcüsü ile halkı korkutmayı marifet zanneden bazıları, laik ve çağdaş olduğunu
ispatlamanın en pratik yolu olarak, bir başbakanın verdiği davette rakı içmeyi
görebilmektedir.
Evet, böylesi bir olay Türkiye’de yaşandı..
Başbakan Erbakan’ın irticasına haddini bildirmek isteyen Deniz
Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya, menüde olmayan rakıyı isteyerek
çağdaşlığını, ilericiliğini, medenîliğini ve Atatürkistliğini gösterdi.
Çağdaşlık ve laikliğin simgesi olarak rakıyı gören bir zihniyetin, başörtüsünü siyasal simge olarak lanetlemesi kadar doğal birşey olamaz.. (Dertleri salt "siyasal"lık değil, laik ya da dinsiz siyasalın başlarının üstünde yeri var.. Onların derdi İslamî siyasal ile.)
Batılılar’ın, müdahale etmek istedikleri
ülkelere karşı insan hak ve hürriyetlerini bir silah olarak kullanmalarının bir
benzerini içki savunucuları (ve her türlü ahlâksızlığın avukatları) da
sergiliyor.
Hayvan haklarını ve hayvanî yaşam tarzını kısmen de olsa insan hakları olarak insanlara dayatıyorlar.
Başörtüsü söz konusu olduğunda ise onlardaki o
muhteşem insan hakları duyarlılığı yok oluyor.
*
Hukuk kavramı ‘hak’ kelimesinden türetilmiştir ve adalet (her hak sahibine hakkının verilmesi), hukuk düzeninin temel hedefi ve ilkesidir.
İnsan hak ve özgürlükleri
ancak ‘hukuk devleti’nin kanatları altında korunabilir.
Fakat onu yeşerten iklim, ahlâk ve
vicdandır.
Ahlâkın temel ilkesi ise, kendimiz için istediğimizi başkaları
için de istemek, istemediğimizi başkaları için de istememektir.
Yaşama, eğitim, mülkiyet, inanç, dil,
düşünce, seyahat, meslek edinme, seçim, dernek kurma, haberleşme ve toplantı
gibi haklarının çiğnenmesini, keyfî tutuklama ve işkenceye maruz bırakılmayı
kim ister ki?!
Ahlâkî değerlerin zayıfladığı bir toplumda
hak ve hürriyetlere saygı bir erdem olmaktan çıkar, fırsat bulunduğunda
çiğnenen yasal bir zorunluluk haline gelir.
*
Fakat sorun bu kadar basit değildir. Hak
ihlali, “halka rağmen halkçılık”ta (halk düşmanı halkçılıkta) olduğu
gibi, makul görünen gerekçelerle de yapılabilir.
Yani son tahlilde öznel/sübjektif
bir niteliğe sahip olan ve kişiden kişiye değişen ahlâk ve vicdan,
insanlar arası ilişkilerde “başkaları için kural koyucu” hale
getirilemez.
Kişinin ahlâk ve vicdanı sadece kendisi
için anlam ifade edebilir ve bağlayıcı olabilir.. Başkalarına dayatılan
“ahlâk ve vicdan” ise, haddini aşıp kendisinde “hukuk kuralı” gibi hükmetme
yetkisini gören ve böylece yetki gasbı sergileyen bir zulüm mekanizmasıdır.
İnsanlar, kendi ahlâk ve vicdan
telakkilerini başkaları için kural haline getirdiklerinde (yani onu “hukuk”
mertebesine çıkardıklarında), ahlâkî değerleri istismar etme ahlâksızlığı
sergilemiş olurlar.
Ahlâkî olarak nitelendirdiğimiz bir davranış, şayet o davranışı sergileyen kişi bunu kendi içinden gelerek ve hiçbir baskı altında kalmaksızın özgür iradesiyle yapıyorsa gerçekten “ahlâkî”dir..
Aksi takdirde ya (ahlâksızlık demek olan) riyakârlık, ya da köleleşme (irade kaybı) ortaya
çıkar.
*
Ahlâkî değerlerin ve vicdanî buyrukların aksine hukuk kurallarında gönüllülük ve özgür irade aranmaz.. Onlara herkes uymak zorundadır..
Çünkü onlar, “toplumsal yaşam”ın sorunsuz
devam etmesi için mutlaka riayet edilmesi gereken kurallardır, ve bunlar
insanların ahlâk ve vicdan telakkilerine emanet edilemez.
Ve böylesi kurallar ancak, Lord Acton’ın
dediği gibi ilahî buyruklar (ahlâm-ı ilahiyye, şeriat) olabilir:
“Bizim itaat etmek zorunda olduğumuz, bütün sivil otoritelerin
etkisini azaltmakla ve bütün dünyevî çıkarlardan fedakârlık etmekle yükümlü
olduğumuz şey, Tanrı’nın, bizzat kendisi kadar ebedî ve
mükemmel olup zatî mahiyetinden kaynaklanan ve (yaratıcısı
olması itibariyle) bütün uluslar, dünya ve gök üzerinde hükmünü yürüten değişmez kanunlarıdır.”
“That which we must obey, that to which we are bound to reduce all
civil authorities, and to sacrifice every earthly interest, is that immutable
law which is perfect and eternal as God Himself, which proceeds
from His nature, and reigns over heaven and earth and over all the nations.”
Şeriat’e aykırı hukuk kuralları ise, insanların
kendi ahlâk ve vicdan telakkilerini başkaları için “hukuk” haline getirmeleri
zorbalığı ve zulmünden ibarettir.
Türkiye’deki başörtüsü yasağı (ve Atatürk
ilke ve inkılapları kapsamında savunulup da Şeriat’e aykırı olan bütün
uygulamalar) bu durumdadır.. Saf, som, halis muhlis zulümdür.
Ve bunlar sözde toplumu kurtarmakta,
özgürleştirmekte, mutluluğu için çalışmaktadırlar.
Kant, böylesi ‘kurtarıcılar’a şöyle itiraz
etmişti: “Hiç kimse kendi mutluluk anlayışına göre beni mutlu olmaya
zorlayamaz.” (Aktan, s. 61.)
Turgot aynı uyarıyı farklı kelimelerle yapar:
“Kendi vicdanına uymak her insanın hakkı ve görevidir ve hiçbir kişi
kendi vicdanını diğeri için bir kural haline getirme hakkına sahip
değildir.” (Aktan, s. 51.)
Değildir, çünkü bu, bencillik
olmanın da ötesinde, Mill’in ifadesiyle “bir yanılmazlık varsayımı”dır, kendini
yanılmaz kabul etmektir.
Yanılmaz olan sadece Allahu Teala’dır.
*
"Birarada yaşama" ve farklılıklara
tahammül konusunun hukuk ve ahlâk ilkeleri çerçevesinde savunulması
gerekir.
Bir toplumda
masumlar da suçlular da bulunur ve bunlar birarada yaşarlar, fakat eşit konumda
olamazlar. Suçlular hapishaneye gönderilir, bu da bir ‘birarada yaşama’
biçimidir.
AK Parti iktidarının
ilk yıllarında, çıkarılacak olan yeni ceza yasası üzerinde çalışan bir doçent,
“Yeni kanunla ilgili olarak her kesimden görüş alındığını, bu arada eşcinsellerle
de görüştüklerini” yazılı ve görsel medya vasıtasıyla duyurmuştu.
“Birarada yaşama” bu
olamaz, hukuk da bunun için değildir.
Bu, bir ceza yasası
çıkarırken masum insanları unutup katillerden, tecavüzcülerden, hırsızlardan,
kapkaççılardan, mafyadan vs. görüş almaktan farksız bir tutumdur.
*
Ahlâka aykırı (edep
kışı, uygunsuz) kıyafetler giyenlerle giymeyenlerin aynı mekânı eşit bir şekilde paylaşmaları
ve edebe riayet edenlerden, edepsizlerin farklılığına tahammül etmelerinin
istenmesi doğru olabilir mi?!
Başörtüsü hak ve hukuka riayet etmeyen, ahlâkı umursamayan, "zenginleşmek için namustan vazgeçebilecek" baskıcı
bir rejimde yasak olabilir, fakat ne temel hak ve hürriyetler açısından
mahzurludur ne da ahlâka aykırıdır.
Buna karşılık mesela açık saçıklığın ahlâksızca olmadığını savunacak (akl-ı selim ya da sağduyu sahibi) insan sayısı azdır..
Bilinçli ve kasıtlı açık saçıklık (teşhircilik) ile ahlâksızlık arasında bir ilişki bulunduğunu (solduyulular hariç) kimse yadsıyamaz.
(Psikoloji bilimiyle uğraşanlar şunu diyorlar:
Erkekler çıplaklıkla, kadınlar ise hayal güçleri ve fantezileriyle tahrik
olurlar.. Setr-i avretin / tesettürün kapsamının kadınlar için daha
fazla olmasının nedeni veya hikmeti, erkek ile kadın arasındaki bu tür psikolojik
farklılıklar olmalıdır.)
*
Bu nedenle, “Kamusal mekanlarda nasıl mini etek ya da plaj kıyafeti yasaksa, başörtüsü de yasak olmalıdır” denilemez.
Böyle diyenlere şu cevabı vermek gerekir: “Siz kızlarınızı ve hanımlarınızı sokakta plaj kıyafeti ile mi gezdiriyorsunuz?.. Evinize gelen misafirin karşısına hanımınızı plaj kıyafeti ile mi çıkarıyorsunuz?!”
(Toplumda belki böyle yapacak kadar çağdaşlaşmış, dinin “donmuş”
kalıplarından tümden kurtulmuş tipler de bulunuyor olabilir, fakat onların
“erimişliği” başkaları için ölçüt olamaz.)
Sokakta ve gündelik toplumsal yaşamda meşru (uygun) olan, kamusal mekanda da meşrudur. Birilerinin sokaktaki
ahlâka uygun kıyafeti (başörtüsünü, çarşafı vs.) çağdaşlık vs. türünden
ideolojik gerekçelerle yasaklaması bir anlam ifade etmez.. Bu, hukuksuzluk,
ahlâksızlık, zorbalık ve zulümdür.
Yasağın gerekçesi, yasağın bizzat kendisi olamaz, yani birşeyi yasaklıyorsanız bunun hukukî (adalete hizmet eden) bir gerekçesinin bulunması gerekir.
“Başörtüsü yasağı
haklıydı, çünkü bu konuda kanun vardı” demek, “Başörtüsü yasaktı, çünkü bu
konuda yasak kararı vardı” deme anlamına gelecek şekilde ukalaca totolojik boş gevezelik yapmaktan başka birşey
değildir.
Tek başına yasal
dayanak birşey ifade etmez; Hitler’in yaptıkları da tamamen yasaldı,
gerekli yasaları çıkarmıştı.
*
Geçmişte, “Başörtüsü serbest olursa başı açıklar üzerinde baskı oluşabilir” diyen sivri zekâlılar da çıkıyordu.
Böylece, fiilî durum (var olan eylem) ile faraziyeyi (eylem
potansiyelini) abrakadabra ile tersyüz ediyorlardı.
Çünkü fiilî durum, başı açıkların (başı açıklık adına konuşan başı açık bir azınlığın) başörtülüler üzerinde baskı kurmalarından ibaretti.
Başörtülülerin başı açıklara baskı yapmaları ise Türkiye’de mümkün değil.. Nitekim, yazımızın başında değindiğimiz mezuniyet töreninde sorun edilen durum başını örtüp örtmemekle ilgisiz..
O olayda bile "uygunsuz"karşısında geri adım atılmış bulunuyor..
Soruşturmalar da kuralı çiğneyen, huzuru bozan, gerginlik çıkaran ve kargaşaya yol açan velilerin değil, kurallara göre hareket etmek isteyen okul idaresinin payına düşüyor.
*
Kuzuların tehdidi
altındaki kurttan söz etmek insanları aptal yerine koymaktır; ya da bizzat
kurtluk yapmak veya kurtla işbirliği içinde olmaktır.
Evet, farklılıklara
ancak hukuk ve ahlâk ilkeleri çerçevesinde tahammül edilebilir.
“Birarada yaşamak”
da ancak hukuk ve ahlâk ekseninde mümkün olabilir.
“Birarada yaşama”nın
bizzat kendisi, hukukun ve ahlâkın çiğnenmesi pahasına savunulabilecek bir değer
değildir.
Farkların bir “ortak
payda"sının olması gerekir; payda farklı olamaz. Mesela sanat eserlerinde ortak
payda estetiktir.
Toplumsal alanda da
farklılıklar kabullenilebilir, ama ‘hukuk ve ahlâk’ ortak paydasında buluşulması
zorunludur.
Hukuk, bütün vatandaşlar için ortak yükümlülükler getirir.. Ahlâk da aklı başında hiç kimsenin itiraz etmeyeceği insanî değerler demektir.
Hukuk ve ahlâkı tanımayan, bunları
devreden çıkaran bir özgürlük nosyonu kabul edilemez.
*
Günümüzde birileri
ahlâktan bahsetmeyi neredeyse ‘ayıp’ sayıyor. Böyleleri ahlâkı, ahlâksızlıkları
‘hoş görme’ye indirgiyorlar.
Bütün bir toplumu hukuksuzluk ve
ahlâksızlık ortak paydasında ‘birarada yaşamaya’ davet ediyorlar. Fakat böylesi
bir ‘birarada yaşama’ya ‘toplumsal yaşam’ denemez, ‘hayvansal yaşam’
denir.
Hiç kimse, “farklılıkların
mutlak biçimde hoşgörüyle karşılandığı, farklı olanların birbirlerine sonsuz ve sınırsız bir şekilde tahammül
ettiği” bir toplum modelini savunamaz. Bu ahlâken yanlış olduğu gibi sosyolojik bakımdan imkânsız, hukuken de geçersizdir.
Normal (norma uygun
olan) ile sapığın (normdan sapanın), doğru ile yanlışın birbirine tahammül
etmesinden söz edilebilir mi?! Doğru yanlışa fırsat verirse, yanlış "doğruyu götürür".
Farklı olanı
‘yanlış’ buluyorsam, ona tahammül etmekle yetinmem değil, gücüm yetiyorsa onu
değiştirmek için çaba göstermem gerekir.
Aksi takdirde, o
farkı ‘hak’ kabul etmiş olurum.
*
Mesela mezheben Hanefî bir müslüman (müslim) olarak bir Şafiînin farklılığını kabul ederim, çünkü bana göre Şafiî mezhebi
haktır, geçerlidir.
Müslüman bir toplumda hıristiyan, yahudi, mecusi vs. olan insanların bulunmasını da doğal karşılarım. Fakat bu, benim için bir tahammül meselesi değildir, inancımdan kaynaklanan bir ödevdir, ve zimmîlerin haklarının çiğnenmemesi gerekir.
Ayrıca, kendileriyle sözleşme yapılan insanlara verilen sözlerin de tutulması gerekir.. Verilen söz, söz vereni bağlar, ve vaad de, borç gibidir.
Zimmîlerin
farklılığını kabul etmekle onlara tahammül etmiş (iyilik yapmış) olmam, kendi
inancımı yaşamış olurum.
[Demokratların da böyle olması, demokrat olmakla kendilerini yükümlü görmeleri, ve demokratlık gereği, toplumun tercihini Siyasal İslam’dan yana yapması durumunda bunu kabullenmeleri gerekirken, demokratlığı İslamcılardan bekledikleri, kendilerinin ise, demokrasi tehlikeye düştü diyerek “demokratik seçimler sonucu” iktidara gelen İslamcıları anti-demokratik darbe ile devirebildikleri görülüyor.
Türkiye’de 28 Şubat Süreci’nde bu yaşandı.
Mısır’da da İhvan bu
şekilde iktidardan uzaklaştırıldı..
Bir müslüman
kendisini Şeriat’i uygulamakla yükümlü görmeyip bu yükümlülüğü ateiste,
Hristiyan’a, Yahudi’ye yüklese, kendisinin de salt “Müslümanım” demesini
yeterli görse, ona ne demek gerekir?]
*
Evet, hukukî ya da
ahlâkî açıdan kabul edilemez bir farklılıkla karşılaşıldığında, bununla
mücadele etmek gerekir.
Hukukla ilgili olan
konular hukukî araçlarla engellenmeye çalışılır, ahlakî konularda ise insan,
hak ihlaline yol açmayacak şekilde tepki gösterir. Uyarır, protesto eder,
muhalefetini bir şekilde belli eder; tahammülle karşılamaz.
Hiçbir şey yapamıyorsa kalbinden buğzeder.
Sözünü ettiğimiz mezuniyet olayında bunun tersi yaşanmış, "uygunsuz"lar "uygun"ları protesto etmişler, kınamışlar, ve üç tane şirret "uygunsuz" karşısında İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü pes edip geri adım attığı gibi, görünüşe göre Kocaeli Valiliği ve Milli Eğitim Bakanlığı da paniklemiş.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder