Demokrasi, insan
hakları, çoğulculuk/çokçuluk, “birarada yaşama”, farklılıklara saygı,
“öteki”leştirmeme ve özgürlük gibi kavramlar çağımızın modası.
Öyle ki, çok
“dindar” bildiğimiz yazar ve çizerlerin bile arasıra “Bütün inançlar
saygındır” türünden cümleler kurduklarını görüyoruz.. (Bazısı, böylece küfrü
ve şirki saygın ilan etmiş olduğunun, ve bunun küfre müeddî olacağının
farkında değil.. Bazısı da umursamıyor.)
Bu tür moda
kavramlar ilk anda kulağa hoş gelse de, Batılılar’ın onlara yükledikleri
anlamlara baktığımızda, hepsinin içinin kısmen çifte standart, tuzak,
aldatmaca, çarpıtma, hile ve şeytaniyetle dolu olduğunu görüyoruz.
*
Batılılar’a özenerek
“çok-kültürlülükçülük” (multi-culturalism) diye adlandırdığımız politika ya da uygulama,
gerçek anlamda bir fikir hürriyeti ve adalet içermez.
Çünkü
çok-kültürlülük denilen şey çok-hukukluluk demek değildir.
Yani siz
müslümansınız diye size (laik bir devlette) İslam hukuku uygulanmaz.
Bu açıdan
bakıldığında, (çok-hukukluluğa da kısmen imkan tanıdığı için) İslam Şeriati’yle
yönetilen toplumların daha özgürlükçü olduklarını kabul etmek gerekir.
Çünkü İslam, Yahudi
ve Hristiyanlar’a (mesela medenî hukuk alanında) kendi dinlerine göre yaşama
imkânı tanır.
(Bununla birlikte tam anlamıyla bir çok-hukukluluk hiçbir zaman mümkün olmaz. Mesela bir müslüman ile hıristiyan arasında cinayet olayı yaşandığında hangisinin benimsediği hukuk sistemi uygulanacaktır?.)
*
Özgürlük konusuna
farklı bir açıdan bakan Fransız siyaset bilimcisi Bruno Etienne,
günümüzde kapitalist üretim biçiminin bir özgürlük illüzyonuna yol açtığını
söylüyor:
"Osmanlı İmparatorluğu'ndaki köleler, bugünün sözde özgür
bireylerinden daha çok özgürlüğe sahiptiler. Bununla köleliği savunduğum
sonucu çıkarılmasın. Kuzey Amerika, Güney Amerikalı köleleri azat ettiğinde ne
oldu? Bu insanlar Boston'da işçi oldular. Bugün muazzam bir özgürlük
illüzyonu içinde yaşıyoruz, kısacası".
(“Osmanlı'nın köleleri bizden daha özgürdü”, Yeni Şafak, 21 Ekim 2002.)
Gerçekten de Kuzey
Amerika’da sanayi geliştiği için, onların kölelere değil işçilere
ihtiyacı vardı, yeni ekonomik sistemin yapısına daha uygundu bu.
Durkheim, “sağlıklı toplumların siyasal
sorunlarla hiç bir zaman uğraşmadıklarını, çünkü bunların onlar için ya
hiç var olmadığını ya da çözülmüş bulunduğunu” ileri sürer. (Maurice Duverger, Siyasal Rejimler,
çev. Teoman Tunçdoğan, İstanbul 1986, s. 137.)
Evet, bir yerde siyasal bir konu hakkında çok
fazla konuşuluyor, çok fazla ses çıkıyor, çok fazla fikir üretiliyorsa, orada sorun
var demektir.
*
Bazıları sağlıklı olmayı şöyle tarif
ederler: İnsanın, uzuvlarının farkında olmaması..
Gerçekten de, sağlıklı bir insan, “Gözüm
var, kulağım var, midem var, böbreğim var, elim var, ayaklarım var, dişim var”
diye düşünerek, bunları aklında tutarak zamanını geçirmez.
Bunlar, sanki yokmuş gibi hiç aklına
gelmez, zihnini meşgul etmez. Ama dişi, kulağı, gözü vs. ağrırsa, durum
değişir.
Bir insan, ağrımadığı halde burnunun
yapısını, kaşının şeklini vs. sorun ediyorsa, o zaman da psikolojik bakımdan sağlıklı
olup olmadığı meselesi önümüze gelir.
Toplumlar da böyledir.. Mesela, özgürlük
diye bir sorunun bulunmadığı bir toplumda bu kavram etrafında çok fazla
konuşulmaz.. Bu mevzu etrafında konuşmak kimsenin aklına gelmez.
Kölelik olgusu da böyledir.. Köleliğin yaygın
olmadığı, olan üç beş kölenin de insan muamelesi gördüğü, hayvan gibi
kullanılmadığı bir toplumda kölelik kurumu etrafında laga luga yapılmaz.
*
Laiklik meselesi de böyle..
Engizisyoncu Batı’da laikliğin ortaya çıkmasının nedeni, Yahudi
ve Protestanlar’ın had safhada bir ‘din ve vicdan hürriyeti’ sorunu
yaşıyor olmalarıydı. (Bir diğer neden, Yahudiler’in sahip oldukları iktisadî
gücü kamusal alana aktarabilmek, siyaset üzerinde de etkili olabilmek
için buna ihtiyaç duymalarıydı.)
1618-1648 yılları arasında yaşanan ve milyonlarca
insanın ölümüne neden olan (Osmanlı’ya da Batı’yı bırakıp İran’la uğraşma
fırsatı veren) Otuz Yıl Savaşları esas itibariyle mezhep
savaşlarıydı.
Aynı dönemde Osmanlı’da da Kadızadeliler-sufiler
kavgası olmuş, bir kişi ölmüş.. Sonra iki taraf da kendi işine bakmış.
Cumhuriyet döneminde Çorum, Sivas ve Kahramanmaraş’ta
Alevî-Sünnî kavgası tezgahlanmışken, Osmanlı’da böyle birşey yok..
Dersim’in başına buyrukluğuna müsamaha
göstermeyen de Osmanlı değildi, laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti idi.
Yavuz Sultan Selim’in Alevîler’e yönelik (abartılıp
köpürtülen) takibi, mezhep farklılığından değil, Safevî Devleti yanlısı
Alevîler’in devlet otoritesini kabul etmemeleri ve ayaklanmalarından, kan
dökmelerinden kaynaklanmıştı.
Böyle olmakla birlikte Yeniçeri Ocağı’nın
Bektaşîliği devam etti.
*
Batı’da laiklik ile ulaşılmak
istenen barış ortamı ve inanç hürriyeti, İslam dünyasında zaten mevcuttu.
Türkiye’de laikliğin, ülkede yoğun
bir hristiyan nüfusun yaşadığı Osmanlı döneminde değil de
gayrimüslimlerin mübadeleye tabi tutulduğu, ülkeden sürgün edildiği Cumhuriyet
döneminde ilan edilmiş olması ilginçtir.
Türkiye’deki laikliğin hedefi, farklı inanç
gruplarının birbirine tahakküm ve zulmünün engellenmesi değildi, asıl gaye müslüman
halka zulmetmek, haklarından mahrum hale getirmekti.. Ve bu, bir dönem dört
dörtlük bir şekilde yapıldı.
Çünkü Selanikli Mustafa Atatürk,
Lord Curzon’a bu yönde söz vermişti.
Çünkü, Lord Curzon, Selanikli’yi
bunun için desteklemişti.
Bu desteği İsmet İnönü 1973 yılında
şöyle açıklamıştı:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün
olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim
1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
*
İslam dünyası ile Batı arasında şöyle
temel bir fark var:
İslam, insanların sahip olması gereken
hakları, onların bu yönde herhangi bir talebi, çabası, gayreti, ısrarı,
mücadelesi, ayaklanması vs. olmadan kendiliğinden vermiştir.
Mesela İslam’ın kadınlara verdiği
hakların tamamı böyledir.
Mesela onların miras hakkı.. Batı’da
yakın zamanlara kadar miras sadece büyük oğula kalırken, diğer erkek
çocuklar ile kızlar bundan mahrum bırakılırken, İslam kız çocuğa erkek çocuğun
yarısı kadar miras hakkı getirmiştir.
Kadınlar bu yönde mücadele ettikleri,
dernekler, partiler kurarak hak aradıkları, mitingler düzenledikleri için
mi?
Hayır!
Mesela zekât.. Sosyal yardım..
Fakirler örgütlenip zenginlere savaş
açtıkları için mi zekât İslam’ın beş şartından biri oldu?
Hayır, bu hak kendiliğinden verildi..
Devlet tarafından takibi gereken en temel Şeriat hükümlerinden ve
ibadetlerden biri oldu.
*
Bu sosyal yardım konusu Batı’nın gündemine
yakın zamanda geldi.. Kapitalizmin ortaya çıkmasından sonra “komün”ist
isyanlar çıkmaya başladı.
Öyle bir sömürü ve sefalet ortaya
çıktı ki, dayanılacak gibi değildi.
Mesela kömür madenlerinde çocuklar da dahil olmak üzere insanlar karın tokluğuna 15-16 saat çalıştırılıyordu.. Bu, eşek, at, katır vs. çalıştırmaktan daha ucuza geliyordu.. Çünkü hayvanı para vererek satın alıyordunuz, çalışmaya başlayan kişiler için ise böyle birşey söz konusu değildi.
Ayrıca hayvanın bakımı için birilerinin görevlendirilmesi gerekiyordu, işçiler ise “bakım”sız olarak hayvanın yem parası kadar bir ücretle çalıştırılıyordu.
Bunun yanı sıra işçi öldüğünde yerine yenisi
“beleş”ten geliyordu, hayvan çalıştırsan ölünce yenisini satın alman icab ediyordu.
Dolayısıyla insanlar hayvanlardan ucuz ve değersizdi.
Hayvanlar daha değerliydi.
*
Bunun sonucu olarak toplumsal kargaşa ortaya çıktı, Paris Komünü gibi isyan hareketleri patlak verdi.
Komünist fikirler yayıldı, zengin düşmanlığı aldı başını gitti.
Böylece Batı, barış ve
huzur içinde yaşamak için sosyalist değilse de “sosyal devlet” olmak
gerektiğini anladı.
İslam ise, toplumda huzuru sağlayacak bütün
önlemleri baştan vaz’ etmiş, gereken her toplumsal rehabilitasyon mekanizmasını hazırlamış, sistematize edip kural haline getirmiştir.
Şeriat işte budur.
Dolayısıyla, Batı’da yaşanan gelişmelere
bakarak ah ü efgan etmeye, aşağılık kompleksi ile kendimizden utanmaya
gerek yoktur.
Ancak, tarihimizde utanılacak şeyler de
var.
Ve bunların hepsi, Şeriat’e aykırı
davranılmasından kaynaklanıyor.
Türkiye’nin en büyük utancı ise,
cumhuriyetin ilanı ile başlatılan Şeriat düşmanlığı, laikleşme (siyasal
dinsizleşme) ve İslam’a açılan savaştır.
*
Evet, Batı’da yaşanan olumlu
gelişmelerin hepsi, ağır siyasal ve toplumsal sorunların baskısıyla ortaya
çıkmıştır.
Sadece yakın dönemdeki gelişmelerin değil, Reform
ve Rönesans’ın da, Magna Carta (Büyük Sözleşme) ile Fransız
İhtilali gibi hak arayışlarının da ardında bu sosyal sorunlar vardır.
Benzer sorunlar (Şeriat'ten sapma nisbetinde) Doğu’da da vardı elbette,
ama aynı şiddet ve yoğunlukta yaşandıkları söylenemezdi.
Mesela, Bernard Lewis şunu diyor:
“19. yüzyıl başında Osmanlı İmparatorluğu’ndaki halk içinden gelen
yoksul bir insanın servet, güç ve şeref sahibi olabilmesi, devrim sonrası
Fransa dahil Hıristiyan Avrupa’nın herhangi bir devletinde olduğundan çok
daha fazla mümkündü”.
(Bernard
Lewis, Ortadoğu, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul 1996, s. 167.)
Laiklerimizin gönlü rahat olsun, bunu diyen
adam Kadir Mısıroğlu değil.
*
Evet, Batılılar, birtakım olaylar patlak
verince kafalarını kullanıp tedbir alıyor, çözüm üretmeye çalışıyorlar.
Ancak, denge noktasını bulamıyor, tutturamıyorlar..
İfrat ile tefrit arasında sarkaç gibi salınıp duruyorlar.
Mesela bugün destek verdikleri LGBT’cilik,
cinsiyetsizlik vs. gibi sapkınlıklar, insanlığı felakete götürecek
nitelikte bir başka dengesizlik.
İnsanlık için “denge”, sadece İslam’dır..
Allahu Teala nasıl tabiata bir denge
koymuşsa, toplumlar için de “denge”yi İslam olarak tebliğ etmiş, farz
kılmıştır.
Toplum ve bireyler, İslam Şeriati’ne uyduğu
nisbette “denge”yi yakalar.. Şeriat’ten saptığı nisbette de dengesiz hale
gelir.
*
Yukarıda kölelik konusundan söz
etmiştik.
“Niçin Batı’nın gerisinde kaldık?”
başlıklı yazısında bu konuya da giren fikriyat.com yazarı Mustafa
Özcan, “Müslümanlar sadece maddi alemde değil sosyal ve siyasi
anlamda da Batı’nın fodulu haline gelmişler, gerisine düşmüşlerdir”
diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Söz gelimi Hayrettin Karman Hoca, ‘Köle ve cariye meselesi’
başlıklı yazısında bunlardan birisine temas etmiştir. Yazısının bir yerinde
şöyle diyor: Bütün bunlara rağmen İslâm tarihinde köleliğin
devam etmesi ve bu insanlık ayıbını başka milletlerin, oldukça geç de olsa
Müslümanlardan önce kaldırmaya teşebbüs etmeleri Müslümanların kusurudur;
dinlerini iyi anlamamaları, Allah ve Resulü’nün maksadını gerçekleştirme
konusunda titiz davranmamaları, dünya menfaatini ahiretinkine tercih etmeleri
yüzünden bu böyle olmuştur.”
Özcan’ın Hayrettin Karaman’ın soyadını “Karman”
olarak vermesi isabet olmuş, çünkü bazı fıkhî konuların karman çorman
hale getirilmesinde ciddi katkısı var.
Yukarıdaki lafları da öyle..
İslam, bu kölelik meselesini çözmüş, olması gerektiği şekilde bırakmıştır.. Köleliği kaldırma vs. diye birşeyden söz etmeye gerek yoktur.
Siyasal konjonktür ona uygun hale geldiğinde kölelik
zaten fiilen kalkar.. Fakat bir İslamî hüküm olarak köleliğe
yasak getirmek isterseniz, bu, dine müdahaledir..
Köle azadının teşvik edilmesi, onlara
zulmedilmesinin yasaklanması, efendinin yediğinden yemesinin, giydiğinden
giymesinin emredilmesi başka birşey, köleliği (din adına) kökünden yasaklamak
başka birşeydir.
Bu, dine yapılmış, “Şeriat tanımazlık”
olarak da yorumlanmaya müsait nitelikte bir müdahale demektir.
Batılılar’ın ağzına bakarak (donmuşluktan,
tutukluktan, sofistike olamamaktan kurtulma adına) dinî nitelikte helal-haram
icat ettiğinizde referansınızın Kur’an ve Nebevî Sünnet değil Batı’nın
“sünnet”i olacağı, onların “mezhebinin taklitçisi/mukallidi” haline
gelmiş olacağınız açıktır.
Böylece, “Müslümanlar sadece
maddi alemde değil, sadece sosyal ve siyasi anlamda da değil, dinî alanda da
Batı’nın fodulu haline gelmiş” olurlar.
*
O zaman esareti de yasaklayın bari!..
Düşmanla savaşıyorsun, ve askeri teslim oldu, hapsetme, serbest bırak!.. Sellemehüsselam
gitsin, cephede tekrar karşına gelsin, seni öldürsün.
Adamı düşman diye hapsetmekle ona köle
demek arasında ne fark vardır?!..
Mesela şu anda FETÖ’cü diye müebbet
hapse mahkum edilenlerin durumuna bakalım..
Bunlar, birilerinin yanına köle diye
verilseler mi daha rahat ederler, yoksa şimdi mi daha rahatlar?
Köle, hapsedilmiş kişiye göre daha
özgürdür..
Dahası, köleyi satın alıp azat
edebilirsiniz, mahkuma bu, yapılamaz.
Kölenin akrabu u taallukatı gelip onu
kurtarabilirler.. Mesela Zeyd bin Harise r. a.’in babası ile amcası
Mekke’ye geldiler, bedelini ödeyerek onu alıp götürmek istediler.. Zeyd r. a.
gitmedi.. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem de onu azad etti.
Köle, efendisiyle anlaşabilir, çalışıp para
kazanarak efendisine ödeme yapıp özgürlüğünü satın alabilir, fakat hapisteki
kişi bunu yapamaz.
Hayrettin Karman çorman hoca, gölge etme, başka ihsan
istemez!
*
TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Köle” maddesinde ayrıntılı bilgi
mevcut.. Küçük bir bölümünü aktaralım:
“İslâmiyet köleliği (rık), eski
medeniyetlerde ve çağdaşı güçlü devletlerde yerleşmiş ve tabii kabul edilmiş
bir konumda bulduğundan onu tek taraflı ve kesin bir kararla kaldırma yönüne
gitmeyip zaman içinde ortadan kalkmasına imkân verecek bir zemin oluşturma
yolunu seçti. Bunun başlıca üç sebebi olduğu söylenebilir:
“1. Köleliğin en önemli ve devamlı
kaynağını savaş esirleri teşkil eder. Savaş esirlerinin tasfiyesi
konusunda takip edilen belli başlı yolların birincisi onların öldürülmesidir.
Her devirde çok sık başvurulan ve günümüzde de uygulanmasından vazgeçilmeyen bu
yol, vicdanları daima rahatsız ettiği gibi galiplere intikam hislerinin
tatmininden başka bir fayda da sağlamamıştır. İkincisi, savaş esirlerinin
kurtuluş akçesi (fidye-i necât) veya esir mübadelesi yoluyla serbest
bırakılmasıdır. Fakat mağlûbun kurtuluş akçesi veremediği yahut mübadele edecek
esire sahip olmadığı veya galibin, mağlûp tarafı askerî bakımdan kuvvetlendirme
sonucunu doğuracak olan böyle bir yola yanaşmadığı durumlarda bu çözüm şekli
de tıkanmaktadır. Savaş esirlerinin karşılıksız olarak serbest bırakılması
ise son derece insanî bir hareket olmakla birlikte özellikle geçmiş dönemlerde
çok az uygulanmıştır. Esirleri tasfiye etmenin üçüncü yolu onları hür
insanlardan ayrı bir statüyle muhafaza etmek, yani köle olarak
kullanmaktır. Şu halde savaş esirlerinin karşılıklı veya karşılıksız serbest
bırakılması mümkün olmadığı zaman geriye iki yoldan biri kalmaktadır:
Öldürülmek veya köle olarak yaşamak. Buna göre kölelik ölümün alternatifi
olarak ortaya çıkar. Nitekim köleliğin yasaklanmış olduğu günümüzde savaş
esirlerinin serbest bırakılmadığı durumlarda onları bekleyen âkıbet, çok defa tek
tek veya toplama kamplarında topluca öldürülmekten ibaret olmuştur. Savaş
esirlerine yapılacak muameleyle ilgili bugün uluslararası hukukta geliştirilen
esaslar uygulamaya her zaman aynı ölçüde yansımamaktadır. İslâmiyet bundan
dolayı köleliği tamamen kaldırmamış, uygulamada genellikle ölümün
alternatifi olduğu için onun kapısını aralık bırakmıştır. Bununla birlikte
İslâm hukukunda savaş esirlerinin mutlaka köle statüsüne geçirilmesine dair bir
kural yoktur; şartlara göre karşılıklı veya karşılıksız serbest
bırakılabilirler. İslâm dinine göre insan için aslolan esaret değil hürriyettir
(İbn Kudâme, el-Muġnî, VI, 112).
“2. Ele geçirilecek savaş esirlerinden
köle olarak faydalanılacağını bilmek savaş esnasında gereksiz kan dökme
işini belirli ölçüde önlemekte, ayrıca bu durum savaşın sona ermesinden
sonraki esir katliamına da mani olmaktadır. Çünkü galip askerin bu
sırada esir öldürmesi hissesine düşecek ganimet payını azaltmaktan başka bir
sonuç doğurmaz.
“3. Köleliği tek taraflı bir kararla
kaldırmanın o dönemde müslüman toplumun aleyhine bir durum ortaya çıkaracağı
açıktır. Zira gayri müslim devletler köleliği uygulayıp ele geçirdikleri
müslüman esirleri devamlı köleleştirirken İslâm devletinin elindeki esirleri
serbest bırakması onun zayıflaması neticesini doğuracaktır. İslâmiyet bu
sebeplerle köleliği ortadan kaldırmamış, ancak getirmiş olduğu çeşitli
tedbirlerle kaynaklarını en aza indirme, mevcut köleleri tedrîcî bir surette
azaltma, köle oldukları süre içinde insanca muamele edilmesini sağlama ve
sonunda onları hür olarak yeniden insanlığa kazandırma yolunda başarılı
adımlar atmıştır.
“İslâm dini her şeyden önce köleliği yalnız
savaş esirlerine münhasır kılmış, diğer kaynaklara izin vermemiştir. Bunun
yanında Allah rızâsına kavuşmak isteyen müslümanların samimiyetle
benimsedikleri gönüllü köle âzat etme alışkanlığını yerleştirmek, ayrıca bazı
günahların kefâreti olarak köle âzadını şart koşmak suretiyle köleler için hürriyete
kavuşma yollarını çoğaltmıştır (el-Mâide 5/89; el-Mücâdile 58/3). Yalnız İslâm
hukukunda görülen bir uygulama olarak da devlet, gelirlerinin belirli bir
bölümünü köle âzadına tahsis etmiştir (et-Tevbe 9/60). Bu arada İslâmiyet
kölelere birçok noktada hürlere yakın bir hukukî statü vermiş ve bunu
sosyal hayatta uygulamaya koyarak onlara hürriyetlerine kavuşuncaya kadar insanca
yaşama imkânı sağlamıştır. Köle ve câriyelerle evlenmenin teşvik edilmesi
(el-Bakara 2/221; en-Nisâ 4/25), kölelere karşı kötü muamelenin yasaklanıp
onlara iyi davranmanın dinî ve hukukî bir sorumluluk haline getirilmesi
(en-Nisâ 4/36; Müsned, I, 78; IV, 35-36; Buhârî, “Îmân”, 22;
Müslim, “Eymân”, 29-42) bunun örnekleridir. Bunların
ne ölçüde ileri ve insanî bir anlayışı yansıttığını anlamak için İslâm
toplumundaki kölelerle diğer toplumlarda -özellikle yakın zamana kadar Amerikan
toplumunda- yer alan kölelerin yaşayışlarının karşılaştırılması yeterli
olacaktır.”
*
Evet, İslam’daki köleliğin ne ölçüde ileri
ve insanî bir anlayışı yansıttığını anlamak için İslâm toplumundaki kölelerle ABD
gibi ülkelerdeki kölelerin (hatta hürlerin) yaşayışlarının
karşılaştırılması yeterlidir.
Lise yıllarımda (1979 ya da 1980 senesiydi)
tek kanallı televizyondan izlediğim bir Amerikan dizisi var: Kökler
(Roots).
Afrikalı müslüman Kunta Kinte’nin ve
hristiyanlaştırılan ahfadının hikayesi..
Benim kuşağım bilir.. Gençlerin de
izlemesinde fayda var.. Yararlı olur.
Malcolm X’in otobiyografisini yazan Alex Haley’nin
aynı adlı kitabından uyarlama.
Haley, Kunta Kinte’nin bilmem kaçıncı
kuşaktan torunu..
Aile şeceresini araştırmış, hatta Afrika’ya
gidip Kunta Kinte’nin kabilesini bulmuş, herkesin soyunu sopunu şeceresini
bilen, kabile tarihi hafızasında olan biri orada ona, “Filanın oğlu Kunta Kinte’nin ormanda
kaybolduğunu, bir daha geri dönmediğini” söylemiş.
Evet, Kunta Kinte’nin yaşadıkları
kâbus gibiydi.
Ama bu, sadece onun yaşadığı bir kâbus
değildi.. Milyonlarca insan aynı kaderi paylaştı.
Afrikalılar hayvan gibi avlandılar, zincire
vuruldular, gemilere doldurulup Avrupa ve Amerika’ya götürüldüler.
Birçoğu avlanma sırasında ya da gemilerde
öldüler.
Ölen öldü, kalan sağlar Batılılar’ındı.
*
Genelde Batı’nın, özelde ABD’nin
zenginleşip güçlenmesi, Mustafa Özcan gibi isimlerin zannettiği üzere salt Rumlar’ın
(Batılılar’ın) olumlu hasletlerinden kaynaklanıyor değil.
Zenginleşmelerinin pekçok başka nedeni
var..
Emperyalist yağma ve sömürü en başta geleni.. Gittikleri her yeri
yağmaladılar, köleleştirip hükmedemediklerini Kızılderililer gibi
katlettiler.
Ben de gidip tarıma elverişli bir araziyi
silahsız insanlardan silah zoruyla gasbetsem, sonra da beş on tane köle "şahsım" için karın tokluğuna çalışsalar, ben de zengin olurum.
Evet, Batılılar yağma ve sömürü ile zengin
oldular, başka toplumlar üzerinde haksız rekabet, zorbalık ve hile ile ekonomik üstünlük kurdular..
Milyonlarca Afrikalıyı köle yaptılar..
Rakamın 40 milyona yaklaştığı tahmin ediliyor:
“Avrupa ülkelerinin nüfusu arttıkça ticari, siyasi ve askeri gücü de arttı. Kaynaklarını kullanıma açıp tüketmeye başladıklarında ise işgücünün yetersiz olduğunu gördüler ve Batı Afrika’dan zenciler getirdiler. Özellikle İngiltere tarafından yürütülen köle ticareti büyük bir kitlesel değişikliğe yol açtı. 19. asra kadar 30 ile 40 milyon arasında insan ülkelerinden kopartılarak köle olarak çalışmaya zorlandı. Ayrıca kâşifler, Amerika kıtasının yerlilerine çiçek, kızamık, grip, tifo gibi enfeksiyonları bulaştırarak büyük çapta ölümlerin sorumlusu oldular. Mesela İspanyol fetihleri sırasında yerliler 100 milyonluk bir nüfusa sahipken, fetihten 100 yıl sonra yerli nüfus %95 azalmıştı [5 milyona inmişti].”
(J. Lee Stephen, Avrupa Tarihinden Kesitler 1474-1789, Ankara,
2002, s. 96-99’dan aktaran İhsan Burak Birecikli, “Batı’nın Yükselişi”, History
Studies, vol. 3/2, 2011, s. 13.)
ABD’nin nüfusu, bağımsızlığını ilan ettiği sırada 4 milyondu.. Buna göre, 40 milyon kölenin ne anlama geldiğini hesap edebilirsiniz. (Bir süre sonra, Afrika'dan köle taşımalarına gerek kalmadı.. Çünkü ellerindeki erkek ve kadın kölelerin evlilikleri sayesinde bol bol yeni kölelere sahip oldular.)
Batılılar tarafından köleleştirilenler
sadece Afrikalılar da değildi, yerliler de bundan nasiplerini aldılar:
“Las Casas’ın tahminine göre 1495-1503 arasında [sadece sekiz yılda, Amerika’daki] adalarda 3 milyondan fazla insan katliama uğradı, köle olarak Kastilya’ya gönderildi ya da madenlerde vb. Işlerde telef oldu. Fetih, yağma, katliam: İşte 16. asırda Avrupa’ya değerli maden [altın, gümüş] akışının ardındaki gerçek.” (Birecikli, s. 19.)
*
Batı’nın zenginleşmesinin
ardındaki tek etken onlardaki olumlu hasletler olmadığı gibi, İslam dünyasının
geri kalmasının gerçek nedeni de, Mustafa Özcan gibilerin zannettiği gibi Kur’an
ve Sünnet’le “oynama” fırsatı vermeyen bir “donukluk, tutukluk ve nassları
yorumlamada sofistikelikten yoksunluk” değildir.
Tam aksine, herkes
kendisine göre bir yorum üretmiş, ortaya 73 fırka çıkmıştır.
Şimdi de öyle.. Dinî
meseleler tartışılırken Türkiye’de nerdeyse insan sayısınca farklı din
anlayışı ortaya çıkıyor.
Peki ilerleme?..
Kalkınma?..
İşte ortada ne donukluk
var, ne tutukluk.. Sofistikelik dersen, Eski Yunan’ın sofistlerine parmak
ısırtacak kadar bol.. Misal, KADEM’in yayın organında “toplumsal cinsiyet”
dersi veren ilahiyatçı bayan doçent..
Görünüşe göre füze hızıyla
kalkınmamız gerekiyordu, fakat ortada kayda değer birşey yok.
Gerçek sorun ne
donukluk, ne tutukluk, ne de sofistikelik denilen nanenin bulunmayışı.
Gerçek sorun eksen
kayması, cıvıklık, ilkesizlik, omurgasızlık, döneklik, oryantal kıvraklık,
dansöz esnekliği, savrulma..
İslam dünyasında
yapılmayan ne rezillik, yenilmeyen ne nane var?!..
Ne donukluğu?!..
Her halt yeniliyor,
fakat birileri bu muazzam savruluşa tepki gösterince “Tı, olmaz, donukluk ve tutukluk yüzünden ilerleyemiyoruz” deniliyor.
Senin elini tutan mı
var, “donuk” müslümanlar senin hangi kötülüğüne engel olabiliyorlar da o
kötülüklerin yanı sıra bir de iyiliğine engel olsunlar!
*
Kölelik diyorduk..
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (International Labour Organization -
ILO) internet sitesinde 12 Eylül 2022 tarihinde yayınlanan Cenevre mahreçli bir
habere göre, “Dünyada
50 milyon insan çağdaş köle durumunda”. ((https://www.ilo.org/tr/resource/news/dunyada-50-milyon-insan-cagdas-kole-durumunda)
Küresel Çağdaş Kölelik Tahminleri (Global Estimates of Modern Slavery Forced
Labour and Forced Marriage) başlıklı 130 küsur sayfalık rapora göre, 2021
yılında 50 milyon kişi çağdaş köle durumundaydı. Bu insanların 28 milyonu
zorla çalıştırılıyor, 22 milyonu ise zorla evlendirilmiş.
Zorla çalıştırılanların yarıdan fazlası (% 52) ve zorla evlendirilenlerin dörtte
biri, üst-orta ve üst gelirli ülkelerde bulunuyor.
Zorla çalıştırma vakalarının büyük
çoğunluğu (% 86) özel sektörde görülüyor.
Ticarî cinsel sömürü dışındaki sektörlerde zorla çalıştırma,
tüm zorla çalıştırmanın % 63’ünü oluşturuyor. Ticari cinsel sömürü ise tüm
zorla çalıştırmanın % 23’ünü teşkil ediyor.
Devlet kaynaklı zorla çalıştırma ise, zorla
çalıştırılan insanların % 14’ünü içeriyor.
Zorla çalıştırılan her 8 insanın 1’i çocuk
(toplam 3,3 milyon). Bu çocukların yarıdan fazlası ticarî cinsel sömürüde
kullanılıyor.
ILO Genel Direktörü Guy Ryder, “Çağdaş kölelik durumunda iyileşme kaydedilememesi
insanı şok ediyor” diyor.
Ticari cinsel sömürü deyince aklımıza, kısa
zamanda unutulmaya yüz tutan şu Epstein Adası olayı da geliyor.
Bu da Rumlar’ın (Batılılar’ın) faziletleri
arasında yer alıyor.
Vikipedi’nin “Jeffrey
Epstein” maddesinde adamın insanlığa yaptığı hizmetler konusunda sayfalar
dolusu malumat var.
Peki cennet vatanımız “ticarî cinsel sömürü
ve kölelik” bakımından ne durumda?
Sofistike yazarlarımız bu konuya da bir el
atsalar iyi olacak gibi görünüyor.
*
Evet, asıl konumuz çok-kültürlülüktü..
Çok-hukukluluğun olmadığı bir yerde
çok-kültürlülükten bahsetmenin fazla bir faydasının olmadığını söyledik.
Mevcut hukuk
sistemine hiçbir etkisi olmayan bir “kültür”, çok fazla birşey ifade etmez.
Üstelik, meseleye kültür
kavramı ile yaklaştığınızda, Batı’nın paradigmasını egemen hale
getirmiş olursunuz.
Kültür kavramı kime
ait ise (ki Batı’ya aittir), son tahlilde onun sınırlarını belirleme hakkına
sahip olan da odur.
Wallerstein, kavramın,
“siyaset”in elinde bir silah haline geleceği uyarısında bulunur:
“... Kültür, analitik bir kavram veya analitik bir inşa olmaktan
çok, etrafında heyecanla toplanılan bir belagat bayrağı, büyük siyasi muharebelerde
bir silah olup çıkmaktadır. Kültür kavramının böyle kısa yoldan siyasi
bir programın yedeğinde kullanılması ... son bulacak değildir.”
(Immanuel Wallerstein, Jeopolitik
ve Jeokültür, çev. Mustafa Özel, İstanbul 1993, s. 274.)
Kültür kavramını “siyasal
bir silah” olarak kullananların Batılılar ve Batıcılar olduğunu da
ayrıca belirtmeye herhalde gerek yoktur.
Wallerstein şunları
da söyler:
“Kültür son derece akışkan ve son derece esnek olduğundan, bunun
herhangi bir anlamlı projeksiyonunu yapmak neredeyse imkansızdır.
Dünya-ekonomi ve dünya siyasi sistemi (her yerde görülen sistem-karşıtı
hareketler dahil) hakkında projeksiyonlar yapmamız ve mübarizlerin, ayrıntıları
muazzam ölçüde değişebilen fakat faydası tahlil edilebilir olan ‘kültürel’
iddialarda bulunacaklarını varsaymamız daha yerinde bir iş olur.” (A.g.e., s. 283.)
Buna bağlı olarak
Wallerstein, “kültür” kavramının terk edilmesini bile teklif eder:
“Sürekli değişmekte olan bir davranış girdabı olduğu açık olan bir
şeyde, sürekliliğin norm olduğunu, açıklanması gerekenin ise değişme olduğunu
varsaymak bir şey ifade eder mi? Değişebilirliğin norm olduğunu ve
sürekliliklerin açıklanması gerektiğini varsaymak aklî bakımdan çok daha
savunulabilir olmaz mı? Eğer böyleyse, o zaman gayet yanıltıcı içerimlere
sahip olduğundan bizzat kültür terimini bir yana atmalıyız belki de." (A.g.e., s. 276.)
*
O halde,
çok-kültürlülüğe ne kadar inanılıp güvenilebileceğini sormak gerekir.
Entegrasyon ve
asimilasyon politikaları ile çok-kültürlülük söyleminin bir arada
götürülmeyeceğinin garantisi nedir?
Şeriat’le yönetilen bir
ülkede zimmîlerin hukukî statülerinin değişmeyeceği (güncellenmeyeceği, donuk kalacağı, sofistike olmayacağı) kesindir, peki
çok-kültürlü olduğunu ilan eden bir ülkenin çok-kültürlülükten anladığı şeyin
değişmeyeceğinden nasıl emin olabiliriz?
Kültür, İslam’a ait
bir kavram değildir, bu nedenle İslam’ın çok-kültürlülük diye bir meselesi
yoktur. Fakat İslam, farklı din, dil ve etnik kökenleri reddetmez; tam
aksine onlar hayatın, Allahu Teala öyle yarattığı için var olan ve kendilerine
(özellikle son ikisine) müdahale edilmemesi gereken gerçekleridir.
O yüzden, Şeriat’le
yönetilen bir toplum her zaman çok-dinli (“Dinde zorlama yoktur”), çok-dilli
ve çok-ırklıdır.
*
Bu nedenle “getto”
kavramı İslam ülkelerine değil, Batı’ya özgüdür.
Getto, toplum dışı insanların yaşadıkları semt demek oluyor. Batı'ya özgü bir yerleşim modeli olan gettoya, İslam dünyası her zaman yabancı oldu.
Türkiye Diyanet
Vakfı'nın yayınladığı "İslam ve
Demokrasi" adlı (sempozyum bildirilerinden oluşan) kitapta Mehmet
Özdemir, Endülüs şehirciliği alanında otorite bir isim olan Torres Balbas'dan
da şu ifadeleri naklediyor:
"Müslümanlar, zimmi hristiyanlar, yahudiler, Doğulu Araplar,
Berberiler, kuzeydeki İspanyol krallıklarından gelen hristiyanlar, Franklar,
Cenevizliler ve sakalibe gibi Endülüs hayatına ayrı bir hususiyet kazandıran
farklı dinler, farklı kültürler ve farklı soylardan insanlar, kendi kıyafetleri
içinde ve kendi lisanlarını kullanarak, resim tablosunu andıran bir kalabalık
halinde şehir merkezinde dolaşmaktaydı."
Kuşkusuz bu, salt
Endülüs’e özgü değildi. Her ne kadar gayrimüslimlerin toplu halde yaşadıkları
yerleşim birimleri mevcut idiyse de (İstanbul’un Pera’sı gibi), bunlar
getto niteliği taşımıyordu.
Evet, Endülüs öyleydi.. Sonra İspanyollar geldiler, ve Müslümanlar ile Yahudiler'in önüne iki seçenek koydular: Ya hristiyan olacak ya da öldürüleceklerdi.
Yahudiler evlerini, köşklerini, dükkanlarını, tarlalarını, bahçelerini vs. bırakıp niye Osmanlı ülkesine geldiler, niye İslam Şeriatı'na sığındılar?
*
Bu durumun
temellerini İslam’ın (deyim yerindeyse) paradigmasında aramak gerekir.
İslam’ın paradigması
adalettir, demokrasinin paradigması ise (hukukçu Sami
Selçuk’un belirttiği gibi) görecelik ve hoşgörü.
Bu açıdan
bakıldığında, günümüzde Türkiye Müslümanları’nın düşünce alanında bir “kırılma”
yaşadıklarını kabul etmek gerekir. Bu, kendileri için belirledikleri “misyon”
ve “vizyon”u da etkilemektedir.
“Ulus-devletçiler” katı bir laikliği ve 1930’lara ait (ve dolayısıyla çağdaşlık açısından çağdışı ve bayat hale gelmiş) “ilke”leri savunurken, kimi “müslüman”lar
neyi savunacakları konusunda kararsızdır: Çağlar üstü (dolayısıyla değişmeyen) Şeriat’ı mı, yoksa sabah bir karar alan, akşam canı sıkılınca onu değiştiren laik demokrasiyi mi?..
İslamcılıktan tümden
vazgeçip “eski İslamcı yeni müslüman”, “dinci değil dindar”, “Siyasal
İslam karşıtı yavan muhafazakâr” hale gelen taife ise tercihini açıkça
demokrasiden yana yapıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder