Bir önceki yazıda kaldığımız yerden devam edelim.
“Toplumsal cinsiyet” yaygarası koparan, “Cinsiyet (erkeklik
kadınlık) yoktur, bunlar toplumsal (toplum tarafından üretilen) birer inşadır/kurgudur”
diyerek erkekteki erkekliğin, kadındaki kadınlığın ontolojik
gerçekliğini reddedenlerin heybesinde “toplumsal cinsiyetsizlik” illüzyonu
var.
Bu bir illüzyon, çünkü insanın (psikolojisini geçtik) biyolojisi
ve fizyolojisinin karşısında körlük numarası yapıyor.
Bize, “Aslında erkek ve kadın yok, siz halüsinasyon görüyorsunuz”
diyor, buna inanmamızı istiyorlar.
Var işte!..
Eğer bunun bir gerçekliği bulunmasaydı, cinsiyet sadece zihinsel bir
inşa olsaydı, insanların cinsiyet değiştirmek için ameliyat masasına
yatması, “beden”lerinin kesilip biçilmesine, kan revan içinde kalmasına razı olması gerekmezdi.. Cinsiyet değişikliği salt
telkinle hallolan zihinsel bir işlem olurdu.
Realitede olmayan, salt zihinde bulunan birşeyin (bir kamyon dolusu para
verilerek kotarılan) ameliyatı nasıl yapılabilir?! (Bülent Ersoy’un bile parası
yetmemiş, İngiltere’de hastanede rehin kalmış da Türker İnanoğlu imdadına
yetişmiş.)
Olmayan birşey nasıl değiştirilebilir?!
*
Bu “toplumsal cinsiyetsizlik” masalı, toplumda erkeğin erkek, kadının kadın
olarak kendisini “karşı cins”ten farklı göstermesinin, farklılığının
“tanınma”sını istemesinin yasaklanması anlamına geliyor.
Bir başka deyişle, dillere pelesenk olmuş bulunan farklılıkların
zenginlik olduğu teranesi, cinsiyet söz konusu olunca buharlaşıp yok oluyor.
Totalitarizm ve tek-tipçilik dayatması devreye
giriyor.
“Niye insanlar erkek ve kadın olarak doğuyorlar, böyle olmamalıydı,
doğduktan sonra belli bir yaşa gelince herkes cinsiyetini seçmeli, insanda işte
o zaman (sakalın sonradan çıkması gibi) seçtiği cinsiyete göre uzuvlar oluşmalıydı,
hatta insanlar cinsiyetlerini istedikleri zaman gömlek değiştirir gibi
değiştirebilmeliydiler.. Fakat böyle olmamış, o halde biz bu cinsiyet işini
kökünden reddedip kurtulalım, cinsiyet diye birşeyi kabul etmeyelim, yok
farzedelim” diye düşündükleri anlaşılıyor.
Fakat, var olan birşey senin yok saymanla, yokmuş gibi davranmanla yok
olmaz.
*
Eğer senin (toplumsal tezahürü de bulunan, toplumsal ilişkilere de
yansıyan) erkekliğin ya da kadınlığın, senin kendi varlığından bağımsız bir
“toplumsal inşa” ise, insanlığını da toplumsal inşa kabul etmek mümkün
hale gelir.
Belki de sen şekil değiştirmiş bir eşşeksindir, seninle eşşek arasında
hiçbir fark bulunmuyordur; fark, toplumsal bir inşadan/kurgudan
ibarettir..
Belki de eşşek de değil, kocaman bir tarla faresisin..
Evet, “toplumsal erkeklik” ve “toplumsal kadınlık” (toplumsal
cinsiyet), insandaki “bireysel erkeklik” ve “bireysel kadınlığın”
bir uzantısı, bir sonucu, bir yansıması değil de salt “toplum tarafından
programlanma”dan kaynaklanan bir “algısal dayatma” ya da illüzyon ise,
toplumsal ilişkilerde insan “birey” olarak kendisi üzerindeki
hakimiyetini tümden kaybediyor, hatta kendi zihni üzerinde bile kontrol
kuramıyor, ortada “insan iradesi”nin, özgür iradenin zerresi bile
kalmıyor demektir.
Bu, özünde “toplumsal determinizme/belirlenime” dayanan bir tür kaderciliktir.
Hem de insanın psikolojisini, fizyolojisini, biyolojisini, duygularına
tesir eden vücut kimyasını denklemden düşüren, tek parametre olarak
“toplumsal telkin”i alan aptalca bir kadercilik.
*
Bunların “toplumsal cinsiyet” diyerek ontolojik mahiyetteki cinsiyetin
yerine oturtmaya çalıştıkları “cinsiyetsizlik” illüzyonu (inşası/kurgusu),
doğal olarak, meleklerdeki cinsiyetsizlik (meleklerde kadının erkeğin
bulunmayışı) türünden bir cinsiyetsizlik değil.
Bu cinsiyetsizlik davası, homoseksüellik/eşcinsellik sapıklığına
zemin hazırlamak ve alan açmak için icat edilen bir sözde cinsiyetsizlik..
Özde sapıklık..
Kısacası, (cinsiyeti gözboyamacılıkla gerçeklik olmaktan çıkarıp inşa/kurgu
parantezine ya da hapishanesine tıkan bir “illüzyonist inşa/kurgu”
durumundaki) “toplumsal cinsiyet” yaygarası, “toplumsal cinsiyetsizlik” kolonları
üzerinde eşcinsellik sapıklığı bahçesine uzanan bir köprü durumunda.
Homoseksüellik şatosunun altındaki temelin harcını “toplumsal
cinsiyetsizlik” zifti ve lağım akıntısı oluşturuyor.
*
Eğer “toplumsal
cinsiyet” olgusu, bu kavram etrafında cinsiyetsizlik çağrısı yapanların
iddia ettiği şekilde salt “toplumsal” bir nitelik taşısaydı, farklı
dönem ve coğrafyalarda farklı toplumlarda kadın-erkek ilişkilerinin (sözü
edilen türden) cinsiyetsizliği de içeren değişik tezahürlerine
rastlanması, “toplumsal cinsiyet”in toplumdan topluma, coğrafyadan coğrafyaya,
kıtadan kıtaya farklılık göstermesi gerekirdi.
Oysa, bilinen bütün
tarihte, bütün coğrafyalarda ve dönemlerde, erkekler ile kadınların toplumdaki
konumları üç aşağı beş yukarı aynı olmuştur..
Evet, “toplumsal
erkeklik” ve “toplumsal kadınlık” olarak kendisini gösteren
“toplumsal cinsiyet” evrensel bir olgudur, evrensel bir gerçekliktir, vakıadır.
Bunun temelini de ontolojik
gerçeklik oluşturmaktadır.. İlk insan Hz. Adem a.s. erkektir, ondan
yaratılan eşi Havva anamız ise kadındır..
Bu iki kişilik
toplum, bir “toplumsal inşa” olarak kendi kafalarından erkeklik ve kadınlık
icat etmiş değiller.
*
Gerçek şu ki erkek
ile kadının biyolojjik, fizyolojik ve psikolojik farklılıkları böylesi
bir toplumsal cinsiyetçi yapının ortaya çıkmasına neden oluyor.
Coğrafya değişiyor,
tarih değişiyor, toplum/millet değişiyor, fakat bu durum değişmiyor.
Demek ki erkeğin ve
kadının doğası bunu gerektiriyor.. Tabiî bir süreç olarak buna
yol açıyor.
Ve bu
“toplumsallık”, “bireysel” temel üzerinde yükseliyor.. Yani, erkeğin ve
kadının “bireysel cinsiyet”inin bir ürünü ya da devamı olarak ortaya
çıkan bir “toplumsal”lık var.
*
“Toplumsal cinsiyet”
kavramı etrafında yaygara koparıp kadın ve erkeğe yeni kimlik ya da kişilik
(toplumsal cinsiyetsizlik) dayatmaya çalışanlar, hem (demokratik
zihniyetin ve millet egemenliği ideolojisinin bayraklaştırdığı) “toplumsal
uzlaşma/konsensüs” nosyonuna savaş açıyarlar, hem de kadın ve erkeğin “özel”ine,
“bireysel” yanına toplumsal düzeyde hayat hakkı tanımak
istemiyorlar.
Bu, adaletsizliğin
ve despotizmin, tek tip dayatmacılığının, farklılıkları zenginlik
olarak görmek yerine düşman bellemenin, bağnaz totalitarist dayatmacılığın ta
kendisi.
*
Adalet, her hak sahibine
hakkını vermektir..
Bazı haklar doğuştan
elde edilir, bunlar salt “insan olmak”tan kaynaklanan haklardır, bazıları ise (elde
edilebilirse şayet) sonradan kazanılır.
Mesela doğan her
bireyin yaşama, varlığını sürdürme hakkı vardır; bu, doğuştan gelen bir
haktır.. Fakat seçmen olmak, sonradan kazanılan bir haktır.
Yine, herkesin bir
meslek edinme hakkı vardır.. Birtakım sanatlara ilgi duyabilir ve onlarla
meşgul de olabilir.
Fakat insanların yetenekleri
farklıdır.
Adalet ve eşitlik adına herkesten aynı
meslekî ve sanatsal performansı beklersek, onlara zulmetmiş oluruz.
*
Bu noktada insanlar arasında (biyolojik ve fizyolojik farklılık bulunmasa, tıpatıp birbirlerine benzeseler bile), yetenek farklılığı ortaya çıkar..
Herkes herşeye yatkın değildir.. Ve böyle olması toplumun hayrınadır.. Bazısı şu işe, bazısı bu işe yatkın olacak ki, insanların farklı ihtiyaçlarına cevap verecek şekilde bir "toplumsal işbölümü ve uzmanlaşma" ortaya çıksın.
Bu farklılığı
tanımayıp bunun “toplumsal yetenek” (“Sende şu yetenek var” denilerek
toplum tarafından üretilmiş, “sıfırdan yaratılmış” yetenek) olduğunu, aslında sanata,
spora, mesleklere vs. yatkınlık ve yetenek bakımından bireyler arasında herhangi bir
fark bulunmamakla birlikte böylesi bir yetenek farklılığının toplumsal
olarak inşa edilmiş olduğunu öne sürersek, elmalarla armutları toplamış
oluruz.
Elma ile armut
arasındaki tad, koku, lezzet vs. farkı toplumsal inşa değildir.
Bu yetenek farkını
tanımamak, at’ın ot, it’in et yemesini “hayvanî toplumsallığın
ürünü/inşası” kabul etmek gibi bir budalalıktır.
Bu budalalığı, adalet
ve eşitlik adına her ikisinin de önüne et veya her ikisinin de önüne ot
koyma sersemliği izler.. Adalet ve eşitlik adına..
At, attır ve ot
yer.. İt, ittir ve et yer.. Adalet, ata ot, ite et vermektir.
Benzer şekilde erkek
erkektir, kadın da kadın.. Adalet, toplumda erkeğe erkek muamelesi,
kadına kadın muamelesi yapılmasıdır.
“Hayır, şunun erkek,
bunun kadın olması toplum tarafından inşa edilip dayatılmış simülasyonlardır”
derseniz, geri zekâlılık ile sapıklığı mezcetme başarısı göstermiş olursunuz.
*
Atın atlığının, itin
itliğinin toplumsal olarak inşa edilmiş olduğunu söylemek, buna bağlı olarak
ameliyatlar yaparak onları birbirine benzetmeye çalışmak, “doğal” olana
(“toplumsal” etiketi yapıştırarak) savaş açmaktır.
En büyük adaletsizlik
budur.
Toplumsal inşa, atın atlığı, itin
itliği değildir, onları tek tipleştirme, farksız gibi gösterme çabasıdır.
İşte, kadın ve
erkek hem biyolojik, hem fizyolojik, hem de psikolojik bakımdan farklılık
gösterirken bunlara (bireyselliklerini yok sayarak) aynı toplumsal rolleri
dayatmak, böylesi bir zulümdür.
Kadına erkek, erkeğe
de kadın muamelesi yapmaktır.
Tabiri caizse at’a
it, ite at muamelesi yaparak onları canından bezdirmektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder