Şunu hep söylüyorum:
Bilgi felsefesini (epistemolojiyi) ve
(neyin “bilimsel bilgi” olduğu sorusuna cevap arayan) bilim felsefesini
bilmeyenden bilim adamı olmaz. (Toplumsal cinsiyetsizler “adam” lafına
bozulmasınlar, kadını adamdan saymazlık etmiyoruz.)
Bilim adamı olmaz, ezberci
olur.. Okumuş cahil olur.
*
Modern bilim, bilgiyi
parçalamaktadır..
Zaten, “bilimsel bilgi”den
söz ettiğimizde, böylesi bir parçalanmışlığı başlatmış oluyoruz.
“Bilimsel bilgi”den söz
edenlerin genelde “Bilimsel bilgi, bilimsel yöntemler ile
elde edilen bilgidir” şeklinde totolojik bir cümle kurarak
lafa girdikleri görülür.
Ardından
da, “Bilimsel yöntem akıl, deney ve gözleme dayalıdır” derler.
Oysa,
“bilimsel” etiketine layık görmediğimiz başka pekçok bilgi birikimi de akıl,
deney ve gözlem sayesinde oluşmaktadır.
*
Örnekle açıklayalım:
Bir ekonomi profesörünün
iktisadî konulardaki lafları “bilimsel analiz” kabul edilirken, sıradan
vatandaşın değerlendirmeleri “bilimsel” kabul edilmez.
Oysa, ikisi de akla
ve gözleme dayalı olarak kanaat oluşturmaktadır.. Sonuçta sıradan vatandaşın da
bir aklı var ve gözlem yapıyor.
Ayrıca, ekonomi profesörü
“çuvallıyor”, hatalı değerlendirmeler yapıyor, hatta bazen (siyasal iktidarın
talepleri doğrultusunda “kendini doğrulayan kehanet” üretmek ve piyasaları manipüle
etmek için) yalan yanlış şeyler söylüyor, vatandaş ise son derece doğru laflar
ediyor olabilir.
Burada ekonomi profesörünün
laflarının bilimsel kabul edilmesinin birinci nedeni, onun
iktisat biliminin terminolojisini/ıstılahatını (dilini, jargonunu) kullanıyor
olmasıdır.
İkinci neden ise, (kendi
kendilerine bilimsellik madalyası takan) akademik camianın (ya da
çetenin) bir üyesi olmasıdır.
Hayat, bilimsel faaliyeti
de kapsar, fakat bilim hayatı bütünüyle kuşatamaz, öyle ki, ekonomist ile
sıradan vatandaşın iktisat bilgilerini “piyasa”da yarıştırmaları durumunda
bilim adamı nal topluyorken sıradan vatandaş kazandığı parayı nereye harcayacağını
şaşıracak kadar para içinde boğuluyor hale gelebilir.
*
Hayat, gerçeklik; bir “bütün”dür.
Bilim, onu anlamak
için, zihinde “parçalar”.. Öğelerine ayrıştırır.
Analiz (tahlil) dediğimiz şey budur..
Bilimsel
disiplinlerin oluşması, bu analiz faaliyetinin sistematik ve örgün
hale gelmesinin sonucudur.
Hayat ve gerçeklik bir bütün olduğu
gibi, ilkçağların bilimi de bütünseldi ve felsefe adını
taşıyordu.
Felsefe tabirinin ilk
kullanıldığı dönemde bu kavramla bugünkü bilim dallarının hepsi kastediliyordu..
Yani fen bilimleri de,
sosyal bilimler de, metafizik de, hatta müzik gibi meşgaleler de buna dahildi.
Zamanla önce fen bilimleri ve sosyal bilimler ayrımı zuhur
etti.
Daha sonra bunu, fen
bilimlerinin ve sosyal bilimlerin kendi içlerinde parçalanmaları izledi..
Mesela fen bilimleri fizik,
kimya ve biyoloji gibi dallara ayrıldı..
Aynı şey sosyal bilimlerde
de yaşandı.. Siyaset bilimden, sosyolojiden, iktisattan vs. bahsedilir oldu.
*
Aynı durum İslamî ilimler
için de söz konusudur.
İslamî bilgi aslında Kur’an ve Sünnet’ten
ibarettir.
Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem ashaba hiçbir zaman “Size bugün kelam/akaid/itikat,
yarın fıkıh (muamelat, ibadet bahisleri), ertesi gün ise tasavvuf (kalb
ve nefs halleri, ahlâk) hakkında ders vereceğim” dememiştir.
Ashab, 23 yılda peyderpey
nazil olmuş olan ayetleri büyük bir iştiyakla takip ediyor, yeni ayetleri
heyecanla bekliyorlardı.
Şimdi insanların sosyal
medyada birbirlerini bağımlılık derecesinde bir tutkuyla takip etmeleri
gibi ashab da inen her ayeti işitmeye, öğrenmeye çalışıyordu.
Aynı şey, Peygamber
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in kısa ve özlü, efradını cami
ağyarını mani nitelikteki cevâmiü’l-kelim sözleri için de geçerliydi
(Ki Rasululllah sallallahu aleyhi ve sellem nadiren uzun konuşmuştur.)
Ashabın “sözlü sosyal
medya”sı onun sözlerini (hadîslerini), davranışlarını, hatta
suskunluklarını (belli söz ve hareketler karşısında sessiz kalışını) bile
kulaktan kulağa hızla aktarıyordu.
(Hadîs kitaplarında ashabdan
bazılarının rivayetlerinin fazla olmasının nedeni, onların Hz. Peygamber
s.a.s.’in sağlığında genç olup uzun yaşamaları, Peygamberimiz’i görmemiş
insanların onun sözlerini öğrenmek için bu eskinin gençlerinden başkasını
bulamamış olmalarından kaynaklanmaktadır.)
*
Peygamber Efendimiz
s.a.s.’in yaşadığı dönemde durum buydu.. Neredeyse herkes Kur’an ve
Sünnet hakkında yeterli bilgiye sahipti.
Fakat, Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in ve ashabının artık hayatta olmadığı bir sonraki
yüzyılda, Kur’an ve Sünnet’i iyi bilenler, kendilerini
bu işe adayanlardı.
İşte onlar, kendilerini
ilme adayan talebelerine geniş malumat verirken, sadece kendileri için zorunlu
olan bilgiyle yetinmek, onun dışında dünyevî meşgalelerinin başında durmak
isteyen kişiler için Kur’an ve Sünnet’teki
bilgiyi tasnif etmeye, sınıflandırmaya, parçalamaya, tabiri
caizse “hap” haline getirip sunmaya başladılar.
Mesela, İmam-ı Azam’ın
sonradan uzun şerhlerin konusu olan Fıkh-ı Ekber gibi
üç beş sayfalık konsantre şaheser muhalled risaleleri (kitapçıkları) böyle
ortaya çıkmıştır.
Muhasibî gibi başka birileri
de tasavvufî mahiyette er-Riâye gibi
eserler kaleme aldılar.
Böyle olması gerekiyordu..
Çünkü insanlar ashab gibi değildi, cehalet yaygınlaşmıştı..
Cahiller yüzünden söz
çoğalır, Hz. Ali’nin dediği gibi “İlim bir nokta idi, onu
cahiller çoğalttı”.
Cahiller, ahmaklar ve
aptallar yüzünden yazdıkça yazarsın, ve böylece ortaya ciltlerce lüzumlu
lüzumsuz kitap çıkar.
Evet, İslamî
ilimlerdeki kelam, fıkıh ve tasavvuf şeklindeki tasnif bir
ihtiyacın sonucuydu.
*
Ancak, bilginin bu
şekilde parçalanması, cahillerin cehaletini kısa yoldan gidermek
için icat edilmiş patikalarken, başka tür bir cehalete de yol açabilmektedir.
Mesela tasavvuf (ve irfan soytarılığı)
adına bazı geri zekâlılar kelam ve fıkıh kapsamında öğretilen
bilgileri önemsiz (hatta lüzumsuz) kabul edebilmekte, fakihlere “kışır
alimleri” diyebilmektedirler.
Tam tersi de olabilmekte,
tasavvufu tümden reddedenlere rastlanabilmektedir.
İşte burada, Kur’an ve
Sünnet ekseninde “bütüncül” bir bakış açısına sahip olma, öze,
asl’a, ana kaynağa dönme gereği ortaya çıkmaktadır.
Doğal olarak, ilimde
derinleşmiş olanlar bunun öneminin farkındaydılar.
İmam Malik’e atfedilen şöyle bir söz
var:
“Fıkıhsız tasavvuf zındıklığa, tasavvufsuz fıkıh
fasıklığa götürür. İkisi birlikte
hakikate ulaştırır.”
Dönemin “dil”i gözönüne
alındığında bu sözün İmam Malik’e ait olamayacağı söylenebilir, çünkü o dönemde
“zühd (zahidlik)” tabiri kullanılıyordu, tasavvuf ve dervişlik gibi
kavramlar değil.. Zındıklık kavramı da sonradan yayıldı.
Ancak, verilen mesaj
doğrudur.
Feridüddin Attar, Tezkiretü’l-Evliya’da
büyük mutasavvıflardan Ebu Bekir Verrak’ın şöyle bir sözünü naklediyor:
“Zühd ve Fıkhı bırakıp Kelam ilmiyle yetinen zındık, Kelam
ile Fıkhı bırakıp zühde sarılan bid’atçi, zühd ve Kelam’ı terk edip sırf
Fıkıh’la uğraşan da fasık olur. Bu fenlerin, ilim dallarının hepsinden nasip
alan kurtulur.”
*
İslamî ilimlerdeki bu
parçalanmışlığa bağlı cahilleşmeyi günümüz ilahiyatlarındaki
(Batı’dan ithal) “yeni icat”lar daha da büyütmüş, ilahiyatçıların önemli bir
bölümünün kafalarını akademik çöplüğe ya da akademik
atık merkezine çevirmiş durumda.
Din psikolojisi, din
sosyolojisi, din antropolojisi, eleştirel düşünce, çağdaş yaklaşımlar vs. gibi icatlar ders
diye okutuluyor, kürsüler kuruluyor, ve böylece “toplumsal cinsiyetsiz”
ilahiyat doçenti Esra Aslan Turan örneğinde görüldüğü gibi, akademik
makale diye hilkat garibesi ucubeler üretiliyor.
İslamî ilimler ile seküler
bilimlerin gayrimeşru (nikahsız) beraberliğinden başka birşey
olmayan din sosyolojisi gibi icatlar havalı ve pek bir
bilimsel görünseler de, elma ile armudu toplama kabilinden ne yaptığını
bilmezliğe ve şaşkınlığa karşılık geliyor.
Bir defa burada bir organ
ve doku uyuşmazlığı var.. At da binektir, otomobil de binek.. Fakat bu
ikisini bir arada değerlendirme ve inceleme konusu yapamaz, “at otomobil”
ya da “otomobil at” üretemezsin.
*
Din sosyolojisinden söz ettiğinde
önüne paradigma ya da kavramsal çerçeve meselesi çıkar.
Meseleye dinin
paradigması ile bakıp Batılılar’ın sosyolog adı verilen seküler
peygamberlerinin teorileri hakkında dine göre hüküm mü vereceksin (Mesela İmam Gazzalî Tehafüt'te buna benzer birşey yapmıştı), yoksa,
seküler sosyolojinin paradigmasını esas alıp, dini, bir kadavra
olarak Batılı sosyologların kanlı neşterlerine mi emanet edeceksin?
Mevcut durumda yapılan şey,
ikincisi..
Nitekim, Esra Aslan
Turan adlı "dinimsi sosyoloğumsu", toplumsal
cinsiyet meselesinde bunu yapmış durumda..
“Toplumsal cinsiyet”ten söz
eden din sosyolojisi tanrılarının ve peygamberlerinin (akademik
şarlatanların) laflarını mutlak doğrular olarak
aktarıp, onların hatırına, değil sadece içtihadî fetvaları, ayet ve hadîsleri
bile sakatat gibi atık kutusuna atmış bulunuyor.
*
Başa dönersek, bilginin
parçalanması nasıl İslamî ilimlerde “bilimsel cehalet”e, ilim etiketli
cahilliğe neden oluyorsa, bugünün fen ve sosyal bilimlerindeki (uzmanlaşma
zannedilen, gerçekte ise at gözlüğü takma anlamına gelen) aşırı
parçalanma da “hayata ve gerçekliğe” bakışta çarpıklığa, şaşılığa ve
hatta körlüğe neden olmaktadır.
Örnekle anlatalım: İnsan,
insan olarak bir bütündür.. Ona “fizik” açısından bakarsanız sadece
ağırlık, hacim vs. haline gelir..
Kimya ile bakarsanız
su’dur, asittir, toksinlerdir, şudur budur..
Biyoloji ile bakarsanız
hücrelerdir, alyuvarlardır, akyuvarlardır, hormonlardır, sinirlerdir,
damarlardır, kandır, böbrektir, akciğerdir.
Sadece fizikle, sadece
kimya ile, sadece biyoloji ile insanı tanıyamazsınız.. Anlayamazsınız.. Hepsi
ile birlikte bakmanız gerekir.
Dahası, sadece fen
bilimleri ile bakmakla da insanı tanıyamazsınız.
Beşerî/sosyal bilimlerin de araştırma ve
incelemede kullanılması gerekir.
Ancak, insana söz konusu
sosyal bilimler çerçevesinde sadece psikoloji, sadece sosyoloji, sadece
iktisat, sadece siyaset bilim vs. açısından bakarsanız onu yine tam
tanıyamazsınız.
Anlama çabanızda sosyal
bilimlerden hiçbirini devre dışı bırakamazsınız.. Böyle bir lüksünüz olamaz..
Bunu yaptığınız anda, yanlış ya da eksik sonuçlara varmanın yolunu açmış
olursunuz.
*
Evet, sosyal bilimler
insanın faaliyetlerini parçalar, böler, kendi ilgi alanı çerçevesinde tek
yönlü ve tek boyutlu ele alır.
Mesela vatandaşlardan
birinin bir gazeteye abone olması durumunu alalım.
İktisatçı/ekonomist bu
olaya ekonomik nitelikte bir arz ve talep meselesi, bir ticarî
alışveriş olarak bakar.
Bir psikolog onda başka
anlamlar bulacaktır.. Abone olunan gazetenin muhtevasına göre “entellik
gösterişçiliği”nden tutun da “bağımlılığa” kadar birçok şeyden söz
edebilecektir.
Bir sosyolog, bunu
sosyalleşminin bir tezahürü, abone olan kişinin belirli bir topluluğa
aidiyetinin alameti olarak görebilecektir.
Bir siyaset bilimci ise,
şayet abone olunan gazete siyasal bir akımın sözcülüğünü yapıyorsa, abonelik
olayını siyasal bir tutum olarak değerlendirecektir.
Bu örneği mesela bir
tiyatro gösterisi için alınan bilete vs. de uyarlayabilirsiniz.
*
Ancak insan, hayatını
yaşarken bu şekilde hayatı ve evreni/dünyayı parçalı görmez.
Yani eylemlerini “Şimdi
biraz kültürel takılayım, biraz da sosyal olayım, az buçuk da siyasete
bulaşalım, bir tutam da ekonomi olsun, sosyallik de lazım” diye düşünmez..
Böyle bir tavır geliştirmiş
olsa hayatını “hayat gibi” yaşayamaz.. Bu, “hayatı anlama” da
değildir, hayattan kopmadır.
İşte, sosyal bilimlerdeki
parçalanmışlığa bağlı olarak belirli bir akademik disipline gömülen
akademikimsilerde böylesi bir akademik cehalet veya bağnazlık ortaya
çıkabilmektedir.
Akademisyen psikolojiye
gömüldüğünde, herşeyi psikoloji disiplini çerçevesinde görüp yorumlamaya
başladığında yaptığı şey bilimsel bir anlama çabası olmaktan çıkar, psikolojizm diye
adlandırılması gereken bir ideolojiye dönüşür.
Aynı şey ekonomist,
sosyolog vs. için de geçerlidir, ekonomizmin, sosyolojizmin
vs. tuzağına düşebilir.
Bunu yaptıklarında,
benimsedikleri teoriler onlar için (Popper’ın tabiriyle) “yanlışlanabilir”
(yanlışlanmaya müsait, yeni araştırmalar çerçevesinde yanlış oldukları
gösterilebilecek) kanaatler olmaktan çıkar, mutlak doğrular haline
gelir.
Esra Aslan Turan adlı doçentin “sosyal
cinsiyet” gevezeliği yapmış “sosyolog” unvanlı akademikimsi ve yazarımsıların
ezberlerine olan yaklaşımının, “bilimsel” faaliyet olmaktan
çıkıp “iman”a dönüşmesi olayında olduğu gibi..
*
Evren hakkındaki (hikmet,
irfan ve bilgelik olarak adlandırabileceğimiz) gerçek bilgi, modern
bilimler çerçevesindeki “parçalanmış bilgi” ile değil, “bütüncül
bakış”la oluşur.
Modern bilimler, günümüz
insanının, son tahlilde (ona olan inancı ve bağlılığı nisbetinde) cehaletini
artırıyor.
Yeni Şafak yazarı Gökhan Özcan,
“Satırlar arasında” başlığını taşıyan 30 Mayıs 2024 tarihli
yazısında Richard P. Feynman’ın Her Şeyin Anlamı adlı
kitabından şu cümleleri aktardı:
“Her bilimsel yasa, her bilimsel ilke, gözlem
sonuçlarına dair her beyan, detayları dışarıda bırakan bir özettir; çünkü hiçbir
şey kesin olarak ifade edilemez. Bilimsel yasalar, öndeyilerin
şimdiye kadar elekten süzülmelerinin ardında kalan iyi tahminlerdir.”
Feynman sıradan bir yazar
değil.. 1965 yılında Nobel Fizik Ödülü'ne layık görülmüş bir teorik
fizikçi.
Evet, yasa dediğimiz
şeyler aslında tahminlerdir ve bu tahminler için kesin
doğrular demek mümkün değildir.. Mesela yerçekimi yasasını alalım,
kesin değildir, yanlış ya da doğru olması "aklen mümkün" bir tahmindir; kesin olan sadece
nesnelerin “düşme”siyle ilgili gözlemimizdir.
Dolayısıyla, yerçekimi
yasasının “mutlak doğru” olduğuna inanan kişi, “düşmenin nedeni”nin ne
olduğunu bilmediğini düşünen eğitimsiz/tahsilsiz bir kişiden
daha cahildir..
Ve bu “okumuş/eğitimli
cehalet”, düz cehaletin aksine çok tehlikelidir.
Bu okumuş cehaletin Türk tarihindeki en parlak ya da sivri örneği, Selanikli Mustafa Atatürk.. Yarım yamalak okumuşluğunun, okumamışları (ya da farklı şeyler okumuşları) sırf şapka giymiyorlar diye astırma hakkını kendisine kazandırdığını düşünecek kadar “kafayı sıyırmıştı”.
Asılanların ardından okuttuğu laik fatiha ise "Hayatta en hakiki mürşit
ilimdir" tekerlemesiydi.
*
Evet, günümüzde sosyal bilimlerin konusunu teşkil eden "olay, olgu ve süreçler" farklı pekçok disiplin tarafından ele alınıyorsa da,
kuramsal yaklaşımlardaki bütünselliğin önemi, pekçok düşünür ve bilim adamı
tarafından gündeme getirilmiştir.
Hatta, sosyolojinin kurucuları, sosyal bilimlerin
birbirinden ayrılıp bölümlere parçalanmasına karşı çıkmış bulunuyorlar.
Mesela Auguste Comte, toplumsal olayların
temelde birbirleriyle bağlantılı olduğunu ve sadece belirli bir kategori içinde
yer alan olguların incelenmesiyle yetinmenin faydasız olacağını ileri
sürmüştür. Aynı şekilde Marx da sosyal bilimlerin bir
bütün olduğunu ısrarla savunmuştur. (Maurice Duverger, Sosyal
Bilimlere Giriş, çev. Ünsal Oskay, 4. b., İstanbul: Bilgi Y.,
1990, s. 20-21.)
Hegel de aynı
görüşte.. Knutsen’in ifadesiyle, “Hegel, Comte ve diğerleri
toplumun bölünemez olduğunu ve bundan dolayı toplum çalışmalarının
bütüncül ve parçalanamaz olduğunu söylediler”. (Torbjon L.
Knutsen, Uluslararası İlişkiler Teorisi Tarihi, çev. Mehmet
Özay, İstanbul: Açılım Kitap, 2006, s. 201.)
Benzer şekilde Amerikalı tarihçi Frederick J.
Turner de sosyal olayların bir bütün olarak ele alınması gerektiğini
belirtmektedir. (Peter Burke, Tarih ve Toplumsal Kuram, çev.
Mete Tunçay, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Y., 1994, s. 14.)
Aynı görüşü paylaşan C. Wright Mills ise, “sosyal
bilim ‘dallarından’, şu ya da bu, birinde yetişmek ve gelişmek isteyen bir
kimsenin, diğer ‘dallarda’ da kendisini yetiştirmesi; yani
klasik geleneğe ait olan tüm alanlarda bilgili olması gerekli
görülmeye başlamıştır” demektedir. (C. Wright Mills, Toplumbilimsel
Düşün, çev. Ünal Oskay, Ankara: Kültür Bakanlığı Y., 1979, s. 216-219.)
Ona göre, “artık, hangi sosyal bilim dalı olursa
olsun, hiçbir disiplinin kendi başına kapalı kutu gibi kalamıyacağı;
bunun entelektüel yönden anlamlı birşey olamayacağı” bilim
adamlarınca görülmeye başlamıştır. (s. 220.)
*
Sosyal olgunun parçalanmazlığının ve sosyal bilimlerin
köken birliğinin hiçbir zaman ciddi bir kuşku konusu olmadığını belirten Duverger ise, uzmanlaşmış
disiplinlerde görülen ufalanıp parçalanmaya karşı üç çözüm yolu
teklif edildiğini belirtmektedir.
Bunlardan biri, Comte’un önerdiği şekilde “genel konularda uzmanlaşmış
kimseler” yetiştirmektir.
İkincisi, disiplinler arası araştırmaların
ve değişik dallardaki bilim adamları arasındaki düzenli temasların yaygınlaştırılmasıdır.
Üçüncüsü ise, genel çerçeve yerine geçecek
ve genel bir kabul görecek bir doktrin kurulmasıdır.
Böyle bir doktrini henüz kimsenin kuramadığının altını
çizen Duverger’ye göre, “bazı bakımlardan günümüzde sosyal bilimlerin bölünmesi sona
ermekte, göreceli bir yeniden-birleşme aşamasına girilmiş
bulunmaktadır”. (Duverger, Sosyal Bilimlere Giriş, s.
23-24.)
*
Hülasa, insanı
fen bilimleri açısından ayrı, sosyal bilimler açısından ayrı değerlendirme
konusu yaparak tanıyamayız..
Bu insandaki “bütünlüğü”
göremememize, insanın “insan”lığını unutmamıza, onun “kendiliği”ni
gözden kaçırmamıza, şahsiyetini yok saymamıza neden olur.
İnsanın cinsiyeti için
de durum budur..
Cinsiyet olgusunu “fen bilimleri açısından cinsiyet”, “sosyal bilimler açısından cinsiyet” diye bölüp parçaladığımızda “hayatın bütünlüğünü” atlamış ve ıskalamış, Duverger'nin dikkat çektiği olgunun parçalanamazlığı gerçeğine kulak tıkamış oluruz.
Böylesi bir "yöntem arızası" bizi “daha bilgili” hale getirmez.. Cahilleştirir.. Ve usulsüzlük vusulsüzlüğü getirir.
Hele bir de “sosyal
bilimler açısından cinsiyet”i “bireysel cinsiyet – toplumsal cinsiyet”
ya da “toplumsal cinsiyet – siyasal cinsiyet – ekonomik cinsiyet –
antropolojik cinsiyet” şeklindeki saçma ayrımların konusu haline
getirirsek, ortada cinsiyet diye birşey kalmaz.
İnsan kalmaz.
*
İşte “toplumsal
cinsiyet”ten söz eden akademikimsi hokkabaz şarlatan ve deccalî sapık
illüzyonistlerin yapmak istedikleri şey tam da bu..
Böylesi bir “parçalanmış,
parçalayıcı” bakış açısıyla insanın kişiliğini, şahsiyetini,
cinsiyetini (kısaca insanlığını) parça parça edip yok etmeye, ortada
erkek ve kadın, daha doğrusu “insan” bırakmamaya çalışıyorlar.
Uyan, ey insan!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder