UĞUR
MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 32
Olayların
seyrini hatırlayalım..
3 Temmuz 1918
günü, Sultan Reşad vefat ediyor ve tahta (Selanikli Mustafa Atatürk’ün
“kafaya almış” olduğu) Vahideddin oturuyor.
İki buçuk ay
sonra, Eylül’ün ikinci yarısında, Selanikli’nin eşsiz ricat (geri çekilme ya da
kaçış) yeteneğinin de katkısıyla Osmanlı ordusu Filistin ve Suriye’de
İngilizler karşısında ağır bir yenilgi alıyor.
Bunun
ardından “ricatların efendisi” Selanikli, Vahideddin’e “Padişah yaveri”
sıfatıyla bir telgraf çekerek İngilizler’le “behemahal barış” yapılması
talebini iletiyor.
Suriye’den
akıl vererek “yeni bir hükümet kurulmasını, arkadaşlarından falan
filanın ve bu arada bittabiî pek muhterem zatıalilerinin bakan yapılması”
tavsiyesinde bulunuyor.
*
Şunun gibi birşey:
Suriye’de şu anda görev yapan Türk birliğinin (Süleyman Şah
türbesinin bulunduğu alanın geçmişte terk edilmesi gibi) düşman karşısında taa
Kayseri’ye kadar ricat ettiğini, sonra da subaylardan birinin Cumhurbaşkanı
Erdoğan’a olan yakınlığından dolayı Ankara’ya Cumhurbaşkanlığı makamına bir
mesaj gönderdiğini, “Bakanları değiştirin, arkadaşlarım Ali, Veli, Hasan,
Hüseyin ve bir de benim bakan olarak içinde yer aldığım yeni bir hükümet
kurulsun” dediğini düşünün..
Komediye
bakın!..
Cumhuriyet’in
ilanından sonra bir asker, “Padişahın kulu olmaktan kurtulduk, vatandaş olduk;
hakimiyet kayıtsız şartsız milletin” diyerek, Türkiye’nin herhangi bir
vilayetinden Ankara’ya, Selanikli’ye bir telgraf çekip, böyle bir talepte
bulunabilir miydi?!
Evet, bu
Selanikli, sıradışı “yağıcılık” yeteneğinin de yardımıyla Vahideddin’in
kendisine olan güvenini, itimadını sonuna kadar istismar etti, kullandı, ve zamanı
gelince ondan “Anadolu genel valiliği” anlamına gelen yetkileri alarak Anadolu’ya
geçti, ve de İngilizler’le işbirliği yaparak onun altını oydu, sonra da korkutup
memleketten kaçmak zorunda bıraktığı Vahideddin’in ardından bir sürü
hakaretler, sövgüler yağdırdı. Onu hain ilan etti.
*
Selanikli’nin Suriye'den gönderdiği bu "behemahal" telgrafının da etkisiyle Vahideddin barışa (mütarekeye, ateşkese) razı oldu..
Böylece, 30 Ekim 1918’de, Vahideddin’in padişah olmasından dört
ay, Selanikli’nin Filistin’deki eşsiz ricatinden bir ay sonra Mondros
Mütarekesi yapıldı.
İki hafta
sonra, 13 Kasım’da Selanikli İstanbul’daydı..
Tam da
İngilizler’in mütareke sayesinde Çanakkale’yi geçip donanmalarıyla İstanbul’a
geldikleri gün.
Selanikli,
anasının Beşiktaş Akaretler’deki evi dururken, tuttu İngiliz subayların
yerleştiği Pera Palas’ta ikamet etmeye başladı.. (Para bol nasıl olsa, Pera kaç yazar!.. Ya da
şöyle diyelim: Geleceğe yatırım yapmak istiyorsanız kesenin ağzını sonuna kadar açacaksınız..)
İlk işi de Ward
Price gibi İngiliz gazetecileri araya koyarak İngiliz subaylarıyla temas
kurmak oldu.
Daha sonra bu
temas, İngiliz İstihbarat Teşkilatı’nın (gizli servisinin) İstanbul şefi
Robert Frew ile olan (Selanikli’nin yaveri Cevat Abbas’ın ifadesiyle)
“fasılalı tarihlerde”ki “gizli kapaklı, başbaşa” görüşmeler halini aldı.
*
Ancak,
Selanikli “tek at”a oynamayacak kadar iyi bir “oyuncu”ydu.
Bir taraftan
İngilizler’le perde arkasında iş pişirirken diğer taraftan Osmanlı hükümetinde
bir bakanlık koltuğu kapmak için Bizans entrikalarına rahmet okutacak cinlikler
yapıyordu.
Bu cinlikleri
Kemalist/Atatürkçü kalemlerden ve ağızlardan aktarmaya çalışacağız.. İlk
başvuracağımız isim, Selanikli’nin has adamı Falih Rıfkı Atay..
Cumhuriyet gazetesi, onun bazı yazılarını
biraraya getirip “M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs” adı
altında kitaplaştırmış ve okurlarına hediye etmiş durumda (haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber
Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999).
Falih Rıfkı,
Selanikli’nin mütareke dönemiyle ilgili olarak kendisine anlattıklarını kaleme
aldığını söylüyor.
Ancak, o
dönemde yaşanan olayları salt Selanikli’nin anlatımıyla değerlendirmek, bir
mahkemenin sadece davacının söylediklerini dinleyip savunmaya söz hakkı
vermeden karar vermesi gibi bir garabet (adaletsizlik ve haksızlık)
olacaktır.
Evet, bu
garabete Cumhuriyet dönemi fazlasıyla şahit oldu.. Selanikli’nin hoşuna
gitmeyen ya da onu rahatsız edecek şeyler o yaşarken yayınlanamadı.. Mesela Kâzım
Karabekir, kitaplarını yayınlatamadı.
Osmanlı’nın
yıkılış ve Cumhuriyet’in kuruluş günlerine şahit olan birçok kişi, Selanikli’nin
ve Cumhuriyet’in savcılarının, mahkemelerinin hışmına uğramamak için
bildikleri birçok şeyi kendileriyle birlikte mezara götürdüler.
Dolayısıyla,
mütareke döneminde yaşananları salt Falih Rıfkı’nın kaleminden dinlemek,
gerçeği olduğu gibi duymak anlamına gelmiyor.
Selanikli,
kendisini zora sokacak iddiaların yazılmasına ve yayınlanmasına, toplumun bunları
öğrenmesine izin vermediği gibi, yazılmasına engel olamadığı bazı iddialar için
de yalanlama yoluna gitmiş bulunuyor.
Nitekim, okumakta olduğunuz bu yazı
dizisinin “Birisi yalancı ama hangisi?.. Kâzım Karabekir mi, Selanikli Mustafa
Atatürk mü?” başlığını taşıyan ikinci bölümünde, Selanikli’nin, Karabekir’i
kendisiyle ilgili olarak yalan söylemekle suçlamış olduğunu görmüştük.
Yine, Karabekir,
Anadolu’ya geçmeden önce Selanikli’yi evinde ziyaret ettiğini, onu Anadolu’ya
geçmesi için ikna etmeye çalıştığını yazmışken, Selanikli bunu da inkâr
etmektedir.
*
Böyle olmakla
birlikte, Selanikli’nin sözlerinin baştan sona bütünüyle yalan olması mümkün
değildir.. Bu, hayatın doğasına, eşyanın tabiatına aykırı..
Evet, sözleri ne
baştan sona doğru, ne de baştan sona yalan..
Dolayısıyla,
Selanikli’nin söylediklerinden, (laflarını “analitik-kritik” [tenkidî ve
tahlilî] bir süzgeçten geçirmek şartıyla) öğrencilecek çok şey bulunduğunu
kabul etmek gerekiyor.
İnsanlar bazen,
söylemek istediklerinden daha fazlasını farkında olmaksızın ifşa ederler..
Bazen de merd-i Kıptî hesabı şecaat arzederken sirkatlerini ortaya sererler.
*
Gelelim Falih Rıfkı’nın anlattıklarına..
Şunları söylüyor:
“[Adana’dan]
İstanbul'a gelen Mustafa Kemal Paşa, [Sadrazam/Başbakan] İzzet Paşa ile, Fuat
Paşa Türbesi karşısındaki konağında buluştu. İzzet Paşa istifa sebeplerini
anlattı. Mustafa Kemal Paşa, nihayet bir haysiyet meselesi yüzünden, böyle
zamanda hükümeti bırakmak doğru olmadığı fikrinde idi. Ona göre sadrazamlık
makamına çağrılan Tevfik Paşa kabinesini düşürmek ve
yeniden İzzet Paşa kabinesi kurulmak lazımdı.
Orada bulunanlar bu teklifi kabulettiler, hatta yeni bir kabine
listesi ile yaptılar ve her biri türlü
çalışmaya koyuldular.
“Mustafa Kemal Paşa, önce eskiden arkadaşlık ettiği
bütün mebuslarla (milletvekilleriyle), kabineyi nasıl düşürecekleri hakkında
konuştu. Bu arkadaşlar, teklif üzerine, kendisini
başka mebuslarla da tanıştırmak istediklerinden, ömründe
ilk defa, Fındıklı'daki Meclis Sarayı'na [günümüzde Mimar Sinan
Üniversitesi’nin faaliyet gösterdiği Meclis-i Mebusan binasına] gitti.
Haftanın münakaşa mevzuu, [yeni kurulan] Tevfik Paşa kabinesine itimat reyi (güvenoyu)
verip vermemekti. İtimat o gün reye konacaktı [Selanikli’nin
ifadesiyle]:
“- Kanaatim itimat reyi verilmemesi idi. Eski tanıdığım
veya o gün tanıştığım mebuslara bu kanaatimi kabul ettirmeye çalıştım. Bir
kısım mebuslar şu fikirde idi ki eğer itimat reyi verilmezse, Meclis
dağıtılacaktı; eğer böyle yapılmazsa, biraz vakit kazanmak ve bazı faydalı
işler görmek mümkün olabilecekti. Ben ise Meclis'in [hükümet kurulsa da] dağıtılacağından
şüphe etmiyordum. Yeni sadrazam bunu yapabilmek [Meclis’i dağıtmak] için,
itimat reyi almalı idi. Vakit kazanmak için de, bilakis, itimat reyi vermemek
ve bunda ısrar etmek, arada da yeni bir İzzet Paşa kabinesi kurulma
çarelerini aramak daha doğru idi.” (s. 123-124.)
Görüldüğü
gibi, Selanikli (bir asker olarak) siyasete müdahale etmeye çalışıyor, bunun
için kulis faaliyeti yürütüyor.
Kafasına
göre bir hükümet kurulması için insanları kışkırtıyor, örgütlüyor.
Bunun
için tanıdığı bütün milletvekilleriyle tek tek görüşüyor. Ayrıca onlar
vasıtasıyla başka milletvekillerine de ulaşmaya çalışıyor.
Tam
da güvenoylamasının yapıldığı gün Meclis’e gidip milletvekillerinin kafasını
karıştırarak siyasî kriz çıkarmak için uğraşıyor.
Bunun tek
nedeni, çekirdekten yetişme bir diplomat ve hariciyeci olan Tevfik Paşa
üzerinde bir nüfuz ve etkisinin bulunmuyor olması.
Tevfik Paşa kabinesinde bakan olma ihtimali ya da şansı sıfır..
*
Tabiî
Falih Rıfkı bu arada kelime oyunlarıyla meselenin farklı anlaşılmasını
sağlamaya çalışıyor. “Bu arkadaşlar, teklif üzerine, kendisini başka
mebuslarla da tanıştırmak istediklerinden ömründe ilk defa, Fındıklı'daki Meclis
Sarayı'na gitti” diyor.
Selanikli
istemese, ısrar etmese, onu başka milletvekilleriye niye tanıştırmak istesinler
ki!.
Hayatında
ilk defa Meclis’e gitmiş olması da sanki bir meziyet.. Orada ne işi var ki!.
Falih
Rıfkı, Selanikli’den duyduklarını şu şekilde aktarmaya devam ediyor:
“Hatta birtakım mebuslar hususi bir toplantı
yaparak Mustafa Kemal Paşa ile daha etraflı bir münakaşada bulundular.
Öyle sanıyordu ki teklifi kabul edilmiştir ve Tevfik Paşa kabinesine itimat
edilmeyecektir (güvenoyu verilmeyecektir). Mebuslar toplantı salonuna girerken,
o da locaya çıktı. Herkes reyini verdi, tasnif işi (oy sayımı) bitti ve reis
(Meclis başkanı), Tevfik Paşa kabinesinin ekseriyet kazandığını tebliğ etti.”
(s. 124.)
Milletvekilleri Selanikli ile niye özel toplantı yapmak istesinler ki!..
Demek ki Selanikli onlarla özel toplantı yapmak istemiş, onlar da “Padişah yaveri” olmasının hatırına bunu kabul etmişler..
Orada onunla tartışmışlar, itirazlarını dile getirmişler, fakat Selanikli’nin laftan anlamadığını görünce “He, he, hı, hı” diyerek onu güzellikle başlarından savmak istemişler.
Selanikli de
onların nezaket gereği susmalarını ikna olmalarına yormuş.
Ve
Tevfik Paşa hükümeti güvenoyu alınca Selanikli hayalkırıklığı yaşamış.. Merkepten düşmekten beter olmuş.
*
Peki
bunun üzerine ne yapmış dersiniz?
Sıkı
durun, hemen Padişah Vahideddin’i aramış, çareyi ona sığınmakta bulmuş.
Falih
Rıfkı’dan dinleyelim:
“Meclis'ten çıkınca, Almanya seyahatindeki
tanışıklığa güvenerek, saraya telefon etti, Vahdettin'in
kendisini kabul etmesini rica etti. Maksadı padişahla açık konuşmak, tedbir
diye düşündüğünü açık söylemekti. Bu ricasını bildirecek zat, hocası Naci
Bey'di (Mebus General Naci Eldeniz). Kendisine maksadını ima bile etti
[Selanikli’nin ifadesiyle]:
“- Naci Bey'in o gün veya ertesi gün için bir
mülakat (randevu) almaya elinden geldiği kadar çalıştığında şüphe yoktu. Fakat kafasındaki kararını gizliyen Vahdettin,
saflıktan gelerek, önümüzdeki cuma selamlığına gelmekliğimi ve benimle
orada konuşacağını tebliğ etti. Cumaya birkaç gün vardı. Beklemekten başka
ne yapabilirdim? Cuma günü selamlığa gittim ve dışarda bekleyenlerce hayli
tefsire (yoruma) uğrayan mülakatta (görüşmede) bulundum.
“Konuşma uzun sürdü.
Ancak konuştuklarımız çok kısa idi. Ben sözüme
başlangıç ararken, padişah beni önledi, dedi ki:
" ‘- Bilirim ki ordunun zabitleri ve kumandanları
sizi severler. Bana teminat verebilir misiniz ki onlardan bana bir fenalık
gelmeyecektir.’
“Böyle bir sualin sebebi ne olduğunu hemen
kavrayamadım.
" ‘- Orduya ait bazı malumat mı var, efendim?’
diye sordum. Gözlerini kapadı, ne evet, ne hayır dedi, yalnız sualini bir daha
tekrar etti.
" ‘- Gerçi, dedim, ben İstanbul'a geleli birkaç
gün var. Buradaki vaziyeti tamamıyla bilmiyorum. Yalnız ordu kumandan ve
zabitlerinde zatı-şahanenize karşı bir cereyan olması için sebep görmüyorum.’
“Anlaşılmaz bir tavırla ilave etti:
" ‘- Yalnız bugünden bahsetmiyorum, bugünden ve
yarından...’
“Bu son cümle beni şüpheye düşürdü. Demek yarın padişah
öyle bir hareket yapabilir ki ordunun vatanını seven kumanda ve zabit (subay) heyeti
bundan müteessir olabilir. Padişahın verilmiş bir kararı olmalı idi. Biz ise bu
kararın ne olduğunu bilmeyen veya anlamak istemeyen kimselerle konuşuyorduk.
“Zat-ı şahane gözlerini açarken ayağa kalktı,
şu sözlerle mülakata son verdi:
" ‘- Siz akıllı bir kumandansınız. Tecrübesiz
arkadaşlarınızı tenvir edeceğinizden (aydınlatacağınızdan) eminim." (s. 125-126.)
Evet,
Selanikli Meclis’te istediği sonuç çıkmayınca can havliyle hemen Saray’ı
arıyor, acilen görüşmek istiyor, ve gerçekleşen görüşme hakkında verdiği malumat
bu alıntıladığımız laflardan ibaret.
Adam
başından geçenleri mi anlatıyor, yoksa roman, hikaye ya da masal mı kotarıyor, belirsiz.
*
Bunları
anlatan, Selanikli’yi sevmeyen biri değil, onun baş dalkavuklarından, en hızlı
“yağcı”larından beslemesi Falih Rıfkı..
Selanikli’nin
dediğine göre, “Konuşma uzun sürdü. Ancak konuştuklarımız çok kısa
idi”ymiş.
Mantığa bakın!..
Konuştuklarınız çok kısa ise, konuşma nasıl uzun sürüyor?. Sen kimi
kandırıyorsun!.. (Halide Edip Adıvar’ın söylediğine göre
görüşme bir saat sürmüş. Bkz. Türk'ün Ateşle İmtihanı I,
İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1998, s. 20.)
“Cuma
günü selamlığa gittim ve dışarda bekleyenlerce hayli tefsire (yoruma) uğrayan
mülakatta (görüşmede) bulundum” diyen kendisi..
Evet,
Padişah ile başbaşa yaptığı bu görüşme, dışarıda bekleyenlerin hayretini mucip
olmuş, hakkında bir hayli yorum yapılmış.
Eğer
Padişah’ın herkesle böyle görüşme huyu olsa, kimse yorum yapma gereği duymaz..
Burada
bir olağandışılık ya da sıradışılık bulunduğu kesin..
*
İmdi,
Falih Rıfkı’nın yazdıklarına göre, randevu talebinin nedeni şu: “Maksadı
padişahla açık konuşmak, tedbir diye düşündüğünü açık söylemekti.”
Zat-ı
Şahane (Padişah), “Gel bakalım Kemal, benimle acil görüşmek istemişsin,
nedir mesele? Ne bu telaş, ne bu aculluk? Hayrola senin için bu kadar acil olan
mesele nedir?” diye buna herhalde sormuştur.
Selanikli’nin
Falih Rıfkı’ya anlattıklarında niye bu fasıl yok?..
Devlet
adabını geçtik, normal beşerî münasebetlerde, “hayatın olağan
akışı”nda böyle birşey var mı?!
Padişah
randevu talebinin nedenini sorunca (Ki nezaketen sormasa bile randevu talep
eden kişi bunu açıklamak zorunda; açıklamasa onun için “Yontulmamış has
halis kütük, görgüsüz kabalığın cisimleşmiş hali” diye düşünülür) Selanikli
ne demiş olabilir?
Şunu mu demiştir: “Yok yav Vahdettin, önemli bir mesele yok, seni özledim, bir hal hatır sorayım dedim, görüşmeyeli nasılsın, eyi misin, eee daha daha nasılsın?.. Padişahlık nasıl gidiyor koçum, eyisin de mi? Hadi eyisin eyisin.. Seni köftehor seniii!..”
Dahası, konuşma uzun sürdüyse, konuştuklarınız nasıl kısa olabilir ki?!
Padişah’ın o
kadar işi gücü varken, görevliler onu sabırsızca beklerken oturup seninle boş
çene mi çalacak?!
Belli
ki Selanikli birşeyler saklıyor.. Bu çok açık..
*
Falih
Rıfkı’nın anlattıkları baştan sona saçmalık.. Her tarafı dökülen bir masal..
Adam
Padişah’tan randevu istiyor, iki üç gün sonrası için randevu verilmesi
bile bunu memnun etmiyor.. Niyeyse çok acil görüşmesi lazım..
Üstelik,
niçin görüşmek istediğini Padişah’ın özel kalemine açıkça söylememiş bile, sadece
“ima etmiş”.. Saray’da nasıl bir “kredi”si varsa, söyleyemeyebiliyor.
Bugün
böyle kuru kuruya “ima” ile kim kime randevu veriyor?!
Değil
böyle bir makamdan randevu almayı, eski bir arkadaşınızı, dostunuzu ziyaret
etmek isteseniz, aynı gün ya da ertesi gün için randevu vermeyebiliyor.
Sanki
ziyaret etmek istediği yer müşteri bekleyen bir kahvehane.. Ya da bir yolgeçen
hanı..
*
Padişah
buna böyle “nedensiz talep” için randevu verdiği gibi, tutup uzun uzun
konuşmuş da..
Daha
ne olacaktı!..
Adam,
Padişah’ın kendisine o gün ya da ertesi gün için değil de Cuma günü için, yani iki
üç gün sonraya randevu vermesini şöyle yorumluyor:
“Fakat kafasındaki kararını gizliyen Vahdettin,
saflıktan gelerek, önümüzdeki cuma selamlığına gelmekliğimi ve benimle
orada konuşacağını tebliğ etti.”
Sivri
zekâ, adam daha senin niçin görüşmek istediğini bile bilmiyor, kafasında ne “karar”
olsun?!
Adamın
sana ne borcu var ki “saflıktan gelsin, salağa yatsın”?.
Sanki
Padişah’a milyonlarca altın borç vermiş de onları isteyecek, Padişah da bunun
niyetini anladığı için onu bahane uydurup atlatmaya çalışıyor..
Orduda
senin gibi yüzlerce subay var..
Sırf
Almanya (Berlin) seyahati sırasında ona “yağcılık” yaptığın için seni adam
yerine koymuş, kendisine yaver yapmış, taltif etmiş..
Sana
yanaşan o değil, ona yanaşan ve yapışan sensin..
Seni
çağırtmamış, sen randevu istemişsin..
Senin
ne özelliğin var ki sana karşı rol yapsın, “saflıktan gelsin”, sivri zekâ?!
Evet,
adam almış karşısına Falih Rıfkı denen “yağdanlığı”, masal anlatmış..
Millet
de senelerdir bu “dolmaları” afiyetle yiyor..
“Ah, küçük hokkabazlık, sefil
aynalı dolap;
“Bir
masal, bir kurmaca, bir boşboğaz, ve kitap.”
*
Halide
Edib, bu görüşmeyle ilgili olarak şunları yazıyor:
“Bu tarihî
cuma günü, Mustafa Kemal Paşa ile konuşurken Padişah, hekimi Reşat Paşa’yı Rauf
Bey’e [Orbay] göndererek onunla da konuşmak istediğini söylemiş. Rauf Bey,
o zaman Bahriye Nazırı [Denizcilik Bakanı] değildi.
“— Benim
vaziyetim mes’ûl [sorumlu ve yetkili] bir adam vaziyeti değil. Ben alelâde bir
vatandaşım, Zat-ı Haşmetleri’ne söyleyecek hiçbir şeyim yoktur. Fakat beni bir
subay sıfatı ile görmek isterlerse, emrederler, demiş ve gitmemiştir.
“Mustafa
Kemal Paşa’nın bu mülâkatından iki gün sonra Meclis kapatılmış ve Mustafa
Kemal Paşa da [kendisinin] Padişah’a ordunun bu hareketi tasvip edeceğini
söylediği hakkında rivayetlerin döndüğünü işitmiştir.”
(Bkz. Türk'ün
Ateşle İmtihanı I, s. 20-21. İmla, Can Yayınları bakısına göre
düzeltilmiştir.)
Buradan iki şeyi anlıyoruz:
Birincisi, Rauf Orbay ile Selanikli’nin
karakterleri birbirinin zıddı..
İkincisi, o günlerde İstanbul'da hakim
olan kanaate göre, Selanikli Mustafa, kendisine çok güvenen Vahideddin'i Meclis'i
kapatması için kışkırtmış, ve askerler adına ona güvence vermiş durumda.
*
Selanikli’nin
dediği şu:
“Ben sözüme başlangıç ararken, padişah beni önledi,
dedi ki:
Biz
de enayiyiz, aptalız ya, buna hemen inandık(!)..
Randevu
istemişsin, iki üç gün sonrasına sana randevu verilmiş, ve sen bu sana uzun
gelen sürede hazırlık yapıp, görüşme sırasında ne söyleyeceğine “karar”
verememiş, öyle sallapati gitmişsin.
Niye
randevu istediğini bilmeyen ya da unutmuş bir aptal gibisin.. Sözüne başlangıç
arıyorsun.. “Fazla vaktinizi almayacağım, size arzetmek istediğim önemli bir husus
var” diyerek lafa girmeyi bile beceremiyorsun?!.. Bu kadar mı şaşkın, bu kadar
mı angutsun?!
Hayır,
Selanikli aslında bizimle kafa buluyor.. Masal anlatıyor.
Bu
kadar aptal, beceriksiz, dağınık ve kararsız bir adam değil.. Kesinlikle
değil..
Kaçın
kurrası!..
Aptal
olan, bunun bu absürt, mantık dışı, beceriksiz yalanlarına yıllarca sorgusuz
sualsiz, kafasının kontağını kapatarak inanan, bu saçmalıkları “gökten inmiş
ayet” gibi huşu ile dinleyen safderun insanımız..
*
Selanikli’nin
üfürdüğü saçmalıkları bir tarafı bırakalım ve söz konusu mülakatı (görüşmeyi), “hayatın
olağan akışı” çerçevesinde, gelişmelerin seyrini, olayın siyak ve
sibakını, bağlamı dikkate alarak “keşfetmeye” çalışalım.
Selanikli’nin
telefon edip acil randevu talep etmesinin nedeni, Meclis’te çevirdiği
entrika ve dalaverelerden bir sonuç alamamış olması.
İzzet
Paşa istifa etmiş, Padişah da Tevfik Paşa’ya “Sen hükümet kur” demiş, bu da
pişmiş aşa su katmak, kendisine bir bakanlık koltuğu kapmak için hükümet
krizi çıkarmaya çalışıyor..
Yeni
bir kabine (bakanlar kurulu) listesi bile hazırlamış.
Hevesi
kursağında kalınca da, hemen Saray’a koşturuyor.
Ne
isteyeceği belli.. Hükümet krizini Padişah’ın çıkarması, Tevfik Paşa
kabinesini görevden alması, yeniden İzzet Paşa’nan görevlendirilmesi..
Muhtemelen
Vahideddin, “Bu hemen olmaz, tepki çeker.. Usul ve adaba da aykırı”
demiştir.
Bu
da, muhtemelen, kendisini dinlemeyip Tevfik Paşa kabinesine güvenoyu veren
Meclis’ten hıncını almak için Padişah’a Meclis’i kapatmasını teklif
etmiştir.
Zaten,
milletvekillerini ikna etmek için “Meclis, Tevfik Paşa kabinesi güvenoyu
alsa bile kapatılacak” demiş durumda..
Öngörüleri
çıkan bir adam olmayı ister..
Tarih,
kehanetini bizzat kendisi gerçekleştiren dolandırıcı kâhinler,
haber verdiği müjdeler gerçekleşsin diye bunun altyapısını kurmaya çalışan falcılar
da tanımış durumda.
*
Selanikli Padişah’la niçin görüşmek istiyordu?..
Dediğine göre, “Maksadı padişahla
açık konuşmak, tedbir diye düşündüğünü açık söylemekti”.
Söylemiştir..
Ve
Vahideddin, Meclis’i kapatma, hükümetle oynama gibi teklifleri duyunca, ona
şunu sormuş olmalıdır:
"Diyelim
ki senin bu dediklerini yarın bir gün yaptım, ordunun tepkisi ne olur? Bilirim ki ordunun zabitleri ve kumandanları sizi
severler. Bana teminat verebilir misiniz ki yarın onlardan bana bir fenalık
gelmeyecektir? Bugünün bir de yarını var.“
Evet,
Padişah durduk yere sana niye “Bilirim ki ordunun zabitleri ve kumandanları
sizi severler. Bana teminat verebilir misiniz ki onlardan bana bir fenalık
gelmeyecektir“ şeklinde bir soru yöneltsin ki?
Senden
“teminat, güvence” istiyor.. Çünkü ona “gaz” veren sensin..
Varsayalım
ki bugün senin dediklerini yaptı, başka subaylar buna bozulduklarında sen ona yarın
o subaylardan bir fenalık gelmeyeceğini garanti edebiliyor musun?
*
Bu siyasete asker müdahalesi, Türk siyasetinin, Osmanlı’nın ilk dönemlerinden beri var
olan, Cumhuriyet döneminde de devam eden bir gerçeği..
Padişahların, cumhurbaşkanlarının, başbakanların askerlerden bazılarının gazabına uğraması için vatana ihanet içinde olması gerekmiyor.. Kliklerden, hiziplerden, derin çetelerden birinin nasırına basmaları yeterli olabiliyor..
Masalcı
nine formatındaki masalcı ata Selanikli ise, Vahideddin’in bu sorusu için şu
yorumu yapıyor:
“Bu son cümle beni şüpheye düşürdü. Demek yarın
padişah öyle bir hareket yapabilir ki ordunun vatanını seven kumanda ve
zabit (subay) heyeti bundan müteessir olabilir (rahatsızlık duyabilir).”
Görüldüğü
gibi Selanikli’nin sivri zekâ çarkının paslı dişlileri tam bu aşamada
gayet iyi dönüyor.
İllüzyonist
el çabukluğu ve göz boyamacılığı ile “vatanını sevme” imtiyazını bir hamlede (potansiyel
darbeci) subayların gelir hanesine kaydediyor, onların tapulu malı haline
getiriyor, tekeline veriyor.
Garibim
Padişah’ın payına düşen ise “vatanını sevmemek”.
”Bir kişiye tam dokuz,
dokuz kişiye bir pul. / Bu taksimi kurt yapmaz kuzulara şah olsa.”
“
Oysa
Türk tarihi vatan haini askerler, vezirler (bakanlar) ve komutanlar bakımından
da zengin..
Mesela
bugün 15 Temmuz’un ardında “Amerikan işbirlikçisi ya da ajanı subaylar”ın
bulunduğu söylenmiyor mu?!
28
Şubat darbecilerinin arkasında İsrail Devleti ile ABD’nin,
ve ayrıca uluslararası Masonluk teşkilatının bulunduğu ortaya çıkmadı mı?!
Mesela
12 Eylül’ün darbeci komuta kademesini alalım.. Amerikalılar onlar için ne
demişlerdi: "The boys in Ankara did it. (Ankara'daki [bizim] çocuklar o işi
yaptılar.)"
Ankara’daki Amerikan çocukları..
Bunlar için cennet vatanda “kahraman Türk subayları”
deniliyor.
Soru
şu: Geçmişte Ankara’da İngiliz çocukları da var mıydı, ve neler
yaptılar?
Ankara’daki
İngiliz çocukları listesinde en başka kimin ismi yer
alıyor?
*
Evet,
Selanikli, yeri geldiğinde havadaki buluttan nem kapan bir Ördek Hasan
mantığına sahip olma becerisi sergileyebiliyor.
Padişah’ı
bir kalemde “vatanını seven” subaylardan endişelenen potansiyel vatan
haini olarak gösterebilecek bir moda girebiliyor.
Selanikli’nin sözleri, ve de Falih Rıfkı’nın ondan duyduklarıyla olayı aktarış
biçimi, Selanikli’nin yalan söylediğini, görüşmede geçen konuşmaların önemli
bir bölümünü sakladığını, bir kısmını da çarpıttığını ortaya koyuyor.
Bu, Selanikli’nin klasik yöntemi..
İngiliz Gizli Servisi’nin (istihbarat
teşkilatının) İstanbul şefi Frew ile olan (ve Nutuk’unda “Bir
iki defa görüştüm” diyerek geçiştirdiği) “fasılalı tarihlerde”ki “başbaşa gizli”
görüşmeleri hakkında bilgi verirken de aynısını yapıyor.
*
Ancak,
o günün insanları, ne biz “Cumhuriyet çocukları” kadar gelişmelerin dışındalar, ne de bizim gibi
ilkokul birinci sınıftan itibaren “Atatürkçü beyin yıkama” ameliyesine tabi
tutulmuş “zombi”msi ya da “robot”umsu "muhakeme özürlüler" durumundalar.
Herkes
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi kadar firaset ve basiret sahibi değilse
de, Selanikli’nin karakterini bilenler, onun ne dolaplar çevirmiş olduğunu
tahmin edebiliyorlar.
Dolayısıyla,
Selanikli’nin yaptığı görüşme, kendi ifadesiyle, “dışarda bekleyenlerce
hayli tefsire (yoruma) uğruyor”.
Ayrıca,
bugün bu görüşme hakkında (“fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” sansür ve
yasak yüzünden) Selanikli’nin söyledikleri dışında bir kaynağa sahip
değilsek de, o sıralarda Vahideddin’in yakın çevresine, "Selanikli yaver"inin
kendisine yaptığı teklifler konusunda bilgi vermiş olması beklenir.
Eh,
durgun suda peşpeşe dalgalar oluşması için ona ufacık bir taş atmanız yeterlidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder