“İslam’a Devleti Çok Gören Müslümanımsılar”
başlıklı yazımızda şöyle bir ifade kullanmıştık:
“Sa’d bin Ubade’nin Hz. Ebubekir’e biat etmemesi, bir imamın gerekliliğine değil, Hz. Ebubekir’in imamlığına yönelik
bir itirazdı, dolayısıyla icmayı iptal etmez.”
Hazrec
kabilesinden olan Sa’d bin Ubade r. a., Ensar’ın (Medineli müslümanların) önde
gelen isimlerinden biriydi.
Ensar
nezdinde saygınlığı olan cömert bir şahsiyet olmasından dolayı halifelik
meselesinde adı gündeme gelmiş fakat Hz. Ebubekir r. a.’e biat edilmişti.
O,
Hz. Ebubekir r. a.’e biat etmedi.
Burada
şöyle bir soru ortaya çıkmaktadır: Zamanındaki imama biat etmeden ölen kişi
cahiliye ölümü üzere öleceğine göre (Müslim,
İmare, 58), onun durumu
nedir?
Cahiliye
ölümü üzere mi ölmüştür?
*
Öncelikle
şunu belirtmek gerekiyor:
Hilafetten/imametten kasıt devlettir, İslam devletidir.
Bir
halifenin bulunması, Müslümanlar’ın bir lider etrafında birleşip siyasal
bir birlik, bir devlet oluşturmaları anlamına gelmektedir.
Halifeliğin
bunun dışında bir anlamı yoktur.
Ancak,
laikliğin (siyasal dinsizliğin) emrine girmiş olan “eski İslamcı”,
çiçeği burnunda “muhafazakâr demokrat” yerli-milli “bal tutan parmak yalar”cı
zümreye göre “İslam devleti”nden bahsetmek gereksizdir.
Ekseriyetle
iktidar partisi AK Parti’yi elleriyle sımsıkı “tutan”lar arasından çıkan bu
dindarımsı soytarılara göre, hilafetin “İslam
devlet başkanlığı kurumu”, halifenin de “İslam devlet başkanı”
biçiminde tanımlanması, modern zamanlara özgü bir icattır.
Dolayısıyla reddedilmelidir.
*
Böylece, şeytanî bir
mugalata ile “İslam devleti” idealini itibarsızlaştırmaya, ve içinde sefa sürüp “nimetleriyle
şımardıkları” laik (siyasal dinsiz) rejime minnet borçlarını ödemeye çalışıyorlar.
Modern
olmayana, modern olan hesabına modern etiketi yapıştırarak “modern şeytanlık”
sergiliyorlar.
Esas
itibariyle yaptıkları şey, modern İngiliz şeytanı Lord Curzon’un, (yeğeni
Yarbay Rawlinson aracılığıyla) Kâzım Karabekir Paşa’ya teklif ve
telkin ettiği “yeni Türkiye düzeni”ne özgü “(kaz gibi yolunup ağaç gibi
budanmış) modern hilafet” karikatürünü “otantik ve sahih hilafet”
anlayışı gibi gösterme hokkabazlık ve madrabazlığından, daha doğrusu deccaliyetinden
ibaret.
“Lord
Curzon ölmedi ya Rasulallah, dinini tahrif ve tahrip etmek için kendini
paralayan, boğazını yırtan sefil alçakların kalemlerinde yaşıyor.”
*
Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellem’in halifesi olmak, onun peygamberliğine varis
olmak değildir, “devlet başkanlığı” hususunda ona halef olmaktır.
Bu
sözde müslüman (müslim, Allah’a teslim olan), özde siyasal dinsiz
(laik) dindarımsı sahtekârlara göre ise, hilafetin misyonu “dinî mirası
sürdürmek”ten ibaret, devlet başkanlığıyla bir ilgisi yok.
Yani
“dinî miras”, siyaseti ve devlet işlerini kapsamıyor..
Böylece
“dinî miras”, siyaset ve devlet meselesinde tam da laikliği (siyasal
dinsizliği) benimsemek haline geliyor.
“Hayır,
dinî miras siyaseti ve devlet işlerini de kapsıyor, Allah’ın dini
siyasete ve devlete de bir nizam getiriyor, yol gösteriyor” derseniz, “modern”
düşünmüş oluyorsunuz.
*
Açık
konuşmak gerekirse, bu tür zırvaları söyleyenler ne söylediklerinin, laflarının
ne anlama geldiğinin farkındaysalar, resmen, irtidatlarını saklayan
kaşar “münafık”tırlar.
Maskeli kâfirdirler.
Ya
da eşekleri bile “Çok şükür ki bunlar kadar akılsız değiliz” diyerek hallerine
şükrettiren akılsız, fikirsiz, angut, zekâ özürlü embesillerdir.
Gerçek
şu ki bunlar, laik (siyasal dinsiz) devletin bugünkü “düzen”i içinde ele
geçirdikleri makam mevki, dolgun maaş, ihale vs. için “dinini az bir pahaya
satmış” “ahiretin müflisi” tüccar durumundalar.
*
Mesele
salt “dinî mirası sürdürmek” olsaydı, bir halife seçmeye gerek
kalmazdı.
Çünkü,
İslam’ı yaşama, yaşatma ve tebliğ yükümlülüğü, bunu yapma imkânına sahip herkes
içindir.
Bu
anlamda, ashabın tamamı Hz. Peygamber s.a.s.’in halifesidir.
Bir
hadîs-i şerîfte belirtildiği gibi, peygamberler geride miras
olarak sadece “ilim” bırakırlar.
Yani
mesele “dinî mirası sürdürme” olduğunda, varisler/halifeler bellidir: Ulema
(âlimler).
Böyle
bir durumda ulemanın aralarından birini seçip “Sen halifesin,
dolayısıyla dinî mirası sürdürme yetkisi ve sorumluluğu senin sırtında,
hadi Allah’a ısmarladık” demeleri düşünülebilir mi?!
Her
âlim, dünyada sanki İslam’ı bilen ve anlatmakla yükümlü sadece kendisi kalmış
gibi çalışmak zorundadır. Sorumluluğu başkasına yükleyemez, “Bana ne!”
diyemez.
*
Ashabın
Hz. Ebubekir r. a.’i halife seçmeleri, “Dinî mirası sürdürme sorumluluğu
senin sırtında, bizim bu yönde bir sorumluluğumuz yok” demeleri anlamına
gelmiyordu.
Hz. Ebubekir’e yüklenen vazife, “devlet başkanlığı”ydı.
İşte
o yüzden Hz. Ebubekir r. a., Üsame r. a. komutasındaki orduyu Bizans’la
savaşmak üzere Suriye’ye gönderdi.
Hz.
Ebubekir bunu “dinî miras bekçisi” olduğu için değil, “devlet başkanı”
olduğu için yaptı, yapabildi.
Devlet
başkanı değildiyse, orduya nasıl emir verebildi?
Boru
değil bu, ordu.. İnsanlara “Öldürün ve ölün, ekin biçilir gibi kellelerin
biçildiği can pazarında kendinizi feda edin!” diyorsunuz.
Devlet
başkanı değildiyse, zekât vermek istemeyenlerle savaşılmasını (yani karşı
koyanların öldürülmelerini, boyunlarının vurulmasını) nasıl emredebildi?
Devlet
başkanı değildiyse, irtidat edenlerle (İslam’ı bırakıp tağut
liderlerinin hükmüne tabi olanlarla) savaşmak üzere niçin ordular yolladı?
Devlet
başkanı değildiyse, neden o mürtedlere, “İslam’ı sevdirmek, İslam’ın
gülen yüzünü göstermek, hoşgörü destanı yazmak üzere” tebliğciler
göndermedi de kılıç ve mızrak gönderdi?
*
Evet,
sözünü ettiğimiz AK Partilisi partisizi embesiller, bırakın halifeleri,
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in bile “devlet başkanlığı”na
dil uzatabiliyorlar.
Nitekim,
bu partinin bir “hurda milletvekili”si, “ekran yüzü” durumundaki Mehmet Metiner
soytarısı Yeni Şafak gazetesinde aynen şunu yazdı:
“Peygamberimizin
Medine’deki hayatını ‘devlet başkanlığı’ gibi takdim eden modernist
zihin, kaçınılmaz bir biçimde İslamcılığın totaliter bir siyasal
tasavvura ve projeye dönüşmesine de öncülük etmiştir.”
Bu
ukala hadsiz Hz. Ebubekir döneminde yaşıyor olsaydı onun “totaliter siyasal
tasavvur ve projesi”nin kılıcıyla tanışırdı.
Laik
(siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti’nde ise dindarımsı iktidar partisinin (ideolog
geçinen) has adamı.
*
Baştaki
sorumuza dönelim..
Hz.
Ebubekir’e biat etmeyen Sa’d bin Ubade r. a.’in durumu nedir?
Cahiliye ölümü ile mi ölmüştür?
Burada
önce şu hususun altını çizelim: Sa’d r. a., hilafet kurumuna (İslam devletine)
karşı değil..
Hz.
Ebubekir’in halifeliğine razı olmamış.
Ulema,
hadîste geçen “cahiliye ölümü” konusunda (içtihat anlamına gelen) farklı
değerlendirmeler yapmış bulunuyorlar.
Mesela Buharî şarihi Aynî, cahiliyet ölümünden kastın küfür
üzere ölme olmadığını söylemektedir. (Hasan Gümüşoğlu, İslâm Akîde
Sisteminde İmamet, doktora tezi, Konya: S. Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, 1997, s. 16. Gümüşoğlu dipnotta Aynî’nin şerhinin XX’nci cildine
atıfta bulunuyor. Ancak Aynî’nin şerhinin 20’nci cildi yok. Askalanî’nin şerhi
ile karıştırmış olabilir. Veya cilt numarası yanlış.)
Küfür
değilse peki nedir?
Okuyalım:
Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh’te, câhiliye ölümü kavramını şöyle
açıklamaktadır: “Başsız, içtimâî nizamdan mahrum cahil milletlerin âsi bir
ferdi olarak ölür demektir. Yoksa kâfir olarak ölür demek değildir.” (Ahmed
Naim - Kâmil Miras, Tecrîd-i Sarîh, 8/531; Kastallânî, İrşâdü’s-sâri, 10/169.) … Câhiliye Araplarının keşmekeş bir
hayat sürdüğü ve lider tanımadığı, itaatten uzak yapıları dikkate alındığında,
yöneticisine itaat etmeyen kimse de toplumdan ve toplumun üzerinde bulunduğu
değerlerden ayrılması söz konusu olduğu için cahilî Araplara benzemiş
olmaktadır. (Müslim, “İmâre”, 57; Nevevî, el-Minhâc, 12/ 441; Davudoğlu, Sahîh-i Müslim, 9/19; Tîbî, Mişkât,
8/2561; ...) Cemaatten ayrılanın ölümünün kâfirin ölümüne benzetilmesindeki
ortak yönü bir idareciye tabi olmamak olarak açıklayan San‘ânî (ö.
1182/1768), bu kişi topluma karşı çıkmamışsa (hurûc) ve savaşmamışsa o zaman
İslâm’dan çıkmadığı için öldürülmeden olduğu hal üzere bırakılır der. Çünkü
Hz. Peygamber onunla muharebe etmemizi emir buyurmamış; yalnız onun ölüm
hâlinin câhiliyye ölümüne benzediğini haber vermekle iktifa etmiştir. Şu halde
kişi bu fiili ile İslâmiyet’ten çıkmış olmaz. (Ebû İbrâhim İzzüddîn Muhammed
es-San’ânî, Sübülü’s-selâm şerhu Bulûğu’l-merâm (Riyad: Mektebetü Nizar Mustafa, 1379/1960),
3/258-61.)
[İsa Onay,
“Sosyo-Politik Rivâyetlerin Anlaşılmasında Bağlamın Tespiti –‘Câhiliye
Ölümü’ Rivâyetleri Örneği-”, Trabzon
İlahiyat Dergisi, cilt: 7, sayı: 2 (Güz 2020), s. 73-4.]
Hz. Ali k. v.’nun, Haricîler’e karşı burada
belirtildiği gibi hareket ettiğini görüyoruz. Onlar Şeriat’e aykırı
hareket ederek fesat çıkarmadıkları sürece onlarla savaşmamış, fakat had
cezası gerektiren suçlar işledikleri zaman üzerlerine yürümüştür.
Bunu ne adına yapmıştır, “dinî mirası sürdürme”
adına mı?
Hayır, “devlet başkanı” olma adına..
Bunun
neresi “totaliter bir siyasal tasavvur ve proje”?
*
Evet, İslamcılık eleştirmeni bu modern
anti-modernist soytarılara göre, yedi asır (yedi tane yüzyıl) önce yaşamış
olan Taftazanî, dokuz asır (dokuz tane yüzyıl) önce yaşamış Fahreddin
Razî, “modern” olanı modernlikten önce düşünüp icat ederek yanlış yollara
sapmışlar:
“Taftâzânî,
imamet kavramının değerlendirmesini yaparken kendisinden önce yaşamış
olan ve birçok konuda da etkisinde kaldığı Fahreddin er-Râzî(ö.606/1210)’nin,
‘Şahıslardan bir şahsın, din ve dünya işlerinde genel başkanlığıdır”
şeklindeki imamet tarifini şöyle değerlendirir: ‘Bu tarif fıskından,
günahkârlığından dolayı imam azledildiğinde ümmetten bu yetkinin ve vazifenin
düşmediğini ifade etmek içindir’. Bu tariften anlaşılan imametin
müslümanlar için bir sorumluluk olduğudur.
(Mehmet Sever, Sa’dettin Taftâzânî’nin İmamet
Anlayışı ve İlk Dönem Siyasi Olayları Değerlendirişi, yüksek lisans
tezi, Samsun: O. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2012, s. 45.)
Onüç
asır (13 tane yüzyıl) önce yaşayan İmam Şafiî de modernlikte
Taftazanî ile Razî’den geri kalmamış.
Çünkü,
hilafeti “velayet” olarak kabul ediyor:
“İmam Şâfiî, fısk ve zulüm sebebiyle halifenin
yetkisinin düşeceğini kabul eder. Çünkü fasık velayet hakkına sahip
değildir …” (Sever, s. 85.)
Anlaşılıyor
ki İmam Şafiî, Fahreddin Razî ve Taftazanî gibi ilim dünyasının Himalayalar’ı
olan dev âlimler bu meseleleri anlayamamışlar, modernist akıl yürütüşün
tuzağına düşmüşler, AK Parti’nin anti-modernist hurda soytarıları ise (çok
akıllı, çok zeki ve çok bilgili oldukları için) anlayıp çözmüşler.
O
dev âlimler modern-modernist cahil.. Bunlar değil..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder