“MOSSAD operasyonunda ayrıntılar ortaya çıktı: Casus
vaiz… Herkes kim olduğunu merak ediyordu”.
Odatv.com’un haberinin başlığı böyleydi.
Haberin spotu ise şöyleydi:
“MİT ve Emniyet’in deşifre ettiği Mossad casuslarının önceki gün yayınlanan görüntüleri “ajanlık”la ilgili birçok ezberi bozdu. Suriye uyruklu S.T. geçen yıl Hatay Kırıkhan’da camide namaz sonrası vaaz verdiği ortaya çıktı.”
Buradan anlaşılıyor ki, kendilerini çok
akıllı, çok zeki, çok bilgili zanneden, her konuda ahkâm kesen Odatv’ciler
casusluğun doğası hakkında hiçbir şey bilmiyorlarmış.
Yanlış ezberlerin peşinde kaybolup
gitmişler.
*
Ancak, yanlış ezberlere kapılıp gitme
bakımından benim de mazim pek parlak değil.
Mesela, sonradan (Türkler’in atası
anlamında palavra niteliğindeki) Atatürk soyadını alan Mustafa Kemal’le
ilgili ilkokul ve ortaokul ezberlerimin birer hurafe olduğunu anlamaya başlamam
lisede oldu.
Nerden nasıl elime geçti hatırlamıyorum, fakat
merhum Mustafa Yazgan’ın Monark – Ütopia adlı kitabını
okuduğumda, Mustafa Kemal’in hikâyesine farklı bir açıdan bakmanın mümkün
olduğunu fark etmiştim.
Selanikli Mustafa ile ilgili düşüncelerimin
değişiklik göstermesine ve netleşmesine sebep olan ikinci yazar Uğur Mumcu’ydu.
Onun, 30 küsur sene önce okuduğum Kazım Karabekir Anlatıyor
adlı kitabı kafamı altüst etti, Selanikli ile ilgili kanaatlerimin tamamen
olumsuzlaşmasına yol açtı.
Yazgan’ın kitabı bir ütopyaydı, Mumcu’nun
kitabı ise, belgelere dayanan bir hatıratın özetiydi..
Karabekir, başından geçenleri, isim ve yer
vererek, şahit göstererek anlatıyordu.
*
Yazdıkları, ilk basıldığında, özellikle Selanikli’yi rahatsız
etmişti.
Çünkü onun balonunu patlatıyordu.
Ve Selanikli, ölümünün ardından TBMM’de
Vahideddin’e karşı “patlattığı” Nutuk’unun benzeri bir yeni nutuk
yazarak Karabekir’i rezil rüsvay etmek varken, onun kitabını toplatmış, tek bir
nüshası kalmayacak şekilde imha etmeye çalışmış, yeni baskısının yapılmasına
engel olmuştu.
Ortada henüz “Atatürk’ü koruma kanunu”
gibisinden bir ad taşıyan bir “tarih ambargosu, hakikat sansürü” yoktu, fakat
Selanikli, kendisi hakkında oluşturulmuş olan gerçek dışı efsane ve masalı
korumak için, o güne kadar seslendirdiği bütün “hürriyetçi, akılcı, bilimci”
lafları yalayıp yutmuştu.
Ortaçağ'ın Engizisyon zulmü hortlayıp Ankara'da vücut bulmuş, Ortaçağ irticasının çarklarını döndürmeye başlamıştı.
“Fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” Karabekir’in sade fakat sahici mumu karşısında Selanikli'nin süslü püslü, boyalı cilalı, yaldızlı mumu, elindeki bütün devlet gücüne, emri
altındaki sürü sepet emir kulu dalkavuğa rağmen, yatsıyı görmeden sönmüştü.
Selanikli'nin Karabekir karşısındaki duruşu, zorba bir
monark duruşuydu.
*
Selanikli hakkındaki kanaatlerimin tam
anlamıyla vuzuha kavuşup berraklaşmasına neden olan son yazar ise, onun has adamı, torpil
kontenjanının demirbaş millet(sel)vekili, sofra arkadaşı Falih Rıfkı Atay.
Atay’ın onunla ilgili Çankaya
kitabındaki, dalkavukça makyaj ve süslemeler bir tarafa atıldığında geriye
kalan Selanikli profili, “Çıplak Kral” masalını akla getiren bir tablo
ortaya koyuyordu.
Kralın mahir terzisinin elinden çıkmış, ancak
zekî insanların görebileceği yeni elbisenin ihtişam ve görkemi için koparılan velvele
ve bir türlü bitmeyen alkış fırtınasını sayfalarına taşıyan kitaptaki somut bilgiler, anlayan için çok şey söylüyordu.
Selanikli, büyük bir hayal kırıklığıydı.
(Kurtuluş Savaşı'nın Sansürsüz Tarihi adlı kitabımızın omurgasını Atay'ın yazdıkları oluşturuyor.)
*
Bu satırları yazmama vesile olan kişi, Yeni
Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan..
“Hilafet gelecek dertler bitecek” başlığını
taşıyan (6 Ocak 2024 tarihli) ve Kâzım Karabekir’in hatıratına atıfta bulunan yazısında
bir yığın hata var..
Bunu bilinçli mi yapıyor, bilinçsizce mi,
kestirmek zor.. Fakat bilinçsizlik de bir meziyet değil.
Yazısına
şöyle başlamış:
Zeki bir
Osmanlı subayı olan Mustafa Kemal, şimdiki ahmak Kamalistlerin aksine,
“hilâfet” dediğimiz politik makamın ne işe yarayacağını bildiği için halife
olmak istemişti. Bunun niçin mümkün olmadığını, o esnada memleketin ikinci
adamı olan Kazım Karabekir Paşa, hatıratında bütün detayıyla anlatıyor.
Bu mümkün
olmadığında bile Mustafa Kemal ve arkadaşları bir halife belirlemişler, hilafet
bayrağının Türkiye bayrağı olarak kalmasına özen göstermişlerdi. Lozan’a giden
süreçte İngiltere, tabii ki şeriatla yönetilen bir ülke olduğu için
değil, hilafet makamını kendisine istediğini açık açık belirtmiş; bu
tehlikeli gelişme karşısında Mustafa Kemal ve arkadaşları hilafeti ilga etmiş
ama hilafet makamının mana ve mefhum olarak Türkiye Cumhuriyeti’nde mündemiç
olduğunu bir kanun maddesiyle kayda geçirmişlerdi. Böylelikle İngiltere
dâhil herhangi bir ülkenin hilafet makamını talep etmesinin önüne geçilmişti.
Ne yazık ki Kılıçarslan’ın bu sözlerinin
iler tutar tarafı yok.
“Lozan’a giden süreçte İngiltere hilafet
makamını kendisine istediğini açık açık belirtmiş”tirmiş.
Lozan’da bile değil, Lozan’a giden
süreçte..
İmdi, İngiltere’nin hilafet makamını
kendisine istemesi diye birşey olabilir mi?! “İngiltere kralını halife
olarak tanıyın” mı diyecekler?
Olacak şey değil..
Çünkü o gün için 1921
Anayasası yürürlükte ve Anayasa’ya göre devlet İslam devleti. Madde 2, “Türkiye Devleti’nin dini, Din-i İslâm’dır” diyor.
Madde 7 ise Şeriat ahkâmından, Fıkıh (İslam
hukuku) hükümlerinden söz ediyor:
“Ahkâm-ı şer'iyenin tenfizi, umum kavaninin vazı, tadili, feshi ve muahede ve sulh akti ve vatan müdafaası ilânı gibi hukuku esasiye Büyük Millet Meclisine aittir. Kavanin ve nizamat tanziminde muamelâtı nâsa erfak ve ihtiyacatı zamana evfak ahkâm-ı Fıkhiye ve hukukiye ile âdap ve muamelât esas ittihaz kılınır. Heyeti Vekilenin vazife ve mesuliyeti kanunu mahsus ile tâyin edilir.”
Bu Anayasa çerçevesinde hilafetin İngilizler’e
verilmesi mümkün olabilir mi?!
İngiliz keferesi Selanikli’ye belki şöyle birşey
diyebilirdi: “Bak Mustafacığım, Selanikli kardeş, bilirsin ki bizim
Selanikliler’e karşı özel bir sevgimiz var, seni de çok severiz, hatta sana Dizbağı
Nişanı vermeyi bile düşünüyoruz, bizim niyetimiz Osmanlı’yı tümden
tarihe gömmek, izini tozunu bırakmamak, bu yüzden, Osmanlı’yı hatırlatan
hilafetin Türkler’de kalmasına razı olamayız, hilafet Araplar’a, Şerif Hüseyin’e
geçmeli.. Üstelik Şerif, Peygamberinizin soyundan, Kureyşli.. Evet sen de bir
Selanikli olarak en az Şerif kadar bizim nezdimizde kredi sahibisin, hatta
seninle böyle perde arkasında dolap çevirip işbirliği yapabiliyor, dinî
kurumlarınızı beraberce kumar masasında pazarlık konusu haline getirebiliyoruz,
fakat Birinci Dünya Savaşı’nda Şerif bizim safımızda yer aldı.. Sen de Nablus’ta
hemen tabana kuvvet deyip önümüzden kaçarak bize az hizmet etmedin ama sonuçta
karşı cephede arz-ı endam ediyordun. Dolayısıyla oyunu kuralına göre oynamaya
devam etmeliyiz. Osmanlı’nın postunu yüzdükten sonra Anadolu adlı etini budunu
siz alabilirsiniz, fakat hilafet derisi Şerif’e bırakılmalı.”
Evet, İngilizler’in işbirlikçi Araplar için
böyle bir plan yaptıkları söylense mantığa uyar, fakat “Hilafeti bize bırakın”
demiş olmaları mümkün değildir.
Ancak, Araplar için bile böyle bir teklif
yapamazlar..
Neden?
Şundan: O günün şartlarında Osmanlı
bakiyesi bir topluluk, hilafeti Şerif’e, hem de Osmanlı’yı
savaşta arkadan vurmuşken, kendi elleriyle teslim edip de onu halife olarak
tanımaz.
Tanıyamaz.
Bu iş kanunla olan birşey.. Hilafetin
kaldırılması bile “hile-i şer’iyye” ile oldu, doğrudan “Kaldırdık” denilemedi, indimac
mündemic laga lugası, mugalata ve demagojisi ile işe bir kılıf uydurulmaya
çalışıldı.
“Artık halifemiz Şerif Hüseyin’dir” diye
bir yasa çıkarılabilir miydi?
İmkânsız.
Yeni Şafak’ın İsmail’i
resmî tarihçilikte yeni bir sayfa açacak şekilde güzel masal anlatıyor fakat
sonu mutlu bitmiyor.
*
İngilizler olsa olsa “Hilafeti yıkacak,
ocağına incir dikeceksiniz” diyebilirlerdi.
Ve dediler.
Selanikli de bu talimatın gereğini kuzu
kuzu yerine getirdi.
İşte, Selanikli’nin bir ara halifelik
hevesine kapılıp camide vaaz vermesinin, Balıkesir’de hutbe okumasının nedeni
buydu.
İngilizler veto edince arabayı derhal geri
vitese taktı, namus bayraktarlığının yerini namussuzluk güzellemesi aldı.
*
Bunu ben demiyorum, bu devletin en
tepesinde görev yapmış, hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığı makamlarını
uhdesine almış, devlet sırlarına doğrudan erişme imkânına kavuşmuş biri diyor: Turgut
Özal.
Bizim gibiler ancak eldeki veriler doğrultusunda puzzle (bulmaca) çözmeye çalışabilir.
Resmin görünen kısmına bakarak üstü örtülüp
görünmez hale getirilen kısmı hakkında tahmin yürütebiliriz.
Bu tahminler bazen isabetli olur, bazen
isabetsiz.. Doğruluğundan bazen emin olunur, bazen şüphe duyulur.
Mesela bir dağ resminin yarısını
gördüğünüzde, diğer tarafta bir uzantısının bulunduğunu kesin olarak
söyleyebilirsiniz, dağ, bıçakla kesilmiş gibi son buluyor olamaz.
Bulut yığını gördüğünüzde de aynı durum söz
konusudur.
Fakat ekilip biçilen bir tarla
gördüğünüzde, onun devamının olup olmadığı hakkında kesin birşey söylemek
mümkün olmaz.
O yüzden, Turgut Özal gibi örtünün altına
bakma imkânına sahip olmuş kişilerin sözlerine itibar etmek gerekiyor.
*
Merhum Özal, vefatına yakın şunları demişti:
Turgut Özal: 'Türkiye
ve Hilafete ihanet ettiler'
Özal’ın merhum gazeteci Yalçın Özer ile 25 yıl önce yaptığı
mülakatın hiç yayınlanmamış bölümleri ortaya çıktı. Özal, Osmanlı’nın ihanetle
nasıl yıkıldığı, hainlerin İngilizlerle işbirliğine ilişkin, bugüne de
ışık tutan çarpıcı bilgiler aktardı. …
Özal, 1991’de dönemin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği başkenti Moskova’ya resmi ziyarete
giderken, programı takip eden gazeteciler arasında Türkiye Gazetesi adına dönemin başyazarı Yalçın Özer de vardı. Ziyaretin Moskova’dan sonraki ayağı, o dönem Sovyetler’den kopmamış olan Ukrayna’nın Kiev şehriydi. Özal, bu gezi sırasında beraberindeki
gazetecilere, bir bölümünü yayınlamamak üzere, çok önemli açıklamalar yaptı. Röportajda, yapılan tespitler, günümüze de ayna tuttu.
… Özal şunları anlattı:
“Bizim sıkıntılarımızdan birisi de ülkemizin sıcak kuşakta bulunmasıdır. Bu ülkelerde satılık insan bulmak çok kolay. Bir Almanı, İngilizi, Fransızı, Japonu ve bir Rusu satın alamazsınız. Osmanlı’yı yıkmadan önce içerden bazı kimseleri İngilizler satın almışlar. (...) İngilizlerden maaş alan Osmanlı Güney Cephesi Başkomutanı Cemal Paşa’ya (Hasan Cemal’in dedesi) talimat vererek, Şam’daki İslam alimlerinin (ki Şam o zaman İslami ilim merkeziymiş) genç kızlarını konağına getirmesi, onlara alkollü içki içmeye zorlaması ve tacizde bulunarak geri bırakılmaları istenmiştir. Bu emri alan (Cemal) Paşa, derhal bu işlemi yapmıştır. Bu yüz kızartıcı olaylar süratle Arap alemine yayılmış ve ‘Osmanlı artık bozulmuş ve İslami yoldan çıkmıştır’ propagandası yapılarak , Araplar Osmanlıya düşman yapılmıştır. Özellikle Hicaz’da hazır bekleyen Şerif Hüseyin de işin esasını bilmeden ve duyduklarına inanarak Arapların Osmanlı aleyhine İngilizler ile birlikte kıyama geçmesine sebep olmuştur. ….”
Özal, röportajında, “Avrupalıların satın aldıkları adamlarla Osmanlıyı içten yıktığına dikkat çekerek, böylece Türkiye’nin hem Arap dünyasından, hem de Hindistan’daki Müslüman aleminden koparıldığını" anlattı:
“İngilizler, bu yolla iki
şeye kavuştu: Ortadoğu’daki petrol sahasını kontrol altına aldılar ve İslam
Halifesi’nin etki alanındaki bir türlü hakim olamadıkları Hindistan’a hilafeti
kaldırarak hakim oldular” dedi. …
Özal, Osmanlı’nın çöküşüne neden olan İttihat ve Terakki ile bugünkü CHP yöneticileri arasındaki paralelliğe de dikkat çekti:
“CHP’lilerin büyük dedeleri Mithat Paşa ve ‘Kinim dinimdir’ diyen Ispartalı Hüseyin Avni Paşa ekibidir. Dedeleri ise Jön Türkler ve 600 yıllık Osmanlı devletini 6 yılda yıkmayı becerebilen 3’lü çete: Yüzbaşılıktan paşalığa yükselen Enver, posta memurluğundan paşa olan Talat ve malum Cemal paşalar... Halifeye saygıyı dini bir vecibe sayan Hint Müslümanlarını bir türlü kontrol edemeyen İngilizler, Osmanlıdan sonra kurulacak yeni devlete bir şartla izin verdiler: 5 yıl içerisinde hilafeti kaldırmak... Ve 1924 yılında hilafet kalktı, Müslümanlar başsız kaldı. …, halife Vahdettin Han’ın dünya Müslümanlarından son isteği Anadolu’da başlattığı direniş için dua istemek oldu.
Hindistan Müslümanlarından dua dışında bir şey istenmediği halde bu direnişe destek için tonlarca altın gönderildi. Ancak bu altınlara
CHP’liler el koydu ve bir kısmıyla da
malum İş Bankası’nı kurdu.”
*
Mesele İngilizler’e verilen “gizli” sözler olunca Selanikli Atatürk’ün has adamı, gözde destekçisi ve de son başbakanı (sonradan Özal gibi cumhurbaşkanı olan) Celal Bayar’a söz hakkı tanımazsak ayıp olur.
Onun sözlerini nakleden, Süleyman Arif
Emre..
Arif Emre, beş dönem milletvekilliği yapmış,
Milli Selamet Partisi Genel Başkanlığı makamında da bulunmuş hukukçu bir
siyasetçi..
O, hem cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Celal Bayar’ın itirafına, hem de Ankara
Hukuk’tan hocası (ve de Lozan’daki hukuk müşaviri) Prof. Nusret Metya’dan
duyduklarına dayanarak, Lozan’da İngilizler’e bazı sözler verildiğini açıklamış
durumda..
Açıklamalarını TBMM’nin görevlendirdiği bir
heyete yapmış bulunuyor.
TBMM zabıtlarından okuyalım:
TBMM Tutanak Hizmetleri
Başkanlığı
Komisyon: DARBE
Giriş: 12.00, Tarih:
26/6/2012, Grup: Uyan
DARBELERİ ARAŞTIRMA
KOMİSYONU BAŞKANI YAŞAR KARAYEL– Muhterem Süleyman Ağabey, ev sahipliği
yaptığınız ve bizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ediyoruz. Türkiye Büyük
Millet Meclisi ülkemizde demokrasiye müdahale eden tüm darbe ve muhtıralar ile
demokrasiyi işlevsiz hale getirmek isteyen bütün girişim ve süreçlerin tüm
boyutlarıyla araştırılarak, alınması gereken önlemlerin belirlenmesi amacıyla
dört siyasi partimizin de müştereken vermiş olduğu Meclis araştırması önergesinin kabulüyle bir Darbeleri
Araştırma Komisyonu kuruldu. Bu Darbeleri Araştırma Komisyonu
üç kısımdan oluşuyor: 1960 darbesi, 1971 muhtırası, 80 darbesi ve 28 Şubat
dönemindeki yaşadıklarımız ve 27 Nisan Bildirisi’yle oluşan üç tane
komisyonumuz var. Biz bu 3’üncü komisyon olan, Darbeleri Araştırma Komisyonu,
28 Şubat ve 27 Nisan dönemini araştırıyoruz. Buradaki arkadaşlarımız,
Avukat Feyzullah Kıyıklık Bey, İstanbul Milletvekilimiz;
Avukat İdris Şahin Bey, Çankırı Milletvekilimiz, bizim
aynı zamanda komisyon sözcümüz, AK PARTİ milletvekili her ikisi de; Sırrı Süreyya Önder Bey İstanbul Milletvekilimiz,
kendisi Adıyamanlı, sizin de hemşehriniz, şu anda Barış ve Demokrasi Partisi
adına burada bulunuyor. Benim ismim de Yaşar Karayel, Kayseri Milletvekiliyim,
bu alt komisyonun başkanlığını yapıyorum. Bize ev sahipliği yaptığınız için
size teşekkür ediyoruz.
SÜLEYMAN ARİF EMRE – Biz de teşekkür
ederiz.
BAŞKAN – Sağ olasınız.
Öncelikle, kayıtlara geçmesi açısından kendinizi kısaca, biyografinizi
söyleyerek lütfederseniz memnun oluruz. Buyurun efendim.
SÜLEYMAN ARİF EMRE – Ben, 1923
doğumluyum. Mesleğim avukat, önce Ankara’da,
sonra Adıyaman’da avukatlık yaptım. Sonra Adıyaman’da politikaya giriştim, 65 seçimlerinde Yeni Türkiye
Partisinden milletvekili seçildim. …
(…)
Cumhuriyetten sonra
niçin sık sık darbe ve darbe gerilimi meydana gelmiştir? Bildiğiniz gibi, cumhuriyette, Avrupa’da olduğu gibi, din ve vicdan hürriyeti ilmî
tariflerine uygun olarak kabul edilmemiştir. Devamlı tek taraflı, Müslümanları
ezecek şekilde bir tatbikata müsait bir şey ortaya konmuştur. Niçin
bu yapılmıştır? Şimdi "Efendim, biz yeni bir inkılap yaptık.”
İşte İstiklal Mahkemelerinin fonksiyonunu
biliyorsunuz, birçok kişi hiç yüzünden, sorgusuz sualsiz idam edilmiştir.
“Bu şartları da göz önünde tutarak, biraz da şey davranmak lazım, devrimler
oturuncaya kadar yerine böyle şeylerden bahsetmemek lazım.”
Şimdi, şu şekilde
bir hatıramı anlatacağım, kısa kesmek için, çok
teferruatlı olaylar var da: 1965 senesinde Meclise ilk defa girdiğim
zaman, İkinci Beş Yıllık Kalkınma Planı Meclise getirilmişti, Yeni
Türkiye Partisi milletvekili ya da grup başkan vekili olarak, İkinci Beş Yıllık
Kalkınma Planına bir ek yapılmasını önergeyle teklif ettim. Dedim ki: “Yalnız
maddi hedeflere yönelik bir planlama yetersiz kalır. Osmanlı devrinden beri
sükûta başlayan ahlakımızı yeni nesilleri eğiterek bir de manevi kalkınma, ahlaki reform yapmamız lazım
gelir" diye bir önerge verdim.
Bu önergeden sonra,
İsmet Sezgin çıktı, dedi ki: “Sarahaten böyle bir hükmü yok ama planı
zımnen vardır, önergenin, teklifin reddine…”
O sırada da Ali İhsan Çelikkan diye bizim Yeni Türkiye
Partisi’nin bir milletvekili vardı, Gümüşhane Milletvekili, Ekrem Alican Bey’in
de akrabası. Ali İhsan Çelikkan dedi ki: “Arif
Ağabey, ben senin önergene oy verdim, haberin olsun.”
“Ya, İhsan aynı
partideniz.” dedim.
“Ondan dolayı değil
de içtenlikle oy verdim. Şimdi bir hatıramı size anlatacağım.” dedi….
Şimdi, İkinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı’na verdiğim önergesinden sonra Ali İhsan Çelikkan “Ben
bu konuyla ilgili tarihî bir hatıramı size anlatmak isterim.” dedi ve
şöyle anlattı:
... [Bunlar] 40- 50 tane solcu genç, Türk Millî Talebe Federasyonu
solcu bir teşekküldü o zaman…. Celal Bayar’a gidiyorlar,
Tevfik İleri’yi şikâyet ediyorlar, diyorlar ki: “Tevfik
İleri, Milliyetçiler Derneğine para yardımı yaptı. İlerici, Atatürkçü olan
Yalman’ı Hüseyin Üzmez ondan dolayı vurdu.” …
Ali İhsan Çelikkan
…, o solcu gençlerle beraber kendisi de talebeymiş o zaman,
Ekrem Alican Bey’in tesiriyle düzeltmiş fikirlerini.
Celal Bayar … “Söyleyin bakalım gençler, laikliğin bizdeki esas hedefi nedir?”
Gençler demiş ki: “Efendim, din işi ayrı olacak, devlet işi ayrı olacak.”
“Hayır oğlum, sadece o
değil.”
"Kanunlar
yapılacağı zaman dinî kurallara hiç müracaat edilmeyecek.”
“O da değil, şu da
değil.”
“Peki efendim nedir?” demişler,
Celal Bayar aynen şöyle
söylüyor, “Biz zor anda, gizli celsede Batılılara söz verdik, belli
bir zaman süreci içerisinde bu millete bu dini unutturacağız. Bizdeki laikliğin
gayesi budur” diyor Bayar.
Ali İhsan Çelikkan bunu
duymuş.
O esnada solcu olmayan
gençlerden birisi de Celal Bayar’ın bu sözüne şahit olmuş. Bizim eskiden
“Hulusi Özkul” diye bir Adana milletvekili vardı, şimdi sağdır,
mevcuttur…. Hulusi Özkul da orada, aynen Celal Bayar’ın bu
ikrarını dinlemiş.
Şimdi yani esas maksat zamanla bu milleti, şehitleri şehit, gazileri gazi
yapan ruh ve imandan ve karakterden uzaklaştırmak, gaye bu yani
“maneviyatını öldürmek” desek de aynı manaya geliyor. Şimdi böyle olduğu için…
Celal Bayar şunu da ilave ediyor:
“Bu Batılılara verilen
gizli sözün bekçiliğini bizde devlet başkanları yapar. Başka? Ordu yapar,
devlet başkanları yapar ve ondan sonra mahkemeler yapar. Benden sonraki devlet
başkanları da aynı görevi yapacaklardır. Batılılara biz böyle söz verdik, hadi
bakalım inkılapçı gençler, böyle bilesiniz, böyle hareket edesiniz.”
Bu zihniyet ve bu iş
birliği ortada olduğu için, sık sık bu sebebe dayalı olarak,
laiklik de doğru dürüst tarif edilmediği için, bu yüzden partiler kapatılıyor,
darbeler yapılıyor, “İrtica geliyor, geldi, gelecek, öyleyse bu partiyi
kapatalım.”
Bakınız Menderes Meclis
konuşmasında bir cümle söylemiş. Menderes’e karşı Meclis o kadar sert
davranmıştı ki ben o hadiseleri hatırlıyorum. Ben o hadiseleri hatırlıyorum,
demiş ki: “Arkadaşlar, Meclis her zaman gündemine hâkimdir, siz
isterseniz hilafeti bile getirirsiniz.”
Şimdi, bir general başka
bir darbede, aynen, ben televizyondan dinledim, böyle dediği için bile onu idam
ettiler. Şimdi, şey buradan başlıyor; gerçek demokrasiye geçmek şöyle
dursun, milletin bütün manevi değerleriyle karşılaşma gibi, mücadele etme gibi
bir mecraya girmiş bulunuyor. Onun için, bu sebepten, “Efendim,
laikliğe aykırı hareket ettin, biz senin partini kapatacağız.” Adalet
Partisinin de aleyhine dava açan bu sebepti, bu gerekçeydi. Hatta, gelelim 28
Şubata….
Şimdi, devamlı olarak
İslami hareketin sindirilmesi, etkisiz hâle getirilmesine çalışılmıştır.
Bilhassa, İnönü devrinde -ben İçişleri Bakanlığında memurdum, hem memur hem
talebeydim- İnönü zamanında İmam Hatip okulları kurulması
yasaktı, ilahiyat fakültesi kurulması yasaktı, İslami müessese kurulması yasak,
hepsi yasak.
Ahmet Hamdi Akseki,
merhum -bilahare Diyanet İşleri Başkanlığında ben memur da oldum- “Memleket
asıl irticaya şimdi girdi.” diyor. Şimdi, camilerde cuma hutbesi okuyacak hoca
kalmamış, cenaze yıkayacak hoca kalmamış. Bir köylü delikanlısı “İşte, ben hocayım.”
demiş, ona “Sen hoca değilsin.” diyen de yok.
Öyle bir korkunç Fetret
Devri uygulandı ki ben şuna şahit oldum İçişleri
Bakanlığında memurken: 5-6 bin kişi listeye konuyor, eski müftülerden, dinî
bakımdan, nice bilgili ilim adamlarından, şundan bundan, bunlar sürgüne
gönderiliyor. Şarktaki garba, garptaki şarka, şimaldeki cenuba, cenuptaki şimale
sürgüne gönderiliyor. Maksat, dine baskı yapıp sindirmek.
Ondan sonra ne
yapılıyor? Aleyhlerine dava açılıyor, delil olsun, olmasın. Ertesi sene gene
aynı tatbikat, ertesi sene gene aynı tatbikat. Dinî eğitim yasaklandığı hâlde
yetinilmiyor onunla, bir de böyle bir idari mekanizma işletiliyor. Neticede,
memleket, tamamen, Bayar’ın dediği şekilde dini unutturma politikasını önemli
bir politika olarak benimsemiş sayılıyor.
Şimdi, bu 28 Şubatlar,
bizim partilerin kapatılması falan filan aynı zihniyetin devamından ibarettir.
Bakınız, şimdi, Vural
Savaş Refah Partisini kapatmak için dava açtı. İddianamesinde şuna dayanıyor:
Erbakan on sekiz maddelik, Millî Güvenlik Kurulunun dayattığı laiklikle ilgili şartları kabul edip uygulamadı, ondan dolayı
bunun partisinin kapatılması lazım diyor. Bu gerekçeyle dava açıyor.
Anayasa Mahkemesi aynı gerekçeye başka gerekçeler ekleyerek parti kapatıyor.
Fazilet Partisi de aynı şekilde kapatılıyor.
Yani İslami herhangi bir
mesele bir siyasi parti tarafından ele alınsa derhâl o şaibeli hâle düşmüş
oluyor….
Bizim bu konuda, yalnız,
Celal Bayar’dan edindiğimiz o itirafa ilaveten bir de şunu hatırladım: Hukuk fakültesinde 1944 senesinde Lozan seçmeli ders olarak bize
okutulmuştu. Nusret Mete isminde bir profesörümüz, o da aynı şekilde
söylemiştir, “Bizdeki laikliğin gayesi budur” demiştir. [Bant/kaset
kaydı çözülürken Metya şeklindeki soyadının
yanlışlıkla Mete olarak yazıldığı anlaşılmaktadır. Nusret Metya, Lozan‘da, Dışişleri Bakanlığı İkinci Hukuk Müşaviri sıfatıyla görev yapmıştır.] (…)
Şimdi, benim hatırımda
kaldığı kadarıyla Fransa’da buhranlı bir dönemde, sanıyorum, Vichy Hükûmeti
diye beceriksiz bir hükûmet varmış. Dört kuvvet komutanı, aynen Türkiye’de
olduğu gibi, deklarasyonla, “Çekilsin bu hükûmet, biz yenisini kuracağız.”
diyorlar. Bütün Fransa halkı, bütün sivil toplum kuruluşları, sendikalar,
partiler, hatta seksenlik kadınlar bile reaksiyon gösteriyorlar. “Darlan’ın
askerlerine biz süpürge sopasıyla, ekmek bıçağıyla karşı koyarız.” diyorlar ve
ilk yaptırım olarak Demokratik Cephe genel grev ilan ediyor. Genel grev ilan
edince grevi kırmak için GMC’ler, cipler sağa sola gidiyor, hiçbir şey
yapamıyorlar. Öyle bir Fransa. İki üç gün sonra bakıyorlar ki durum vahim, “Biz
büyük milletimizden özür dileriz. Varsa cezamızı çekmeye razıyız, biz
deklarasyonumuzu geri aldık.”
Şimdi, Türkiye de
demokrasiyi muhafaza konusunda buna benzer tavırları sürdürürse demokrasi
gerçekten Türkiye’de yerleşir ve bir daha da geri dönülemeyecek hâle gelir. Ama
darbe olacakmış, ben darbeci değilim ama yan cebime koyarsanız memnun olurum
kabîlinden, 27 Mayısta İnönü’nün yaptığı gibi… İnönü 27 Mayısta tavır koysaydı
bir şey olmazdı.
Bütün diğer partiler
“Bana ne canım, aleyhine darbe yapılacak olan parti düşünsün, ben bu işe
karışmayayım.” dedi miydi, o zaman demokrasi gemisinin delinmesine izin
verilmiş oluyordu….
*
İsmet
İnönü’nün neyi eksik, o da cumhurbaşkanlığı yaptı.
Dolayısıyla
bu yazıda onu da anmadan geçmeyelim.
Selanikli’nin
okul arkadaşı ve İsmet İnönü’nün yakın dostu Ohrili Kemal’in, dostu İnönü’ye
yazdığı bir mektup ve yaptığı teklif, bu hilafet konulu “İngiliz dümeni”
hakkında ilave bilgi veriyor.
7
Ağustos 2018 tarihinde Yeni Şafak gazetesi şöyle bir
haber yayınlamıştı:
“İngiltere ile Lozan'dan
önce gizli hilafet anlaşması yapıldı”
Derin Tarih yıllardır merak edilen
gizli anlaşmanın perdesini aralıyor.
Atatürk’ün okul
arkadaşı Ohrili Kemal Bey’in yakın dostu İsmet İnönü’ye
yazdığı, Lozan Antlaşması öncesinde imzalanan gizli anlaşmayı ifşa eden
mektupların tam metni ilk kez Derin Tarih’te.
Prof. Dr. Metin
Hülagü mektupları tarihî önemi ve muhtevası açısından
değerlendirirken, Mustafa Armağan Ohrili Kemal’in İsmet
İnönü’ye gönderdiği mektupla resmî tarihe ve Lozan’a dair hangi ezberlerin
yıkıldığını analiz ediyor.
Prof. Dr. Cemil Koçak,
Prof. Dr. Mustafa Budak ve Gazeteci – Yazar Avni Özgürel ise
İngilizlerle yapılan gizli anlaşmanın Hilafet’in kaldırılmasına etkisini
açıklıyor.
Mustafa Kemal Atatürk’ün
Harbiye’den arkadaşı olan Ohrili Kemal Bey’in İsviçre’den Ankara’ya
(Cumhurbaşkanı İnönü’ye) gönderdiği 1946 ve 1947 tarihli mektuplar yakın
tarihin en merak edilen mevzularından birine ışık tutuyor. Ohrili Kemal Bey’in
İnönü’ye sunduğu teklifler ve tavsiyelerin satır araları Lozan
Antlaşması öncesinde Ankara ile Londra arasındaki hilafet pazarlığını ifşa
ediyor. Kemal Ohri, Lozan Antlaşması öncesi hilafet ve saltanatı kaldıran,
ayrıca din eğitimini yasaklayan Türk-İngiliz Gizli Antlaşması’nın hâlâ
yürürlükte olduğunu İsmet İnönü’ye hatırlatmakta, anlaşmaya imza atan kişi
olarak kendisine bu anlaşmanın İngiltere ile anlaşarak yine kendisi tarafından
feshedilmesini teklif etmektedir.
(https://www.yenisafak.com/hayat/ingiltere-ile-lozandan-once-gizli-hilafet-anlasmasi-yapildi-3388486)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder